8 Ağustos 2023 Salı

Diyanet-Sîncar-Êzidî-Soykırım-Kobanî-Sincan!



Diyanet tam da BM ve toplamda 13 ülke tarafından kabul edilen Êzidî soykırım gününde Kobanê davasına müdahil olup, HDP'nin, "toplumun dini değerlerini temelden sarstığını" söyleyerek ceza istedi.

Bu Türkiye açısından resmi anlamda bir rejim değişikliğine işaret eden yeni bir durumdur. 
Her ne kadar bu davaya kimi gerekçeler sunarak müdahil olmuş olsa da anlaşılan Dîyanet artık Yargı'da da yer bulacak. Bu Türkiye için yeni bir dönemi başlatmakla birlikte, "katledilenin yargılandığı" gerçeğinin altını da çizmektedir. Burada çizilen masum olmayan bir resim ve resmin özellikle çerçevelendiği bir süreçtir. Kobanê protestoları sırasında yaşanan, Suruç, Ankara Gar katliamları ve yargılamalarına baktığımızda resmi daha iyi anlayabilecez.
Biz Kürtler zaten, sömürgeci devletlerin kul olmayı kabul etmeyenlerimize dönük baskıcı ve kanlı politikalarını biliyoruz. Devletlerin teslim alınamayanlarımızı tüm alanlardan, terörize ederek sindirmeye çalıştığını yaşıyoruz ancak Diyanetin -tıpkı İran'daki rejîm uygulamaları gibi- Kürt sorununa cehennem ayetlerini yaşatmak isteyerek dahil olduğuna resmi olarak ilk defa şahitlik ediyoruz.
Diyanetin bu açıklamasına göründüğü kadarıyla HDP ve Yeşil Sol Parti dışında kimse karşı çıkmadı. Laik olduğunu iddia eden kimi Sol görünümlü partiler ve CHP de sessiz kaldı. Dikkat ederseniz Diyanetin dahli, tekrar dillendirilen idam tartışmaları ile birlikte geldi. Biliyoruz ki İran tüm idamları, Din üzerinden veriyor. İşte Allah'a şirk koştu, Dini değerler ile alay etti vb gibi birçok kendilerine göre olan gerekçelerle idamları gerçekleştiriyorlar. Yine geçen gün açıklanan bir raporda 1 yıl içinde İran'da asılan 61 kişiden 52'sinin Kürd ve Beluci olduğunu gördük. Tüm bunları yan yana getirdiğimizde kim Diyanetin Kobanî davasına "toplumun dini değerlerini temelden sarstığı" gerekçesi ile İran'da ki idamların nitelik açısından zerre farkının olduğunu iddia edebilir? Yok, çünkü açılan yollar, örülen taşlar aynı zihniyetin atölyesinden çıkıyor. Kapitalist modernitenin yürütücülerine itilebilen, sürülebilen, kul olacak, yönetilebilen toplumlar gerekiyor.
Son olarak dikkat çekmek istediğim bir konu da Kobanê davasının Sincan'da görülmesi. Bu konu kendi içinde 2 başlık barındırıyor:
1) Ankara Türkiye'nin başkenti ve 'teröristler' burada yargılanır. 
2) Mahkemenin Kobanî olaylarının yoğun anlamda yaşandığı herhangi bir şehirde değil de telafuzda Sincar'a benzeyen Sincan'da yapılması. 
Dîyanet, Sîncar'da yaşanan Êzidî soykırım gününde Kobanî davasına Sincan'da müdahil oldu. Sanırım burada verilen mesajı hepimiz anlamışızdır. 
Gelen tehlike Türkçü ideoloji dışındaki halklar ve İslam dışı diğer inançlar açısından büyük ve bu anlaşılmalıdır.
04.08.2023
Mehmet Serhat Polatsoy 

5 Eylül 2022 Pazartesi

HDP, Urfa'da birinci parti!


Türkiye 2023 seçimlerine en katmerlisinden inşa edilen, korku duvarları ile girmiş bulunuyor. AKP-MHP iktidarı toplumun tüm kesimlerini terbiye etmeye, törpülemeye, mümkünse Siyasal-İslamcı zihniyeti ile yok etmeye çalışıyor. Bu yok etme yöntemlerinin neler olduğunu başta Kürtler ve Aleviler, Cumhuriyet'in ilk yıllarından beri yaşayarak biliyor. Toplumu mengeneye alan, aslında toplum-kırım planlarını uygulayan sadece AKP-MHP olmuyor. Devlet sisteminin var ettiği, CHP, Saadet ve CHP'den doğan İYİ parti de iktidarın toplum-kırım politikalarına destek sunuyor. Türkiye toplumunun kimi kesimlerinin onları AKP-MHP'den ayrı görmesinin nedeni İktidara kimi konularda muhalefet etmelerinden dolayı oluyor. Kimi konular diyorum çünkü iktidarın dışındaki sistem partileri iş, Kürt ve Alevi hakları olduğunda üç maymunları oynamaktan büyük zevk duymakla birlikte, Kürde dönük iktidarın işlettiği savaş politikalarını da kamuoyu önünde desteklemekten imtina etmiyor. İmtina ettikleri tek şey HDP ile aynı karede görünmeleri oluyor. Nedeninin, HDP'nin sistem partisi olmaması olduğu anlaşılabiliyor. Devlet'e devrimci değil, muhalif gerekiyor, çünkü devrimci, bozuk sistemi adalet, eşitlik ve özgürlükler ile değiştirmeye odaklanmışken muhalif, 'sistem olduğu gibi kalabilir, bir sakınca yok' deyip, iktidara odaklanıyor. Bu anlamda AKP-MHP dışında kalan sistem partileri için rahatlıkla, "devlete muhalif (devrimci) olanlara muhalefet eden konumdadırlar diyebiliriz. Dikkat ederseniz TİP genel başkanı Erkan Baş da geçenlerde "Devrimin olacağına inanıyor musunuz" diye bir soru ile karşılaştığını ancak buna gerek olmadığını, zaten devrimin cumhuriyetin ilanı ile birlikte olduğunu bu nedenle de yapılması gerekenin sistemi devam ettirmek olduğunu katıldığı bir programda söyledi. Tabanı değil ancak Baş'ın söylediğine göre TİP de temelde bir sistem partisi oluyor.

Geçenlerde HDP Urfa il Eş başkanı ağustos ayında yapılan bir anket sonucunu açıkladı. Ankete göre HDP, Urfa'da dış 8 ilçede birinci parti olarak görünüyor. Bu anket doğru çünkü HDP 7 Haziran 2015 seçimlerinde Urfa'da aşağı yukarı bu oranları aldı ve 8 ilçe belediyesi HDP'nin oldu. Önümüzdeki seçimlerde HDP'nin bu oranı almaması ve üzerine merkez Karaköprü ilçesini eklememesi için hiçbir neden yok.



AKP-MHP'nin Türkiye genelindeki çöküşü Urfa'da da karşılık buldu. Şu anda HDP, önemli oy farkı ile Urfa'da birinci parti konumunda. Hal böyleyken sistem partilerinin diğer şehirler olduğu gibi Urfa'da da iştahlarını kabartacak ciddi bir oy potansiyeli var düşüncesi oluştu. Seçim çalışması için sistem partilerinden ilk olarak İYİ parti geldi. Akşener dün Urfa'ya geldi ancak Akşener gelmeden bir ay kadar öncesi İYİ partili yetkililer kimi şahsiyetler ile görüştü. Ve Akşener Urfa'ya, doksanlardaki derin ilişkileri ile geldi. HDP dışındaki tüm muhalefet partileri, doksanlarda karanlık ilişki ve bağları olanları ziyaret ediyor. Urfa'da iki yüze yakın aşiret var. Bu aşiretlerden siyaset içerisinde etkin olan toplamda 7-8 aşiret var. Bunun dışında belli başlı aileler var. Tüm sistem partileri ismi duyulan aşiretler ile görüşme halindeler. Bu aşiretler zaten dün, sistem ile kol kola olanlardan oluşuyor. Öyle görünüyor ki her partide bu aşiret ve ailelerden isimler olacak.

İyi parti, CHP ve Saadet şu sıralar Urfa'da son yirmi yılda AKP-MHP'nin çevresine toplanan kesimler ile ilişki halindeler. Mesela A aşiretinde öne çıkan 3, B aşiretinden 5, C aşiretinden 5 isim var. Önümüzdeki günlerde de göreceğiz ki aynı aşiretlerde olan bu soy isimler her üç partide de yer alacaklar.

Yukarıda da yazdığımız gibi HDP Urfa'da birinci partidir ancak HDP'nin yapması gerekenler var. HDP'ye düşen görev sadece, kendisi olarak kalmaktır. Parti program ve tüzüğü neyi gerektiriyorsa onu yapmalıdır. HDP her halükârda Urfa'da 1. parti olacaktır ancak resmiyet sandık olacaktır. Bu nedenle sandık güvenliği için şimdiden çalışmaların başlatılması gerekiyor. Yeni İl yönetimi bu konuda yeterli gibi duruyor. Kimi güçlendirmeler kaçınılmaz olmakla birlikte İl ve İlçe yönetimlerinin büyük bir kampanya başlatması gerekiyor. HDP şimdiden Urfa'daki tüm HDP'li aile ve şahsiyetler ile görüşmeler gerçekleştirmeli. HDP'ye oy veren herkese ama herkese ulaşmak ve her bir yurttaşa bir görev yüklemek gerekiyor. Görevi olmayan HDP'li kalmamalı. Seçim beklenilmemeli. Tüm hazırlıklar seçimden 1 ay öncesinden bitmeli.

Ve Urfa, mahşeri kalabalıklara sahne olan güzelliklerin, hakikatin şehri yapılarak kurtarılmalıdır.

10 Temmuz 2022 Pazar

HDP Danışma kurulu ve Öcalan'ın Liberalizm tanımı


AKP, milli görüş gömleğini çıkarttıktan sonra inşa ettiği gemiden, saraylı yola düştü. Ardından liberaller de bu gemiye çıktı. Gemiye çıkma konusu, AKP'ye gömlek çıkartanların liberallere dönük kimi telkinleriyle oldu. AKP de onları, yol açmalarını sağlamak için kullandı. Çünkü liberallerden devlete zarar gelmezdi ve devlet bunu biliyordu. Kapitalizmde ekonomi -şimdilik en iyi- neo-liberal, toplum da liberal yaşam ile yürütülürdü. Tabi adına yaşam denirse! Yavaş yavaş ahlâksızlığı ahlâk olarak gören bir yaşam. Her şey ama her şeyin manipüle edildiği, hakikatin yerine sanalın ikame edildiği bir yaşam ancak, yol açıcı olan liberaller ile gelirdi. Liberaller her yerdeydi ve AKP bunu iyi kullandı. Basındaki liberaller AKP için adeta kutsal metinler yazarak ona bağlı bir toplum yarattılar. Tek kurtarıcı, AKP dediler. 

Liberaller basın ayağını iyi kullanıyorlardı; TV, gazete ve internet ile toplumun her hücresine adeta sinaps görevi yüklenip, bilgi paketlerini nöral ağların odacıklarına ileterek AKP bilincini hâkim kılmayı başardılar. Yaratılan, ulus-devlete yakışan bir toplum olmalıydı. Öyle bir toplum yaratıldı ki burada AKP'nin dini kullanması, muhtevasındaki sorgulayamaz topluma ulaşmayı kolaylaştırdı. Yaratılan toplum, 'liberaller bile AK Parti ile' deyip bu partiye gözü, kulağı, ağzı kapalı olarak bağlandı. Sorgulama yetisini kaybeden toplumun temeli sağlamdı: Osmanlıcılık bu nedenle saraylılaştı. Türkler ve Müslümanlar, bir devletleri olsun, bir Şeyh olsun da nasıl olursa olsunu kabul eden bir halk, bir inanç topluluğu!

Liberallerin desteği ile yaratılan toplum sorgulayamıyor, günü birlik yaşamı görmenin, anı tatmanın, sahteliği dile getirmenin dışına çıkamıyor. Böylelikle fikir, zikir ve eylem hakikati diye bir şey kalmıyor.

Liberaller, iktidar ve devleti ayakta tutanlardır. Ulus-devletler için nasıl "...Kapitalizmin gece bekçileridir" deniyorsa bu, liberaller için de denebilir. Liberaller de Ulus-devletlerin gece bekçileridir, diyebiliriz.

AKP'nin bir yere kadar liberaller ile devam etmesinin nedeni, uluslararası yatırımların gelmesi, toplumun atomlarına ayrılması içindi. Ne kadar yatırım, o kadar devletti. Yani Türkiye bir cazibe merkezi haline gelirse devlet de iktidarı iç muhalefet ve devrimci güçlere karşı korurdu ki, öyle de oldu. Muhalefet devletin politikalarının dışına çıkamazken Kürtler, her dönemin günah keçisi seçildiler. İktidar hem yarattığı hem de zor ve baskı araçları ile korku duvarları ördüğü, en küçük hak talebini gözaltı, şiddet ve tutuklama ile sonuçlandırdığı için, tabanı dışında kalanları da hareket edemez hale getirdi.

Yıllarca birey, bütünden kopuk halde yaşadı, yaşıyor. Herkes tekleşti. Her koyun kendi bacağından asılır deyimi bireylerin sığınağı oldu. Baskıya uğrayan oğullar, kızlar bile olsa anne veya baba çocuklarını savunamadı. Öyle ki cezaevine çocuğuna, akrabasına para gönderenler "terör örgütüne yardım suçundan" hapis cezaları aldı.

Kapitalizm yeni ülkeyi ilmik ilmik örüyordu. Son tahlilde gelen Avrupalı yatırımcı değil, Ortadoğulu oldu. Devletin olan hemen hemen her yer parsel parsel birkaç besleme, belki de komprador müteahhit, Katar ve Suudilere satıldı. Devlet, millet edebiyatını ders konusu yapanlar yarattıkları toplumu yazılılara koydu ve sıfırı bastılar. Nihayetinde Türk'ün de bir vatan toprağı kalmadı. Tüm bunlar ne ile mi oldu? Tüketimci kapitalizm! Bu tür sadece ekonomi alanında işlevsel değil, toplumdan koparılan bireyin gündelik yaşamı, arda kalan toplum-su yapının siyasal, kültürel ve elbette ekonomik yapı, algı ve pratiğini müthiş derecede etkiledi. Bu etkileme bilince kodlandı ve yönlendirme ile gerçeklik algısı tümden değiştirildi. Peki liberallere ne oldu? AKP'nin işi bitince gördük, hepsini saf dışı bıraktı. Onlardan geriye posa kaldı. 

 

Geçenlerde HDP, 43 kişiden oluşan bir Danışma kurulu oluşturulduğunu açıkladı. Önceden olması gereken, süreç nedeniyle ertelendi ve nihayetinde kurul oluşturuldu. Kurul kuruldu kurulmasına da burada isimler üzerinden bir tartışma başladı. Listedeki 43 kişiden kimileri daha beş, altı yıl öncesine kadar HDP ve öncülerine selam dahi vermemişken, kimileri de Kürt siyasi hareketini düşmanlaştırıcı bir pozisyondaydı. Bunlar biliniyor; Kürtler 'in bunlara dönük antipati ve hassasiyeti var. Bu hassasiyetin oluşmasını düşünememiş olmak pek anlaşılır değildir. Listedekilerin çok az bir kesiminin Kürt olması ve yukarıda değinilen ayrıntılar Kürtlerde tepki ile karşılandı. HDP, bu gerçeği görmelidir. Liberallere, liberalizme dönük tepki sadece Kürtlerde yok. Liberalizm sadece Kürtlerin değil halkların, işçi-emekçilerin tepkisini çeken bir düşünce sistemidir. Bununla ilgili çok uzağa gitmeden PKK lideri Abdullah Öcalan'dan alıntı yapmak yeterli olacaktır. Öcalan'ın görüşleri, ANF haber sitesinde de derleme olarak çıkmıştı. Buna göre Öcalan'ın, HDP danışma kurulundaki liberallerin konumunu belirtmek adına liberalizm ile ilgili görüşlerini kısaca buraya almak istedim: Liberalizm, burjuvaya özgürlük, işçi ve emekçilere köleliktir. Resmi anlamıyla liberalizm tüm ulus-devlet sınıfları için özgürlük iken, modern kullar olan vatandaşlar için işsizlik, ücretsiz çalışma, yoksulluk, açlık, eşitsizlik, özgürlüksüzlük ve demokrasi yoksunluğu demektir. Liberalizmin gerçek anlamda özgürlükçülük olmadığını iyi görmek gerekir. Liberalizm tam olarak "seçkinlere özgürlük, tüm ötekilere kölelik" ister. Liberalizm kendini sağ ve sol liberalizm olarak böldü. Sağ liberalizmle muhafazakarları etkisizleştirip kendi içinde bir kanada dönüştürürken, sol liberalizmle de demokratlar ve sosyalistleri kısmen kendi yedeğine yerleştirdi. Merkezi konuma böyle oturdu. Yoğunlaşan her krizde birini yedeğine alarak güçlenme yoluna gidebiliyordu...

 

Çok rahatlıkla belirtebilirim ki bugün danışma kurulu diye oluşturulan yapının içine dahil edilen birkaç posa kişilik, yukarıdaki değerlendirmeye bakılacak olursa kendini yenileyen bir hücresel yapıya sahiptir. Liberallerin amaçları ortadadır. Onların bırakın Kürtler ve Alevilere, beyni dumura uğratılan Türk'e dahi verecekleri bir şey yoktur. Yaşamları kimi, devlet memurluğundan emekli olanların yaşamı gibidir. Parti tanımaz, ölçü, çizgi ve tarz bilmez; hakikate varılabilecek yol/yöntemden bihaberdirler. Liberaller sistemi yaşatmaktan başka bir şeye yaramazlar. HDP somutunda halklar ve inançlara, işçi-emekçilere dair zerre faydalı olmaz, zihniyet dünyaları nedeniyle olamazlar.

Bu kişiler daha önce AKP diye bir canavar yaratmıştır ve bu canavarın karşısında şimdi de ayakta kalan tek güç olan Kürt siyasi hareketine, Kürtler' in ezici çoğunluğunun oy verdiği HDP'ye sarılmışlardır. Tam da burada Öcalan'ın değerlendirmesini tekrar okuyun.

 


Kimse onlara, bugüne kadar neredeydiler demiyor. Oldukları yer belli. İlle de birileri kendi vicdanlarını rahatlatmak için soracaklarsa, neden 2010'a kadar AKP'ye destek verdiler de 2013 sonrası yavaş yavaş Kürt hareketine yaklaştılar, diye sorulabilir. Ben bunun bir uyanış olduğunu düşünmüyorum. Aklı başında olanlar aldanamaz. Kurul içindeki birçok kişi aklı başında ve bile isteye AKP'ye destek sundular. 

Ve Barış imzacıları! Onlar Türkiye için olması gerekeni yaptı. Bu değerlidir. Fakat olması gerekeni yapmak alkış gerektirmez, kurula almayı mecbur kılmaz. Bir alkış gerekecekse kırk yıldır kesintisiz mücadele yürütenlere olmalı da her türden bedel vermeyi göze alanlar ve bedel vermiş olanlar da "hak değil ancak partimize, halkımıza borcumuz vardır" diyerek yapılması gerekeni yaptıklarını söylüyorlar.

Benim için dün AKP'nin yanında "Akan kanlarınızla duş alacağız" diyen Peker bugün ne kadar AKP karşıtı ise, dün "yetmez ama evet" diyenlerin, şu liberallerin AKP karşıtlığı da o kadar samimidir.

HDP'nin geç kaldığı ancak nihayetinde oluşturduğu danışma kurulu müthiştir ancak içerisinde bulunan kimi isimler kritik konularda danışılacak kimseler değildir. Bu, Kürtlerin, kırk yıllık mücadelesini görmemek demektir. Danışma kurulundaki kimi isimler revize edilebilir, eklemeler yapılabilir. HDP'ye gömlek değiştirme operasyonu varsa bunu göreceğiz ancak böyle bir şeyin olduğunu düşünmüyorum. HDP'nin bu konuya dikkat etmesi gerekmekle birlikte her şehirde de Danışma kurullları oluşturması elzemdir. Yerelinde danışanı olmayanın merkezinde, sadece dogmatizm olur. Yerinden yönetimi savunan bir anlayış herhalde katı-merkeziyetçi olamaz ki HDP'nin yerele ilişkin çalışmalarının olduğunu düşünüyorum.

Özcesi; Radikal demokrat bir partinin, liberallere başvurması düşünülemez. Radikal demokratlar, liberallerden akıl alamaz. Aksi, radikal demokrat değilsindir. Aklı liberal olanın, kendi doğası gereği çok dilli, çok kültürlü, çok inançlı, farklılıkların mozaiği olan bir toplumsal yapıya faydası olmaz. Liberaller toplumsal yapıyı değil, devlet sistemini savunurlar.

 

10.07.2022

Mehmet Serhat Polatsoy

18 Nisan 2022 Pazartesi

Hakikatin tesisi için sürece, öz-eleştirel yaklaşmalıyız

Neredeyse bir kültür yılına yakın bir süre iktidarda kalan AKP'nin toplum üzerinde yarattığı tahribat oldukça büyük oldu. Tahribat sadece toplum, yani özelde Kürt halkı ve ezilen halklar ile İslam dışı inanç ve grupları değil, bir bütünen doğa ve canlılık üzerinde de yaşandı, yaşanıyor. Adına, tek adam rejimi denilen sistem, kendisi ve erkanı dışındakilere adeta kan kusturdu ve devam ediyor. Elbette bu sürecin tek mimarı AKP yada ortağı MHP değildi. Adına muhalefet denilen partiler şüphesiz AKP'nin toplum üzerinde baskı kurmasında büyük rol oynadı. Rol dememizin özel bir nedeni var çünkü CHP ve ondan doğan İP'in AKP'ye karşı muhalefeti bölgesel ve ekonomik temelde oldu. Dikkat edilirse bu partiler AKP'nin, özelde Kürtler üzerinde olan hiçbir yasak pratiğine muhalefet etmedi. Bunun nedeni bu pratiklerin Devlet'in Âli menfaatlerine hizmet etmesindendi. Bu anlamda da CHP ve İP'e, "CHP ve İP sadece, Devlet'e muhalif olanlara muhalefet eden partilerdir" diyebiliriz. 
Özellikle son yedi yıllık sürece bakacak olursak, AKP-MHP ve CHP-İP'in bir konsensüse vardıkları anlaşılabiliyor. Devlet, kendi içinde anlaşmış ve iktidar, kimi yasa açıkları üzerinden yönetmelik yayınlamış, iç işleri bakanlığına, belediyelere kayyum atama benzeri özel yetkiler verilmiş, Valilikler hemen hemen her ay anayasal bir hak olan "toplantı, gösteri yürüyüş, basın açıklaması ve protesto" haklarının kullanılması için yasaklar koymuş ve devreye alınan kaos planı için tüm devlet kurumları harekete geçirilmişti. Bilindiği üzere Kürtler, HDP ve Sol/Sosyalistler üzerinde bir çöktürme planı devreye alınmış, sömürülen ve ezilenler sert uygulamalar ile karşılaşmışlardı. Ancak büyük direnildi ve gördük ki direnen, özgürlük mücadelesi verenler çöktürme planını bir yönü ile boşa düşürdü. Bunu legal alanda TBMM'de üçüncü büyük parti olan HDP'nin günümüz anket araştırma oylarına bakarak anlayabiliyoruz.
Elbette her şey "oy" değil ki çöktürme planının, kaybettirdiklerinin olduğunu da görebiliyoruz. Kısaca bunlara bakacak olursak eğer: Toplum'da kimi parçalanmalar yaşandı: Başta korku ve ekonomik kaygılar, kendini örgütlü yaşamdan geri çekme ile sonuçlandı. İdeolojik tutarlılık yerini duygusal bağlılığa bıraktı. Özenti kültürü, tüketim kültüründe karşılık buldu. Anadile önem otoasimilasyon ile geriledi. Entellektüel okuma ve çalışmalar kadük kaldı. Katliamlar, infazlar, cezaevinde yaşanan şüpheli ölümler kanıksandı; gözaltı, işkence ve tutuklamalar normalleşti, olabilirleşti. Hak, adalet arayışları sanki tek bir kişinin, bir ailenin sorunuymuş gibi salt birey boyutuna indirgendi; herkes kendi adaletini arar oldu; toplumsal bir sahiplenme ile baskıcı sistem geriletilemedi. Sosyal medya alanları aktifleşti; sokakların yerini sosyal medyada açılan sohbet odaları aldı. Salonlarda yüzlerce, binlerce kişinin katılım gösterdiği paneller artık, bu sohbet odalarında gerçekleşir oldu. Haksızlığa uğrayanlar, kendi haberini yapar ve takip eder oldu. Alanlarda hak arama, sosyal medyada klavye devrimciliğine evirildi. Liberalizm hortladı ve kimi zaman birey, gemisini kurtaran kaptandır, derken, kimi zaman bacaktan asılan koyun olmaya razı geldi. Özelde Kürtlerde, direnişin olmama nedeni konusuna, günah keçileri arandı, bölgesel yaklaşılıp, pasifizm, kimi şehirlere mal edildi. Lokal milliyetçilik olabildiğince yaşatıldı. Toplumsallıktan kopan birey sosyal medya platformlarını bir rahatlama alanı olarak gördü; sisteme olan tüm öfkesini çoğu zaman 180 karaktere sığdırıp, bugün de rahatladım diyerek başını yastığa koyup uyudu. Zaten insan olarak görülmeyen kadının üzerinde işkenceler, katliamlar katmerleştirildi ve iktidarın aygıtları eli ile bu ve her türden taciz, tecavüzler meşrulaştırıldı. Hayatın her alanında liberalizm baskın geldi. Hipodermik şırınga yöntemi ile yıllarca toplum tencerede kaynayan kurbağa deneyinde olduğu gibi farkına varamadan ısıtıldı, yandı. Dayanışma, hoşgörü ve empati rafa kaldırıldı ve dahi atalet bir yaşam biçimi haline geldi. Gençler, örgütsel alandan uzak tutulsun diye madde ve yoz yaşamın teknik olarak önü açıldı ve gençlik, düşürülmenin eşiğine geldi. Televizyon programlarında kontra-gazetecilik faaliyetleri özel elemanlar eli ile yürütülerek topluma yeni, yoz yaşam, pek de akademik olmayan dil ile anlatılıp toplum ve bireylerin algıları manipülasyonlarla yönetildi.
Bu ve buna benzer bir çok olumsuzluk sıralanabilir ancak tam da bu noktada, kendi gerçekliğimizin farkına varmamız gerektiği hakikatini bilince çıkarmalı, kendi kendimize yönelmeliyiz. 

Bunun tek bir yolu var; o da, adını koymak! Dayatılan, sahte olan gerçekliğimizin farkına vararak bunun özeleştirisini vermek. Kararında bir özeleştiri vermekle birlikte, bununla aynı oranda pratik de geliştirmek; çünkü hakikat, bütünün kararıdır. Bu zorlu süreç ancak eleştiri ve özeleştiri ile yürütülerek anlamlandırılacak. Burada önemli olan şey dil, üslup, tarz ile birlikte, yol/yöntemin kararında olmasıdır. Unutulmamalı ki biri olmadan bırakın zaferi, başarı bile mümkün değildir. Zira hakikat başarı değil, zafer ister! 
Normal şartlarda yapıcı eleştiriler ile hakikate ulaşılabilecekken, kaos süreçlerinde, ilkeyi koruma adına eleştiriler, kaçırmadan ve orantılı bir şekilde sahteciliği yıkıcı, maximum yapıcı temelde de olması gerekeni tesis edici olmalıdır. Belirli bir olgunluk, anlama sonrası ise eleştirinin yapıcı yanı, yani özeleştirinin hakikat temelli ortaya çıkmasına imkan sağlayabilecek.

Sorunları, sorunlaştırılan her şeyi görmeliyiz: Biliyoruz ki canlılık başlı başına bir sorun topudur: Doğum bir sorun, yaşam bir sorun, ölüm bir sorun; toprağa basmak, toprağa gömülmek bir sorun; düşünmek, konuşmak, yazmak sorun; yağmurun yağması, yağmaması bir sorun; teknolojiyi kullanmak, kullanmamak bir sorun; adalet, eşitlik, özgürlük ve hatta renkler bile sorun haline getirildi.

Sorunları tespit etmek kadar bunu ele alış, tartışma, değerlendirme, tespit, reçete, onarım ve ilerleme için yöntemsel bakış da hayati önemdedir. Sahteliği yıkıp, hakikati yapmak tam, buradaki ince çizgi ile ilgilidir. Yaparken yıkmamak için de lazım olan şey, anlamak oluyor. Sorunu anlamak, çözümü anlam ile zafere taşımak..! Zafer de, birey-toplum ilişkisini yeniden tesis ederek hakikat rejimini inşa etmek ile geliyor.

Yaşam, bugün her yana yayılan kurumsallaşan faşizm eliyle tümden sorun haline getirilmişken birey-toplum, üzerine düşen ahlâkî görevi yerine getirmelidir. Peki, nedir bu görev? Öz-eleştiri! Yanılgılara düşmeden ilerleyebilmeliyiz!
Öz-eleştiriler, eleştirilenin yerine düştüğün anda ortaya çıkıyor. Peki neden eleştiren, özeleştiri vermek zorunda kalıyor! Çünkü eleştirisi temelsiz, yersiz, yöntemsiz, bütünsellikten yoksun, tıkayan, sekter, yüzeysel, sığ ve subjektivizme düşen değerlendirmeleri peşinden sürüklüyordur da ondan. Bunlara dikkat etmeliyiz. Bilinmelidir ki mekanik ve yüzeyselliğin olduğu alanlarda hep amorf kişilikler, girift hallerde nüksederler.
Sorun çözümü öncesi tespitte yanılgılı ve bile-isteye saptıran zihniyetler var. Bir konu, bir odak varken asıl olan geri alana itilir, teknik diye tabir edilebilecek dedikodular tartışmayı ilgisiz bir alana sevk eder. Her bir eleştiri yapıldığı zaman karşınızda, burnundan kıl aldırmayan, kendini haklı çıkarmaya çalışan bir tip görüyorsanız bu, müthiş savunma refleksi ile yaklaşan ve aynı zamanda narsist eğilimlere meyilli sorunlu bir tiptir. Bu tip her şeyi ama her şeyi kısır döngüler ile mantığa büründürmeye çalışır: En iyisini, ben bilirim, en güzelini, ben yaparım, en iyi şiiri, yazıyı ben yazmışımdır, en iyi sese, kulağa, göze, zihne sahibimdir; en iyi ben yürür, en amansız savaşı ben veririm vb. gibi egolarını tatmin ederler ki onlar şüphesiz, özgüven eksikliği ile donanımlıdırlar.
Oysa eleştiri, daha en başından bir öz-eleştiriyi beraberinde getiriyor. Eleştiri varsa mutlaka muhtevasında öz-eleştiri olmalı ve bundan kaçılmamalıdır.
Kürt halkı ve dostları açısından içerisinden geçtiğimiz süreç tıpkı Koçgiri, Dersim, Zilan ve Doksanlı yıllar gibi alabildiğine baskı, katliam ve sindirme politikalarının uygulandığı zorlu bir süreç. Sürecin bu zorluğu normal şartlarda bir direniş ve mücadeleyi doğurmalıyken biz kendi kendimize bile yaramayan bir birey oluverdik. Özgürlüğe yürüyüş adına yaptığımız hatalar, yol açtığımız sorunlar nedeniyle eleştiri konusu olduğumuzu bilince çıkarmalı pratikte öz-eleştirel olmalıyız. Aslında özeleştiri sırasında yapılan bir hata da, yanlışımızı gerekçelendirme! Neyi gerekçelendiriyoruz; aile, kaygı, ekonomi vb. gibi aslında zayıflığı perdelemek için sığınılan tipik kurnazlıklar, bizim gerekçelerimiz ve gerçekliğimiz oluyor.
Yetersizlik, eksiklik ve yetmezliklerimiz ile zaafiyetlerimizin sonucunda yapılan hataları, kendi dışımızda yapılan hatalara bağlıyor ve yaptıklarımıza bunlarla açıklık getirmeye çalışıyoruz. Psikolojide atıf kuramları hatalarına bakın lütfen. Özeleştiri, her şeyden önce, yetmezlikler ve zaafiyetin doğuşuna dönerek tanımlanmalı, bu temeller üzerine çözüme dönülmelidir. Bu anlamda Bilge insana kulak verilmeli ve  "hazineler kaybedildiği yerde aranır"ın derinliği kavranılmalıdır.
Kimi merkezler için öz-eleştiri ile ilgili önemli bir konu ise, kripto kişiliklere dikkat konusudur. Her bireyin, toplumun, halkın namusu var iken, özgürlük mücadelesi önünde duran ve adına Kürt milliyetçisi diyerek pazarda dolaşan kimi kişi, şahsiyet ve kurumların varlığı bilinmektedir. Kendilerine "namus rüzgarı bile değmemiş" olanların icraat ve rütbesine göre işgalci, sömürgeci devletler ile birlikte Amerika, Avrupa ve İsrail tarafından fonlandığı da bilinen bir gerçektir. Bunların toplum ile bağları yok ve mutlak anlamda uzak durulmak kadar, teşhir de edilmelidir. Tüm bu nedenlerden dolayı ilk iş olarak çevremizden başlamamız gerektiğini, bilince çıkarmalıyız; varsa çevremizde bu gibi fonlu ve kripto tipler ilk kopuşu onlarla yaşamalı, sonra yol/yönteme odaklanmalıyız.
Gerçekliğimiz ve hakikatin ne olduğu tüm olağanlığıyla ortaya serilerek görülmeli ki toplumsallığa kanalize olmuş her bireyin ilke, değer ve normları vardır; kişi bu toplumsal niteliklere zıt pratikler sergileyip, sonra da bunu atıf hatası ile dış etkenlere bağlayıp sıyrılmamalı. Bu hem bireyin kendisini, hem de ait olduğu halk, toplum, şehir ve ülkesini yenilgiye götürebilir; zira burada büyük yanılgılar vardır. Bir yanılgı da şudur ki; bir eleştiri geldiğinde anında, zayıf kişiliğimizden kaynaklı olan refleks ile karşı bir eleştiriye yönelmemizdir. Bilmemiz gerekiyor ki ne bugün, ne de yarınlar, subjektivizme düşme ile kazanılamaz. 
Özcesi; bile isteye bataklıkta yaşanılır mı? Cevabımız hayır ise o zaman, hatalarımızı görmeli ve kendimize büyük yönelmek kadar, yarını da kurma arayışı içerisinde olabilmeliyiz.
29.04.2022

Mehmet Serhat Polatsoy

9 Ocak 2022 Pazar

Kılıçdaroğlu ve köleci dönem

Tarihte egemenler kölelere, sahte kurtuluş umudu olarak Din'i, Dinleri sunarlardı.

Köleler, umutsuz kölelik yapamazlardı. Onların da bir umut hakkı olmalıydı ve kölelere dinler pazarlanırdı. Köleler, an itibariyle köleyim ama Din'e bağlanırsam öte dünyada özgür olacam, diye düşünüyorlardı. Din bağlayıcı ve itici bir güç halini aldı. Çünkü an içinde yaşanan cehennem, öte dünyada mükafat olarak karşılığını, cennet hayalinde bulacaktı.

Kölelerin, çaresizliği nedeniyle zihin dünyaları böyle şekilleniyordu; köleci dönem kısmen, böyle bir dönemdi.

Din ile sahte bir özgürlük vaat edilirdi. Günümüze bakıldığında, geçmişte Dinler kendilerini birazda köleler üzerinden var etti dersek pek, yanılmış sayılmayacağız. 

Bugün de böyle! İktidara hakim olan cephe baskı-zor politikaları ile topluma, mutlak köleliği dayattı ve bunu, bir kültür haline getirdi. Herkes yaşamını kölelik ilkeleri üzerine bina etti. Öyle ki bunun toplumsal ve hukuksal normları dahi oldu. Bir yandan kölelik kurumu inşa edilirken diğer yandan direniş ruhuna sahip tüm çevreler sindirilmek istendi. Baskı-zor, direnen kesimlere katmerli uygulandı. Komplolar veya üretilen suçlarla gözaltı, tutuklamalar, amaca ulaşmak için yer yer katliamlarla taçlandırıldı.

AKP-MHP iktidarı için, köleci toplumu yaratan cephe diyebiliriz. Kılıçdaroğlu'nun temsil ettiği muhalefet için de, bir Din diyebiliriz. Kölelerin de bir hakkı olduğunu söyleyen bir Din.

 


Kılıçdaroğlu kendini bu dinin, cennetin anahtarını elinde bulunduran bir peygamberi gibi görüyor. Tarihte egemenlerin kölelere bir din ile umut hakkı olarak sunduğu cennet hayalini bu defa Kılıçdaroğlu, "ben vereceğim" üzerinden sürdürüyor. Kılıçdaroğlu'nun söylemlerinin genel analizine baktığımda, iki sonuç çıkıyor:

1) Kılıçdaroğlu açıklanan 4.200 asgari ücret rakamı için asgari ücretlilere, "Açıklanan rakam iyi bir rakam, bizden de en fazla 4.500 rakamını görebilirsiniz" demiş ve topluma da, "önümüzdeki dönem daha fazla zamlar yaşanacak" diyerek ki burada da, ekonomik olarak çok şey beklemeyin uyarısını yapmıştı.

2) Özgürlüğü elinden alınan Kürtlere karşı da Kılıçdaroğlu her seferinde, halkın öncüleri ve savunucularını terörize ederek savaşın hız kesmeden yaşanacağını aktarıcı açıklamalar yapıyor ki buradan, adalet, eşitlik ve özgürlükler anlamında bir hayır olmayacağını anlayabiliyoruz.

Sözün özü egemenlerin yeni sözcülüğüne soyunan Kılıçdaroğlu açıktan, "köleler, eski dönemin değil, yeni dönemin köleleri olarak kalacak" diyor.

09.01.2022

Mehmet Serhat Polatsoy

8 Haziran 2021 Salı

AKP'nin arkasındaki asıl güç ve Kuantum silgisi!


 

AKP'nin arkasındaki asıl güç ve Kuantum silgisi!

Despotizm öz tanımı ile ister bir grubun, isterse bir bireyin mutlak bir siyasi güç ile hükümeti yönetmesi, oluyor.
Hegel despotizm üzerine, "Doğu despotluklarında, bir tek insan özgürdür, o da hükümdardır, diyor. Günümüz Kapitalist modernite koşullarında Batı'nın, sistemsel ve yumuşak dokunuşlar ile, tereyağından kıl çeker gibi despotizmde, Doğu'ya önemli derecede fark atmış olduğunu belirtmek gerekiyor: Bunu tek askeri gücünü dahi kullanmadan, devletlere vekalet vererek yapıyor. Karşılığında para ya da para kaynakları sunuyor, yani teslim alıyor. Bu kaynakları ise vekalet verdiği devletleri dünyanın en zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip ülke ve coğrafyalara saldırtarak, oraların ekonomik değerlerini sömürmelerine izin vererek yapıyor. Batı'nın güdümündeki bu devletler bünyelerine aldıkları çeteler, terör odakları, mafya benzeri oluşumlar eliyle zaman zaman savaş suçları işliyor ama bunu da bünyesindeki AİHM, AP, AB ve BM gibi kuruluşlar üzerinden konjonktürel kimi göz boyama müdahaleleri ile savuşturarak, sırf o devletleri koruma amacı ile yapıyor. Öyle ya Ulus-devletler kapitalizmin, gece bekçileri ve korunmalıydılar. Hegel bugünleri görseydi sanırım o sözü kullanmaz ya da hakikati yazardı!

Konuya büyük pencereden bakan Montesquieu ise despotizmin kavramsal karşılığına önemli katkılar sunarak, açtıkça açıyor: Despotik, Monarşi ve Cumhuriyetçi devletlerin kendilerince karakterlerini ortaya seriyor. Montesquieu Cumhuriyetçi hükümet için, "bütün olarak halkın veya onun sadece bir kısmının egemen güce sahip olduğu" tahlilini yaparken Monarşik hükümeti de "yalnız bir kişinin, ancak yerleşik ve sabit kanunlarla idare ettiği bir sistem olarak ele alıyor. Despotik hükümetin Monarşik hükümet modelinden farkını ise şu sözlerle açıklıyor: Bir kişinin, fakat kanunsuz, kaidesiz ve sadece iradesi ve kaprisine tabi olarak yönettiği bir hükümet şeklidir" diyor.
Montesquieu, konuyu neredeyse atomlarına ayırıyor; cumhuriyet, erdem ilkesine, monarşiler şeref ilkesine, despotik devletler ise sadece korkuya dayanır. Despotun keyfini frenleyecek tek olgu dindir. Ne var ki bu hükümetlerde bizzat din de “korkuya ilave edilmiş bir korkudur” diyor.
Montesquieu iktidarı devralan vezirin despot haline geldiğini, buna karşılık onun da iktidarı kısmen devrettiği her ikincil yöneticinin “vezir” olduğunu söyler. Ancak bütün bunlar büyük despotun keyfine tabidir: Halk kanunlara göre yargılanır; büyükler ise sultanın keyfine göre. Bu canavar hükümetlerden titremeden söz etmek imkânsızdır.
Bir can alıcı nokta da şu ki, Cumhuriyette olduğu gibi, despotik devlette de herkes eşittir. Ne var ki cumhuriyette insanlar “her şey oldukları için” eşittirler; despotik hükümette ise “hiçbir şey olmadıkları” için eşittirler. Burada isim önemli değil, adı Cumhuriyet ama pratiği Despotik birçok devletin olduğunu biliyoruz.

Peki, Türkiye nasıl bir ülke?
Adı Cumhuriyet ama pratiği, her şey! En basitinden geçtiğimiz yıllarda, önceki yılları için Ceberrut olarak kabul ediliyor, TV'lerde ceberrut devlet ve icracılarının yargılanması üzerine programlar düzenleniyordu.
Bu ülkenin içinde her şey var ama her şey yok. Türk var ama Türk yok. Kürt var ama Kürt yok. Alevi var ama Alevi yok. Müslüman var ama Müslüman yok. Burada eğer iktidarın ve/veya Devletin Türk'ü, Kürdü, Alevi ve Müslüman'ı isen var, değilsen yoksun. Kendine göre bir sistem. Amaçta ilke, devletin devamlılığı esası! Devletin dil, üslup, tarz, çizgi ve ölçüsü ile yol\yöntem tarzı da bu esas üzerine oluyor.
AKP'yi görüyoruz. Tek partili Cumhurbaşkanı dönemini yaşıyoruz. Adeta tüm zorba yönetim şekillerinin sentezi gibi. Sadece özelde bana ve aileme yaşattırılanlar üzerinden gidecek olsam bile onun komplocu karakterini anlayabiliriz.
AKP, Türkiye'nin yüzyılı için ortaya çıkan bir parti. Bir yüzyıl sonrası için değil, bu yüzyılı tamamlamak, mümkünse geçmek için. Her devlet, gelen iktidarı kendini taşımak için kullanır. Her iktidar, seçtiği vekilleri, bakanları, kendini daha fazla iktidarda tutmak için kullanır. Bu kullanma, böyle aşağılara doğru kademe kademe iner. Herkes, devlete hizmet eder. Her dönem kötülük eken devlet, iktidar her an iyilik biçmek ister. İyilikten kastları ise, kulluk.
AKP, milli görüş gömleğini çıkardık, dedikten sonra iktidarda kalabilmek için üzerine uyan uymayan tüm gömlekleri giymeye başladı. Her devlet, dünyanın her yeni çağına girişte bağırsaklarını temizlemek için lejyonerler, günümüz tabiri ile paralı askerler kullanır. Bu paralı askerler direkt devlete değil, iktidarları eliyle kullanılan araçlar konumunda olurlar; geçiş sürelerinde bunlar olmazsa, olmazdır: Kurulan dernekler eli ile toplanan paralı askerler, başka ülkelerde kullanılmak üzere ısmarlama çeteler, terör örgütü olan gruplar gibi birçok oluşum koltuğun mutlak devamlılığı için kullanılır. Bunlar aynı zamanda hep kutsal devletin devamlılığı esas alınarak yapılan görüntüde, pratikler oluyor...

Türk toplumu, "bir devletimiz var, düşmanlarımız her yanda pusuya yatmış bekliyor", diyerek iktidarların en olmazına bile -devletlerine zarar gelmemesi için- sessiz kalıyor.

...Hesabının verilemeyeceği kimi pis işler, para ile alınanlar eliyle yapılıyor. Nasıl bu fabrika üretimi oluşumlar bir gün oldukları yerlerden sökülüp atılacaksa, bunları kontrol edenler de sistemleri tümden dahil olmak üzere bir gün atılacağı günü bekliyorlar. Tabi iktidar da boş durmaz; bu süre zarfında 'acaba iktidarda kalır mıyız, acaba ömrümüz, ne kadar sürer' diye düşünmeden, öte taraftan devleti ele geçirmeye, yani devletleşmeye çalışırlar. Silsilenin en altındakiler, fırsatını bulduğunda her zaman bir üste, mümkünse en tepeye tırmanmak ister ve bunun için de her şeyi yaparlar. Şahsiyetler şirket, şirketler hükümet, hükümetler ise devletleri devirebilirler!

AKP'nin ideolojisi ve getiriliş amacı!
AKP hükümetinin ideolojisinde bir netlik yok çünkü geliş amaçları 'törpü' görevi görmektir. AKP'nin getiriliş amacının kısmen temsil ettiği siyasal İslam dahil tüm parti, inanç sistemleri, cemaat ve tarikatlar ile ideolojileri -kullanabildiklerini kullandıktan sonra- törpülemek olduğunu biliyoruz. Tıpkı yasak olmayan bir yürüyüşte yada siyasi iklimin esnek görüntü sunarak demokrasicilik oyunu oynadığı bir etkinlikte alanda bulunan polis kamerasının herkesi fişleyip, yıllar sonra suç devşirildiği gibi. Siz, "aman duman, o zamanın siyasi iklimine göre yürüdük, konuştuk, yazdık" deseniz de, ne çare! Aslında burada o dönem AKP'nin değirmenine su taşındığı, tamamen saf ve temiz duygularla iktidarı eleştirdiğinizi sanarak yaptığınız fiillerin bile ona yaradığından bihabersiniz.
Atom altı dünyada bir parçacık bu günündeki bir hareket, konumlanış, yani gelecekteki eylem sonucu ile geçmişi etkileyebiliyor. O gün ne yaptık, aslında neydi! Kuantum silgisi deneyine göz atabilirsiniz. Aslında AKP'nin arkasındaki asıl gücün toplumun ezici çoğunluğu ile muhalefet ve kısmen kendine devrimci demokrat diyenler olduğunu anlamak pek de zor olmasa gerek. Geçmişteki süreci okuyamamak, ne yapıyor, elbette geleceği etkiliyor. Peki gelecekte yaşananlar ile ne olmuş oluyor, geçmişi değiştirmiş oluyorsun çünkü sen eğer 'sensörlere' (devletin savcılarına) dikkat etseydin bugün geçmişte, iktidarın değirmenine su taşımaz, ülke ve dünya nezdinde onun geçmişteki "demokrasicilik algısına" hizmet etmezdin.  

Devam edecek olursak bir parti ya da şahsiyet, iktidarda kalabilmek için her şeyini feda eder mi? Kaybı ne kazancı ne olur? Her şeyini kaybeden, ne kazanır?
İşte AKP ideolojisinin net olmamasının bir nedeni de bu gri tarafın açıklığa kavuşmamış olmasıdır. AKP, karma bir ideolojiye sahip olmakla birlikte, tüm ideolojilerin kötü yanlarını da sentezleyerek yürüyen bir parti konumundadır. Din boyutu, AKP'nin elinde adeta bir araç konumundadır. Bu nedenle de iktidarlarını sorunsuz bir şekilde yürütebilmekte ve zaman zaman da devletin tamamına oynayabilmektedirler. Milliyetçilik ve Din olgularını ustalıkla kullanabildiklerinden İslam dini ve Türklüğe hizmet ettiklerini ülke nüfusunun, Din ve Milliyetçi odaklı çoğunluğuna kabul ettirebilmektedirler. AKP hem kendisine inanan hem milliyetçi çevreyi, devlete biat etmiş kullar olarak görüyor. Burada sesleri her daim -bilinçli olarak- cılız çıkan (amaçları devlete muhalif olana muhalefet etmek olan) muhalefet partileri denilen partilerin de, devlet için AKP'ye iktidarı sürdürmeleri için kaldıraç rolü oynadıklarını görmezden gelmemek gerekiyor. Tam da burada Machiavelli'ye kulak kabartmak gerekiyor.

Machiavelli'yi biliriz: Toplum için nasıl iyi olurdan çok, hükümdarlar nasıl hayatta ve iktidarda kalır üzerine önerilerde bulunan, aslında çözümlenebilip anlamlandırılabildiğinde görüşleri, -önerileri bugün tüm Ulus-devletlerce uygulandığından ki bu, açıkları yakalanarak- toplum lehine kullanılabilecek bir düşünür ya da askeri stratejist olarak görmek gerekiyor. Machiavelli'nin Hükümdar adlı kitabında önemli bir tespiti vardır. Hani İskender'in Dara\Darius ülkesini işgal ettikten ve sadece birkaç yıl yaşadıktan sonraki ülke yönetiminin yaşadıklarını anlattığı bölüm.  Machiavelli orada, "Türkler, siyasi bakımdan kuldurlar; hükümdarın iktidarında hiçbir payları yoktur. Sadece katlanırlar" diyor. Yüzyıllık Türk toplumu ve muhalefet partilerine uyuyor olabilir mi!

İlgili bölümde, "Bir hükümdar ve kulları tarafından yönetilen hükümdarlıklarda, hükümdar çok daha büyük otoriteye sahiptir, çünkü ülkesinin bütün toprakları üzerinde en yüce kişi olarak yalnız o bilinir ve tebaa başka birine itaat etse bile, bunu, onun bir vekili, ya da memuru olarak görür, buna karşı hiçbir şahsi bağlılık duymaz. Türk padişahının bütün ülkesi, yalnızca onun tarafından yönetilir, geri kalan herkes kuldur ve o, imparatorluğunu sancaklara (askeri bölgeler) bölmüş ve bunların başına valiler getirmiştir; bunları dilediği gibi azleder ve değiştirir" diyor. Bugün Türkiye'nin Suriye, Libya, Irak, Doğu Akdeniz gibi birden çok açtığı cepheleri, diplomatik ve askeri savaş sahalarını, iktidarda kalmak için "2071'e hazır mısınız" benzerinden vaatlerle de din odaklı ve milliyetçi cepheyi afyonladığından biliyoruz. Peki muhalefet ne yapıyor? Onca maddi ve manevi kaynağın heba olmasına sırf, 'mesele devletse gerisi teferruattır' anlayışı ile yaklaştığından, göz yumuyor.

Hal böyleyken devrimcilerin, devletin yanlışlarını görmeyen, iktidarın devleti kullanmasına sırf, "vatan, devlet, bayrak ve din" penceresinden bakan Türk toplumu ve muhalefetten ya da yönetimin içinde çelişki yaratıp, gedik açarak ilerlemeleri çok zordur çünkü Machiavelli'nin şu tespiti geçerliliğini koruyor: Hükümdarın dışında yönetim kademesinde olanların hepsi eşit biçimde hükümdarın kulu durumunda olduklarından ve hepsi servetlerini eşit biçimde ona borçlu bulunduklarından, onları satın almak çok zordur; hatta bu başarılsa bile bundan pek az avantaj beklenebilir, çünkü ayaklanacak olurlarsa, halkı peşlerinden sürükleyemezler".
Machiavelli, yüzlerce yıl önce yaptığı tespitlerde "kulluk" nedeniyle bir gerçeği şu cümle ile ifade etmiştir: Türklere (iktidara)  saldırmak isteyen kimse onları karşısında yekvücut olarak bulacağını bilmeli, iç karışıklıklardan pek medet ummamalı ve kendi gücünden başkasına güvenmemelidir, diyor.
Kulluk, devlet ve İslam'a inanan Türklerin ya da Türkleşmiş olanlar ile Türklüğü kullananların talihi, yazgısı değildir elbet. Her "halkın hafızası, özgürlüğü hiçbir zaman unutmaz" ama üzerlerinde ölü toprağı olduğu da nettir.
İslam ya da Türklük değil çünkü bu, sosyo-psikolojik etmenler ışığında bir çözümlemeye muhtaç olmakla birlikte günümüz AKP iktidarı üzerine söylemek gerekirse tarih, Montesquieu ile Machiavelli'nin yaşadığı tarih de değildir. Hem halk hem muhalefet ya da devrimci dinamik güçler eğer gerçekten bir şeylerin değişmesini istiyorlarsa, öyle gerçekten ülke ve devletlerini koruma güdüsü içerisinde iseler, sadece ve sadece uyanmalı ve kendi öz güçlerine inanmalılar. Bunun dışında atılacak tüm adımlar halihazırdaki iktidara, yönetime yaramaktan, onu kalıcı hale getirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Türkler ve Kürtlerin, Aleviler ve Müslümanların, bilcümle halklar ve inançların aynı coğrafyada adalet, eşitlik ve özgürlük temelinde birlikte yaşayabilmelerinin yolu muhalif ve devrimci dinamiklerin kendilerine güvenmelerinden geçiyor. Yani öyle dıştan bir müdahale beklemeden, öz güçlerini açığa çıkarmaları gerekiyor. Koltuğum gider, maaşım kesilir, cezaevine girerim, aman ölür, öldürülürüm demeden, yeter ki ülkesini ve coğrafyası ile halklar ve doğasını seven, muhalefeti ya da devrimcisi herkes yapması gerekeni yapabilecek cesareti gösterebilsin!

Son tahlilde, Türkiye ne tam despotik ne tam monarşik bir yönetime sahip olmadığı gibi -ideolojik yapısal konumlanışı nedeniyle- hem despotik ve hem de ciddi anlamda monarşik özellikler taşımaktadır, diyebiliriz. Bu durumun aynı zamanda hem tam teslimiyetçilik tehlikesini hem de özgürlüğü getirebilecek fırsatlar sunabileceğini görmek gerekiyor.

Mehmet Serhat Polatsoy

08.06.2021

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Siz hiç, çocuklarınızı kaldırıma defnettiniz mi?


Türkler-Kürtler, ölüler ve mezarlar!

Mezarlar, mezarlık geleneği her halk ve inancın, kültürüdür. Tarihi, on bin yıl öncesine kadar giden ve kültür halini alan bu gelenek insanın, doğayı anlamlandırma süreci olan neolitik çağ ile tarihlenmektedir. 

Çocukken hatırlarım; köy mezarlığına gelirdik. Büyükler, mezarların başında oturur ve mezar üzerinde toprak dışında olan tüm cisimler ayıklanır, toplanır ve toprak temizlenirdi. Mezarlığa ilk girişte ebeveynlerimin elimden tuttuğunu hatırlarım. Şuanda bizim de, elimizden kimsenin tutmasına gerek kalmadan dikkat ettiğimiz, mezarlara basmama hususu! Kesinlikle mezarın üzerine basılmazdı. Bu hem (ölen kişiye değer atfedilerek) açıklanıyor, hem de (günah denilerek) sırra erdiriliyordu.  Mezarlara basan çocuklar uyarılıyordu. Bazen de yanlışlıkla bile olsa basılmaması için çocukların ellerinden tutuluyordu. Çocuklar artık mezardakilerin bir değer olduğunu anlıyor ve basmıyorlardı. Aynı zamanda norm halini alan bu dikkat, ahlaka dönüşmüştü. Ölüye, mezarlara saygı bir ahlaki ölçüdür. Toplumdan olduğunun da, göstergesidir.

Savaşlarda bile bu bir değer olarak kabul edilmiş ve çatışmaların en yoğun olduğu zamanlarda bile bir yol açılarak karşılıklı olarak ölüler, taraflara teslim edilmiştir. Ölülerin teslim edilme nedeni öyle herhangi bir anlaşma sonucu değil, kökeninde ahlaki ölçüler vardır. Savaşın bile bir ahlakının olduğu bazen ölülere ve mezar yerlerine gösterilen saygıdan anlaşılabiliyor.

Düşün ki mezarda seni doğuran ana var. Düşün ki mezarda, doğurduğun çocuğun var! Her gün aile bireylerinizden birinin cenazesinin üzerine bastığınızı düşünün! Korkunç!

Her mezarlığa gittiğinizde kullandığınız, yani üzerine bastığınız yolda mezarlar olmaz, çünkü orası mezarlığa girmek ya da içerisinde dolaşmak için yapılan betonarme yapılardır. Kaldırımda, hem de istif halde cenazeler olmaz!

Son 1 hafta içerisinde 2 cenaze, mezar konusu gündeme geldi:

1) Hak-adalet arayışı uğruna giriştiği açlık grevini ölüm orucuna çeviren ve yaşamını yitiren Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek'in cenazesine yapılanlar ve gömülme hakkının önüne geçilme hali
2) Garzan mezarlığındaki 261 cenazenin Türk ulus-devletine bağlı kolluklarca mezarlarından çıkarılıp Kilyos mezarlığında şuan kaldırım olarak kullanılan beton yapının altına gömülmesi
MA: Garzan'dan çıkarılan 261 cenaze İstanbul'da kaldırıma ...
Sizin için yanlış olan, bir başkası için doğru olabilir, sizin için çirkin olan bir başkası için güzel olabilir, sizin terörist dediğiniz, başkası için özgürlük savaşçısı olabilir, sizin için şehit olan bir başkası için işgalci olabilir ama Ortadoğu toplumunda ölü ve mezara yaklaşım, ortak değerlerdendir. 

Türk halkı Ortadoğu'ya yabancı ve kültüründen uzak da olabilir ama geldiği yerlerde de kendi ölülerine, mezarlıklarına yaklaşımlarının değer atfetme temelinde olduğunu biliyoruz. Mesela Orhun yazıtlarında, Batı Türklerinde, Oğuz Türklerinde, Hunlarda, Türkleri anlatan Çin kaynaklarında, Göktürklerde, Altaylar panteonunda bile ölü, cenaze ve mezarlıklar değersizleştirilmezken nereden çıkıyor bu ölülere, mezarlara saygısızlık!


Türk halkının tarihine baktığımızda ölülerine dönük, etkilendikleri dinlere göre (Şamanizm, Hinduizm, Maniheizm gibi) gelenek haline gelen defnetme şekilleri vardır. Hepsinde de ölüye saygı esastır. Şuanda ezici çoğunluğu Sünni Müslüman olan Türkler için de ölüye saygı esastı çünkü Hz. Muhammed İslam peygamberi ve sünnetleri, müminler için esaslardandı. Hatta, Hz Muhammed'in Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalktığı meselesini sanırım bilmeyen yoktur!

Evet İbrahim'in cenazesine önce cemevinde yapılanlar, sonra Kayseri'de olanlar biliniyor; ki zaten ideolojiktir. Bu ülkede Kürt, Sol ve Aleviler sürekli hedefte olan üçlü sömürge ve ezilenlerdir.

Mezarlıklar tahrip ediliyor, mezar taşları kırılıyor, analar mezarlarda nöbet tutuyor, kargolarla kemikler, anaların kucağına bırakılıyor, ailelerden habersiz bir mezarlıktan 261 cenaze çıkarılıp başka bir yere götürülüyor ve üst üste gömüldükten sonra üzeri beton ile kapatılıyor. Betonun üzerine toprak, onun üzerine de kaldırım taşları döşeniyor! Her gelen geçen, bastığı yeri tanımadan geçiyor; ayakların altında çiğnenenin yüzlerini dahi görmedikleri anaların kızları ve oğulları olduğunu bilmiyor! Bir halka, analara bu kadar saygısızlık yapılmaz; bu onursuzluk dayatılamaz. 

Ölülere, mezarlarımıza saygılı olacaksınız ki yarınlardaki nesil de sizin ölü ve mezarlarınıza saygılı olabilsin. Çocuklarımız her gün sizin bir mezarlık tahrip ettiğinizi, yıktığınızı görüyor; sizin Kürde olan yaklaşımınızı görüyor, okuyor. Farkındasınızdır, çocuklarımız size diş bileyerek, yani bileylenerek büyüyorlar. Sizler bunu, bile isteye yapıyorsunuz çünkü siz Kürtleri, baskı altına alınması gereken, Türklüğe hizmet için yaşamını yürüten nesneler olarak görüyorsunuz. 

Yüz yıldır her nesli, bir halka (Türkler'e) düşman olarak yetiştirdiniz. Bu nesil, yani sizin anlaşabileceğiniz son nesil, sizin adalet, erdem, etik değer ve bir bütünüyle ahlaktan uzak yaklaşımlarınızı görmezden geliyor olabilir ama sosyolojik ve psikolojik açıdan ele alındığında önümüzdeki neslin, Türkler ile ortak vatanda yaşamak isteyeceği, hiç bir şartta düşünülemiyor. Hem de Türklerin ezici çoğunluğu ile!

Cenazelerimizden elinizi çekin! Mezarlarımızdan uzak durun, değerlerimize saygı duyun.  Milliyetçilik ayaklandırılıyorken Kürtler, toprağa düşen Kürd gençlerinin ölülerine saygı göstermeyen, gömülmesine engel olan, cenazesini kaçıran, öldükten sonra başını kesen, ölüsüne bile tecavüz edenlerle yaşamak istemiyor, istemez. Bilmeniz anlamanız gerekiyor!
Senin şehidin sana benim şehidim bana!

mehmet_serhat_polatsoy@hotmail.com
Mehmet Serhat Polatsoy