26 Aralık 2011 Pazartesi

Sömürgeci Nasıl Durdurulur?

Hemen hemen her konuşmamda; Ax Konfiçyus ax, der dururum. Eğer döneminde Konfiçyus ve benzeri filozof ve düşünürler ruhlar alemini sorgulasaydı, bugün sömürgeciliği oluşturan tekçi-tekelci iktidarların temeli bu kadar sağlam olmayabilirdi!
Bir köy, kasaba, belde, ilçe, il veya bir ülkeyi yöneten hangi zihniyet olursa olsun, dönemimizde; yönetici ile iktidar kavramları birlikte anılıyor. Bundan kaynaklı, o iktidarlarda otorite elde bulunduruluyor. O zaman da militarist hiyerarşik yapı yönetenin zihninde şekillenerek köy, ilçe, il ve ülkenin her devlet kurumunun yönetim şekline yansıyor.
Şuanda Yeni Türkiye yönetim şekli hiçbir yönetim şekliyle uyuşmuyor. Yeni Türkiye büyük oranda Diktatörlük, Oligarşi ve Faşizm ile beraber, Totaliter, Despot ve kısmen Monarşi’yi de içerisinde barındıran, zaman zaman Teokrasi ve Cumhuriyet’le yönetilen bir ülke konumundadır. Bu kadar yönetim şekli normal olarak bir ülkede düşünülemez. Olsa olsa bu düşünceler toplum ve halklarda bireysel anlamda oluşur.
Hemen hemen tüm yönetim şekillerini içerisinde barındıran ABD güdümlü bu Yeni Türkiye, tüm bunlardan kaynaklı en azılısından “sömürgeci” oluyor. Yani farklı bir isim aramak ve yönetim şekillerini “hiçbir sonuç alıcı pratik sergilemeden ve sadece yerinde durarak” teke indirmesini bekleyip umuda kapılmak, bu anlamda mazlum halklar ve bu halkların hak’ları için mücadele yürüten örgütler için de anlamsızlaşır ve Belirsizlik İlkesine de ters düşer.
PKK önderlikli Kürd özgürlük hareketi, içinde olduğumuz şu dönemlerde belki de tarihinin en yoğun saldırılarına maruz kalıyor. Bu anlamda Özgürlük hareketinin, ABD güdümlü Yeni Türkiye’siyle yürüttüğü siyasal ve askeri savaş da, tarihte eşi benzeri görünmemiş bir savaş oluyor. Bu kadar yoğun kuşatma ve saldırılar sonucu bugün PKK’nin eskisinden daha çok halk desteği ve kadro yapısına sahip olması ve hem askeri hem de siyasal alandaki boşlukları anında doldurabilmesi, her iki alanda da, hem psikolojik üstünlük sağlıyor hem de zaferi dünden daha çok yakınlaştırıyor.
Fakat, bu süreçte yapılması gerekenin, öyle “beklemeli-duraklamalı” ve “varlığını koruma amaçlı savunmada kalmalı” bir pozisyonla sürebileceği belirsizdir. Mevcut belirsizlik durumu da, “yerinde durarak” değil, siyasal alanda “kitlesel” ve askeri alanda da, sömürgecinin topyekün savaşına karşı “en azından gücünün yüzde ellisini “eylemlilik” temelinde, pratik sahaya dökmeyle aşılabilir.
Hiçbir gücün Kürd özgürlük hareketini yenemeyeceğini daha önce belirtmiştim. Ancak bu yenilmemezliğin de öyle yerinde bekleyerek olamayacağının altını çizmek gerek. En basitinden, yerinde durup gelen siyasi ve askeri saldırıları sadece izlemekle kalmak yürüyüşün aksaması anlamına gelir ki, belirsizliğe müdahale eden taraf sömürgeci olduğundan, gözlemci de sömürgeci olur ve ona göre reçeteler yazar.
Sömürgeci güç, iktidarını sağlamlaştırmak için en hafifinden direniş gösteren bir halk hareketini dahi bastırmayı amaçlıyorsa bu güç karşısında en hafifinden yapılacak olan miting, gösteri, yürüyüş ve basın açıklamaları basit kalır ki, “tek başına” bu yol ve yöntem amacına da ulaşmaz/ulaşmıyor! O zaman çare olarak yukarıda sıralananlar, tek başına bir halk hareketini ve devrimini gerçekleştiremez demektir.
Bir devleti oluşturan tüm kurumlar iktidarın elindeyse ki öyle, o zaman bu kurumlara karşı tek tek direniş göstermek, sistemin temeline yönelmek yerine “yanlış yolda olan bir bireyi doğru yola sevk etmeye benzer ki, dünyada “senin düşüncene uymayan” yedi milyar insan var!
Eğer sömürgeci güç senin askeri ve siyasi temsilcilerini yok etmeyi planlıyor ve bunu pratik anlamda en ağırından sergiliyor ve sonuç almak için durmuyorsa, kesinlikle bunu sen de yapmalısın; yok eğer yapmazsan da, yürüyüş kesintiye uğrayabilir!
Tek tek kurumları hedef almaktan ve o kurumlara karşı salt yasal yoldan direniş göstermektense, kısa yoldan direk sömürgeciye yönelim bu süreçte daha etkili olacaktır. Buna Fettullah yuvalarından başlamak ve gün geçirmeden bu cemaatin tüm kurumlarını öncelikli Kürdistan’dan söküp atmak gerekmektedir.
Bunun yol ve yöntemleri de bir halk hareketinin taktiksel ve stratejik planlamalarının dönemsel ve olması gereken nitelikli sıçrayış aralığında zaten vardır. Bunun için buradan bir yol göstermeye gerek yoktur. İş, bu taktik ve stratejileri sürece uygun, yerinde ve zamanında uygulayabilmektir. Elbet bu yapılırken de, içinden çıkılmaz hatalara yer verilmemeli ve mevcut paradigma, felsefe ve tarz baz alınmalıdır.
Elbet mutlak değil ancak şuan ki mevcut süreçte, sömürgeci güce karşı gösterilen her halk direnişi “terörize” edilirken, gösterilen direnişin halkın diri tutulmasının ve psikolojik rahatlamanın dışında başka bir anlam ifade etmediği de ortadadır. Bu anlamda eğer sistem yönelimleri sonucu zindana gönderilen sekiz bin tutuklun varsa ve her gün gözaltılar yaşanıyorsa ve doğallığında eylemsellik içerisinde olan halk sayısı azalmışsa, burada yapılması gereken siyasal alana askeri desteğin dönemsel yardımıdır. Kış ayları diye sadece siyasal alan ile sınırlı kalmak, bir yerden sonra, diri, ayakta ve yürüyüşte olan halkı devrim umudundan soğutur ve bununla beraber umut kırılması yaratma tehlikesi de gündeme gelmiş olur.
Eğer senin sömürgeci güçlerce çepe çevrelenen ve karartılmak istenen bir Televizyonun (ROJ TV) varsa ve ülkede faaliyet yürüten basının cezaevlerine doldurulmuşsa, “bir yerden sonra” burada yapabileceğin, yeni yeni kadrolarla bu işi devam ettirmek olmamalı! Elbet yılmadan her türlü çalışma yürütülmeli ancak bu sistem içilikle olmuyorsa başka yol ve yöntemler denenmelidir. Yani senin rahat bir nefes alabilmen için tarzında bir değişikliğe gitmen gerekmektedir.
Çünkü tüm basın ve medya sömürgeci gücün elinde ve senin tüm hareketin Türkiye ve Kürdistan’da yaşayan senden bağımsız diğer halklara karşı terörize ediliyor. Sana ırkına ait olmayan bin bir türlü lekeler sürülüyor ve halktan koparılman amaçlanıyor. Sistem seni, senden bağımsız diğer insanlara karşı bir öcü ve lanetli bir yapı olarak gösteriyor. Seni bir kanserli hücre ve tarlalarda doğallığında yeşeren “yabani ot” olarak gösteriyor. Bu kanserli hücrenin tıbben tedavisi de, kimyasallarla olurken, sana uygulanan tedavi de kimyasallarla oluyor. Bakmayın dün Bülent Arınç’ın “Kürdün anayasal hakları verilecek” sözüyle, bugün Beşir Atalay’ın ‘düşüncelere özgürlük gelecek’ sözlerine.
Kutsal kitaplarda geçen cennet, bireysel anlamda “kulluk ettiğin sürece” verilirken, cehennem ise “itaatinin ve başkaldırının sonlandığı” yerde en acımasızlığıyla verilir. İşte sömürgecinin yaptığı da budur.
Bunlar artık kandırmaca ve oyalamaca değil. Bir kandırma ve oyalamanın sonu kabul etmedir. Ancak sömürgecinin yaptığı ve yapacağı oyalama değil; sindirilecek, zindanlara tıkılacak ve katledilecek Kürt’ten arda kalan onursuzlaşmış kendi Kürdüne yaşam hakkı vermektir. Yani sömürgeci, “onuru olmayan bir halka yaşam hakkı verip öyle yaşatmak istiyor”.
Onuru olmayan bir halktan direniş beklenir mi? Yabani otlara karşı tarımsal mücadele kimyasallarla olurken, senin halkına karşı da asimilasyon politikaları yürütülüyor. Bugün Kürdistan’da Gülen cemaatinin girmediği tek ev dahi yoktur. Yani sömürgeci sana büyük saldırıyor. Eğer sen bu büyük saldırı ve kuşatmaya büyük direniş ve sonuç alıcı pratiklerle karşılık vermezsen, her eve giren bu cemaat, yarın her zihne girecek ve zihin doğallığında bu sisteme kulluk etmek zorunda kalacak. Sen eğer her halinle sömürgeci güç tarafından çepe çevrelenmişsen, Kürdün tarihinde olmayan “öz savunman” var ve bunu şuan harekete geçirmiyor ve başarıya ulaşamayacağını düşünüyorsan, büyük yanılgı içerisindesin demektir.
***
Bir önceki köşe yazımda BDP’nin Arınç’ı alkışlamasını çok sert bir dille eleştirmiştim. Bu eleştirime büyük oranda destek gelirken; “BDP Türk meclisinde militanlık mı yapsın”, “çok ağır bir eleştiri”, “objektif değilsin” vb. gibi birçok karşı eleştiri de geldi. Burada gelen destekler karşısında böbürlenme gibi bir ahlakım olmadığı gibi karşı eleştirilere bir cevap verip tartışmayı uzatma gibi bir niyetimde yok. Elbet BDP kimseye göre hareket edemez, ancak eğer ortada “Kürd halkının katliamına davetiye çıkaran sözlere alkış çalma” varsa, burada oy verdiğim BDP’yi de en sert biçimiyle eleştirir ve hesabını da sorarım. Çünkü ben de yaşadığım yerde BDP’ye destek sunuyor ve oy veriyorum.
Evet, siyaset, taviz alma ve verme sanatıdır. Ancak neredeyse her gün Kürdistan dağlarının bombalanmayan tek alanı, tutuklanmayan halkın ve aydının ve gazetecin, basılan ve kapatılmayla yüz yüze olan bir basının, kurumların, dahası her gün şehadete giden evlatların ve gözü yaşlı anaların varken, kalkıp seni bu hale koyan bir sömürgeci ustasını alkışlaman ve ona yeni yeni katliamlar için izin niteliğinde “alkış çalman”, senin radikalliğine gölge düşürdüğü gibi, felsefi yoksunluk ve ideolojik derinlikten de yoksun olduğunu gösterir; buna da kimse müsamaha gösteremez. Bu taviz verme değil, olsa olsa onurdan verme anlamına gelir ki, kimse bu anlamda Kürd halkının onuruyla oynayamaz. Bunun yapan Kürd halkını temsil eden BDP vekilleri de olsa, bu hakka sahip değillerdir. Bu parti bu değerler öyle bir kaç yılda olan veya parayla satın alınan değerler değildir. Bilinir ki bu değerler yüz bine yakın Kürd insanının bire bir bedel verdiği, can verdiği, milyonlarca halkının doğup büyüdüğü köy ve şehirlerinden göç ettiği ve kanla alınan yüce değerlerdir. Kimse bireysel anlamda duygusallıklarından dolayı ne benden ne parti ahlakına ölesiye sarılı yurtseverlerden böyle bir tölerans beklemesin.
Kimse, iliklerine kadar kana bulaşmış bu sömürgeci güçten duracağını da beklemesin! Çünkü Sömürgeci güç özgürlük hareketini bitirmeye and içmiştir. Bu güç 90’ların gücü değil, bu güç inanın Dêrsim katliamını yapan güç de değil. Bu güç Nazi’yi aratacak olan bir güçtür. Amed zindanından sıyrılmak ve büyümek, 90’lı yıllardan sıyrılmak ve büyümek direniş ve mücadeleyle oldu. O dönemler Mazlumların, Kemallerin, Ferhatların ve durmadan çığ gibi büyüyen halk Serhıldanlarının direnişi ve HRK, ARGK ve ERNK’nin askeri ve siyasal pratiğiyle oldu. Yani bir pratik “ruh” ile gerçekleşti her şey.
O dönemler sömürgeciden uzaktın. Sömürgeci ile bağın yoktu. Ama şimdi Belediyeler bu devlet ile göbek bağıyla birbirine bağlıdır. Yani her hareketin sistemden bağımsız değil. Basının ve tüm kurumların, doğallığında, sen istemesen de sistem ile bağlıdır. Her ne kadar sisteme direniş gösteriyor gibi görünse de, sistemin istemediği her pratiğin terörize edilerek tüm kurumlarına el koyuluyor. İşte o zaman, Sömürgeci basının yalan haberleriyle “gerçekten uzak” halklar da, seni daha fazla ‘terörist’ görüyor. Mesela bir Yeni Özgür Politika mı Türk sistemine bağlı yoksa Özgür Gündem’mi? Elbet Gündem. Çünkü bu gazete ve bahse konu olan tüm kurumların ve bu kurumlarının işleyişlerinin izinleri dahi sistemce belirleniyor. Yani sen nesnel olarak sisteme bağlısın. Zaten öznelliğin, sende bitip tükenmeyen ruhun anlamıdır. Ancak bu haliyle bu ruh, “sistem içilikle” çok yol kat edemiyor/etmez. Bu ruh ancak sistem dışı dağlarda varlığını gösteriyor ki sistem içine girdiği anda ruhtan eser kalmıyor.
Seni yozlaştırmayı ve marjinalleştirmeyi amaçlayan bu süreçte, Sömürgeci güce karşı her kurumunla ‘militan’laşmaktan başka bir çaren yoktur. Bunun içinde BDP’nin meclisten çekilmesi de vardır. Yoksa anlık gelişen “bireysel alkışlar” seni geriye götürür ki sana bağlı olan halkın; şimdi bu da neyin nesidir, sorusunu sorarken, senden bağımsız halk daha bir sömürgeci ustalarına bağlanır ki sömürgeci güç Türkiye’de olduğu gibi Kürdistan’da da seni işletmez ve dolayısıyla baskı, zulüm, ölüm, acı ve gözyaşı durdurulamaz.
Not: Yazılarımı okuyan ve benimle tanışmayan, yaşadığım yeri bilmeyen birçok gazeteci, aydın, yazar ve büyük oranda da “Okur” beni Kürdistan ve Türkiye dışında biliyor. Zaman zaman ‘bilmeden’ bana; Oturduğun yerden ahkam kesiyorsun diyorlar. Avrupalarda veya düşmandan uzak rahat bir şekilde yazmak, çizmek, eleştiri yapmak veya öneri sunmak kolaydır, diyorlar. Yaşadığım yeri merak eden herkese duyurulur ki; ben Kuzey Kürdistan / Urfa / Suruç / Küçük Şerwan’lı ve Urfa merkezde yaşam süren ve her an tutuklanmayı ve ölümü bekleyen ama bundan zerre kadar korkmadan Kürd ve Kürdistan’ın özgürleşmesi için, -eleştirsem de Kürd özgürlük hareketi ve BDP safında- mücadele yürüten bir Kürdistanlı yurttaşım. Bu kişisel bilgiler yetmediyse, bir daha sorun ve bir sonraki yazımda aile bilgilerimi ve adresimi de vereyim ki; belki soranlar sayesinde, “bilmeyenler de” yerimi tespit ederler.
Teşekkürler
Selam, Sevgi ve Saygılarımla
25.12.2011

23 Aralık 2011 Cuma

BDP Arınç’ı Neden Alkışladı?

Yeni olmayan ama Kürdün kısmen de olsa bireysel duygusuna dokunulduğu zaman yeni’leşen bir oyun ile karşı karşıyayız. Bu yeni oyun son yazımda da altını çizdiğim “İslam Kılıflı” kişiliğin ön plana sürülüp bu ağız sahipleriyle halkı oyalama oyunudur. 
Dün Türk Meclisinde konuşan Arınç, Kürt meselesi veya Kürt kimliği, 3 sene önce, 30 sene önce, 20 sene önce ortaya çıkmış bir kimlik değildir. Kürtlerin varlığı en az bin seneden beri bir gerçektir. Bunu inkar edemezsiniz. Bunu inkar ederseniz 80 öncesine döneriz, 80 sonrasına döneriz. Sayın Elçi, Bakanlık yaptığı dönemde 'Ben Kürdüm ve Türkiye'de yaşayan şu kadar Kürt var' dediği için 2,5 yıl cezaevinde kalmıştır. O günlere dönmemizi mi istiyorsunuz? Bir insanın kimliğini inkar etmek o insanı inkar etmek demektir. Kendisini Kürt kimliği ile Arap kimliği ile Boşnak kimliği ile artık ne gelirse aklınıza... Hepsi, kim, ne varsa bu topraklar üzerinde kendi kimliğini rahatlıkla söyleyecektir. O kimliğe saygı duyacağız. O kimliğin bütün kültürel haklarını, Anayasal haklarını vereceğiz, tanıyacağız… Ben BDP'li arkadaşlarımın söylediklerinin yüzde 99'na katılmıyor olabilirim. Ama onların kimliğine saygım var, onların siyaset hakları olduğuna inanıyorum”… 'Ben Kürdüm' diyen bir insanın bu ülkede hepimiz kadar, en az hepimiz kadar hayat hakkı, bilgi, eğitim, dil, kültür, kimlik hakkı ne varsa vereceğiz. Bu bizim cebimizden verdiğimiz bir şey değil… Sayın Zana'nın 10 sene sonra burada gelip and içmesi demokrasinin gücüdür,
dedi ve BDP sıralarından alkışlar yükseldi.
Adamlar kendilerini etkileyemedikleri halkların diğer bireylerine alkışlattırmak için dört dönerken, bizim vekiller katledilen Kürdler adına, Kürdü katleden zihniyeti oldukça sesli bir şekilde alkışladılar.
Doğru söz söylendiği zaman alkışlanmalı, evet. Ama kime göre doğru söz?
Mesela Bülent Arınç’ı MHP sıraları alkışladı mı? Hayır. Peki neden?
Çünkü AKP’nin bir görevi var da ondan. Etkilemeye çalıştığı halklar var. Orada kalkıp Kürt yoktur deseydi, bu defa hangi parti alkışlayacaktı Arınç’ı? Herhalde BDP olmazdı, değil mi?
Değil işte.
Arınç dün Kürdlere tüm haklarını vereceğiz dediği zaman, aslında bizden toplumsal hak falan talep etmesinler diyordu. Ama buna rağmen BDP’li vekillerimiz, o’nu alkış yağmuruna tuttu.
“Yahu adam açık bir şekilde hak vereceğiz dedi, daha ne istiyorsun” diyenlerimiz çıkacak elbet.
İyi de bu hakları nasıl verecekler? Muhatap nerede? Ortada tekbir muhatap dahi bıraktılar mı?
Bunların muhatabı kim?
Hani, nerede Kürt halk önderi, kendisini gören veya sesini duyan var mı?
Siz alkış tutanlar; Napalm bombalarıyla, kimyasallarla, cayır cayır yandırılarak katledilen Kürd gerillaları için; bu oldukça doğal bir şeydir diyen Arınç’ı nasıl alkışladınız?
Hiç mi sizde azıcık da olsa felsefe yok, hiç mi ideolojiden nasip almadınız?
Siz Arınç’ı Türk meclisinde alkışlarken, evlatlarınızın başına Kürdistan’ın her karışında bombalar yağdırılıyordu. Bilmiyor musunuz?
Arınç sizin bireysel anlamda ruhunuzu okşarken, on bin kişilik Türk ordusu elli kişilik gerilla birimini çembere almış taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmamak adına zehirli gazlarını gönderiyordu. Haberiniz yok mu?
Siz Sayın Öcalan’ı, siz PKK’yi, siz Kürd halkının evlatlarını tecrit eden, zindanlara tıkan, çembere alan ve kimyasalla yok etmeye çalışan bir hükümetin sağ kolunu hangi mantıkla alkışladınız?
Arınç’ın hangi sözü sizi etkiledi de, alkış yağmuruna tuttunuz?
Ne dediyse hepsi yukarı da ve hepsine bir bir bakalım; bakalım ki alkışlanacak bir şey var mı, hep beraber görelim;
1.     Arınç; Kürt meselesi veya Kürt kimliği, 3 sene önce, 30 sene önce, 20 sene önce ortaya çıkmış bir kimlik değildir. Kürtlerin varlığı en az bin seneden beri bir gerçektir. Bunu inkar edemezsiniz. Bunu inkar ederseniz 80 öncesine döneriz, 80 sonrasına döneriz, diyor.
Peki söyler misiniz, siz alkış tutanlar; bu sözün hangi doğruluğunu alkışladınız? En basitinden baksanız bile; Kürtler bin seneden beri mi var? Buna onay mı veriyorsunuz? Şimdi içinizden; Ne var bunda, ha on bin yıl, ha bin yıl, daha önce hiç kabul etmiyorlardı, diyenleriniz olacak. İkincisi; Bir taraftan halkınızın tüm siyasetçi, aydın, yazar, akademisyen, işadamı, gazeteci ve halkın direniş halinde olan tüm kesimini çürüten zindanlara tıkan ve her gün her an dağlarda evlatlarınızın başına bomba yağdıran bir süreç yaşayacaksınız, diğer taraftan , “kabul etmezseniz seksen öncesi ve sonrasına döneriz diyen ama buna rağmen gözlerinizin önünde 80 öncesi ve sonrasını yaşatan bir zihniyeti ve hem de göz göre göre yalan söyleyip inkar eden bir hükümet sözcüsünü alkışlayacaksınız.
Siz hep böyle yalanı alkışlar mısınız?
2.     Arınç; Sayın Elçi, Bakanlık yaptığı dönemde 'Ben Kürdüm ve Türkiye'de yaşayan şu kadar Kürt var' dediği için 2,5 yıl cezaevinde kalmıştır. O günlere dönmemizi mi istiyorsunuz?, diyor.
Peki söyler misiniz, siz alkış tutanlar; bu sözün hangi doğruluğunu alkışladınız? Alkış yerine, Sayın Elçi’nin bakanlık yaptığı dönem bundan 40 yıl öncesi olmasına rağmen o dönemde de Kürdüm dediği için zindana tıkılan vardı, şimdi de var, diyemediniz mi? Bize zaten o dönemleri yaşatıyorsunuz, daha dün Azadiya Welat çalışanlarına kestiğiniz yüzlerce yıllık ceza var, diyemediniz mi ki alkışa boğdunuz evlatlarınızı zindanlara tıkan ve katleden hükümetin sağ kolunu?
3.     Arınç; Bir insanın kimliğini inkar etmek o insanı inkar etmek demektir. Kendisini Kürt kimliği ile Arap kimliği ile Boşnak kimliği ile artık ne gelirse aklınıza... Hepsi, kim, ne varsa bu topraklar üzerinde kendi kimliğini rahatlıkla söyleyecektir. O kimliğe saygı duyacağız. O kimliğin bütün kültürel haklarını, Anayasal haklarını vereceğiz, tanıyacağız, diyor.
Peki söyler misiniz, siz alkış tutanlar; bu sözün hangi doğruluğunu alkışladınız? Biriniz kalkıp da meclis kürsüsüne yürüseydiniz ve “sen yalan söylüyorsun” deseydiniz, herhangi birinizi linç mi ederlerdi? Kaldı ki halkınız her gün evde asimilasyonla, sokakta öldürülesiye, okulda tarihlerine küfredilerek zaten linç edilmiyorlar mı? Alkış tutacağınıza “siz laftan başka bir şey bilmiyorsunuz, bildiğiniz de sadece inkar ve imhada ısrardır” deseydiniz ya. Daha dün Şerzan Kurt, Aydın Erdem ve Murat Eribol’lar Kürd kimliği için katledilmediler mi? Hangi kimliğe saygı duyacaksınız, diyeceğinize neden alkış tuttunuz?
Zindanlara doldurulan, katledilen, kimyasalla cayır cayır yandırılan, önderini tanımadığınız, coğrafyasının adını duyduğunuzda kendinden geçip saldırdığınız “ölü” bir halkın mı bütün kültürel haklarını ve anayasal haklarını vereceksiniz, diyemediniz mi de alkışladınız?
4.     Arınç; Ben BDP'li arkadaşlarımın söylediklerinin yüzde 99'na katılmıyor olabilirim. Ama onların kimliğine saygım var, onların siyaset hakları olduğuna inanıyorum”. 'Ben Kürdüm' diyen bir insanın bu ülkede hepimiz kadar, en az hepimiz kadar hayat hakkı, bilgi, eğitim, dil, kültür, kimlik hakkı ne varsa vereceğiz. Bu bizim cebimizden verdiğimiz bir şey değil… Sayın Zana'nın 10 sene sonra burada gelip and içmesi demokrasinin gücüdür, diyor.
Peki söyler misiniz, siz alkış tutanlar; bu söz çok mu hoşunuza gitti de alkışlarınıza devam ettiniz? Arınç, açık bir şekilde BDP’li arkadaşlarımın söylediklerinin yüzde 99’una katılmıyorum, diyor. E peki şimdi siz mi Kürd halkının haklarını savunuyorsunuz, yoksa Arınç’ mı bahsettiği Kürtlerin her türlü hakkını tanıyacak? Hiç mi anlamadınız, perdelenen oyunu? Hem senin yüzde 1’ine -o da yaşıyor ve hala hayattasın- diye inanacak, hem de senin savunduğun halkın haklarını tanıyacak öyle mi? Siz de bir güzel yediniz ve alkışladınız öyle mi? Hem Sayın Zana’nın 10 sene sonra Türk meclisinde Türkçe and içmesi mi demokrasi oluyor, yoksa kendi anadilinde and içmesi mi?
Bu kadar felsefe, psikoloji, sosyoloji, antropoloji okuyorsunuz, bu kadar katliamlardan geçmişsiniz, sözde bir (uğruna zindanlar yatılan ve şehadetler yaşanan) ideolojiniz var ve onun arkasından gittiğinizi söylüyorsunuz; yazık, hem de çok yazık. Bu mantığınızla o ideolojiyi de kirlettiğinizin farkında mısınız? Hangi mantıkla evlatlarınızı katleden ve açıkça yalan söyleyen hükümetin sağ kolu Arınç’ı alkışlıyorsunuz, anlamıyorum.
Sizin okuduğunuzu sandığım tüm kitapları ben de okumama, mazlum Kürd halkının tek kurtarıcısının PKK olduğunu haykırmama, Kürd halk Önderi Abdullah Öcalan’ı Önder olarak görmeme rağmen ben niye alkışlamak yerine Arınç’ı alkışlayan “sizleri” eleştiriyorum? Ben mi çok abartıyor, öfkeme sahip çıkamıyor veya birçoklarının deyimiyle, miting meydanından çıkmış gibi yazıyor düşünüyor, ya da gençlik heyecanıyla yaklaşıyorum, yoksa siz mi ne yaptığınızı bilmiyorsunuz?
Silkelenin, kendinize gelin ve karşınızdaki düşmanınızı iyi tanıyın!
22.12.2011
mehmetserhatpolatsoy.blogspot.com

21 Aralık 2011 Çarşamba

Sloganla Devrim Gerçekleşmez

Aralarında yazar ve gazetecilerin de bulunduğu, kırk’a yakın Kürdistan medyasının özgür basın çalışanı dün, AKP devletinin bir operasyonu sonucu çürüten zindanlara gönderilmek üzere gözaltına alındı.
Şaşırmamamız gerektiğini hep söylememize rağmen şaşırıyor ve daha nereye kadar sorusunu sorup duruyoruz. Biz şaşırmaya devam ederken Fetullahlı AKP devleti de, Kürdistan’ın her hücresine yerleşmeye devam ediyor!
Sömürgeciye, “Susturamayacaksınız” sloganı atmakla olmuyor; zaman geçmeden AKP’nin zulüm ve baskı kodlarına bakmak ve ona göre tedbirler almak gerekiyor.
Daha önceleri de çokça değindiğim gibi, şuandaki süreç 90’ların süreci değil. Kimse yanılgıya düşmesin. Bu süreç ve yürütücüleri “tam olarak” ne Çiller, İnönü ve Osmanlı’ya, ne de Fransa, ABD ve İngiltere’ye benzemiyor, olsa olsa hepsinin toplamı sömürgeci anlayış ve kökenine gidilecekse de en azılısı Emevi Hanedanlığıyla “öncesine” benziyor. Bu baskı ve zulüm “İslam ve ümmet maskesiyle” İslamiyet’in ilk dönemlerine doğru gidiyor.
Bu dönem Hz. Muhammedin ölümü sonrası iktidar kaygısıyla İslam’ı kullananların başka dinlere mensup halklara “Kılıç’lı” yönelim dönemine benziyor.
İslam maskesi altında Kürd halkına her türlü zulmü reva görüp onursuzlaştıran ve yine Hz. Ömer döneminde İslam maskesi kuşanıp Kürd bölgesine çıkarma yapan katil, “İslam maskeli Komutanlarla”, Emevilerin, Abbasilerin, Safevilerin ve Osmanlıların Kürd ve Kürdistan’a yönelimli dönemlerine benziyor.
Kürd halkı nasıl da, emperyal ve sömürgeci çıkarları için savaşan devletlerin pazarlık konusu olmuş, bakın, döneminde Ehmedê Xanî, ne diyor;
İşte kemale erdi talihsizliğimiz, Acaba zevale yüz tuttu mu dersin?
Yoksa hep böyle olduğu yerde mi kalacak? Ben Allah'ın hikmetine şaşakaldım
Kürtler dünya devletinde, Acep ne sebeple kalmışlar boynu bükük,
Hepsi birden niçin olmuş mahkûm?
Onlar kılıçla şöhret şehrini fethetmişler. Himmet ülkesine boyun eğdirmişler
Onların her bir beyi Hatem cömertliğinde ve Rüstem cengaverliğindedir her bir erkeği.
Bak Arabistan'dan Gürcistan'a kadar Kürtlüktür olmuş kaleler gibi.
Bu Rumlarla Acemler onlarla hisar olmuş, Kürtlerin hepsi dört kenarda yer tutmuş.
Her iki taraf, Kürt kabilelerini, İmha oklarına hedef yapmışlar
Şimdiki süreçte de tüm devletler kendi çıkarları için Kürd ve Kürdistan’ı “oklarına hedef” yapmamışlar mı?
Mevcut sürecin şifrelerine bakmak, çözmek, ders çıkartmak ve dahası kazanmak için Kürd halkının nasıl zorla dinlerinin değiştirildiğine bakabilirsiniz.
Bir halkın değerlerini zorla elinden aldın mı, onda onur adına zerre kadar değer kalmaz. Bir toplumsal gerçeklik öyle birkaç yılda olacak şey değil. Araştırın bakın ne sosyolojide bu var ne de psikoloji de. Ki zaten Kürdün konusu da sosyolojik bir araştırmadır. Bunun adı din veya ideoloji olsun fark etmez. Eğer varsa bir ideoloji ve bu ideolojiyle Kürd ve Kürdistan özgür olacaksa ve sömürgeci bunu onun elinden almak için her türlü yola girecekse ve var olan değerler elden gidecekse, o halk bir bin yıl daha köleleşir ve ardı arkası kesilmeyen isyanlarla bir bin yıl daha diğer halklara köle olur.
Emevilerin, halkları Arap’laştırma döneminde, Emevi komutanları Kürd köylerini kontrole geldiklerinde; Kuran-ı Kerim’i okuyamayan veya okumayan Kürd köylülere zulmettikleri ve kelle aldıkları tarih kitaplarında mevcuttur. Şimdi de AKP’nin çizgisine gelmeyen, onun emir ve buyruklarını yerine getirmeyen, dikkate almayan, aksine onun sistemini sorgulayan ve inadına özgürlüğünü haykırarak direnişe geçen Kürd halkı ve kurumlarına karşı da benzer yöntem ve tarzlar geliştirilmiyor mu? Bunlar dün de bugün de İslam adı altında yapılmadı mı? Bu münafıklar İslam’ı kullanmadılar mı?
Münafık Fetullahlı-AKP’yi tanımak istiyorsanız, onu ne 90’larda ne de Dêrsim ve Zilan’larda aramayın. Aranacak tek adres sömürgeci zihniyet ve bugüne kadar Kürd’e çektirilen zulümlerin toplamında saklıdır. Anlayacağınız İslam maskesiyle yapılan ve yapılacak olan inkar ve imha, bilinen ve tanıdık Kemalizm’i kat be kat aşacak bir düzeyde olacaktır. Bizim tarafımızdan anlaşılan fakat Kürdistan ve Türkiye toplumunun büyük bölümünce anlaşılmayan, AKP’nin bir taraftan “Kürtleri tanıyor, diğer taraftan, eziyor mu ezmiyor mu, Kürtler bunu hak ediyor mu etmiyor mu” gibi çizdiği belirsiz çizginin nedeni de bu İslam maskesi nedeniyledir. Sömürgeci, İslam ile Kürdü daha bir iyi vuracağını hesap ediyor ve zavallı Türk ve Kürt haklının algısını da büyük oranda da bu değişiklik ve belirsizliğe sevk edebiliyor.
Evet, belki süreç 90’ların demokratik kılıfa bürünmüş hali gibi gösterilmek isteniyor olabilir ama inanın bu sadece bir oyundur. Hem de tüm Kürd tarafı ve çevresine yedirilmeye çalışılan, sömürgeci psikolojik bilim tezgahlarında ideojileştirilen ve sömürgeci basın ayağıyla da iyi bir şekilde perdelenen ustaca bir oyun. Bunun oyunun adı da ‘Kılıflı Ilımlı İslam’ oyunudur.
Sıkça söylenen bir şey var; 90’lı yıllarda faili meçhuller ve katliamlar vardı, şimdi de onun yerine zindanlar var.
Sömürgecinin istediği de bu zaten. Başta, bizim böyle düşünmemizi sağlayacak pratikler sergilemek; sonrasında değil 90’lara ilk işgale kadar varır nasıl olsa diyor ve bizi uyutmaya devam ediyorlar. Faili meçhuller olmaz diyoruz, oluyor, katliamlar yaşanmaz diyoruz en kimyasallısı geliyor. Daha ne olsun, bilmiyorum ki?
Bu yüzyılda katliam olmazmış! Yahu mesele Kürd olunca olur, hala anlamayacak mıyız?
Hem sömürgeci diyeceğiz, hem de sömürgeci batı felsefesinin idelojisi liberalizmin iktidar yanlısı şakşakçı üç-beş liberal yazarın ağzıyla hareket edip süreci yorumlayacağız ve ona göre üstlenmeye çalışacağız. İnanın Kürdün bu haline kargalar bile güler. Oldukça traji-komik bir duruş bizimkisi.
Evet, bu süreç belki yüz yıllık iktidarların değişim zamanı ve yeni yeni sınırların çizilme aşamasında bir dönemeç olarak görülebilir ve Yeni Ortadoğu’da Kürdlerin de bir yeri olacak mücadelesi verilip veya istekleri olabilir ancak bu sadece “göbek bağıyla sömürgeciye bağlı devlet ve örgütler” içindir. Yani bu Kürd halkı için değildir. En azından PKK önderlikli “Kuzey Kürdü” için hiç değildir.
Kimse AKP’nin bu yönelimlerinin “beklenip-izlenerek“ sonlanacağını düşünmesin. Trübünlere oynamak ne direniş hareketi geleneğine sahip veya ondan etkilenmiş kişiliklere ne de direniş hareketinin ta kendisine yakışmaz.
Sömürgeci her türden yönelim karşısında, bu uzun süreli “hümanist” haliyle Kürd özgürlük hareketi, Kürd’süz “Yeni Ortadoğu’nun” inşasına destek sunmaktan başka bir işlev görmez! Hele hele slogan atmakla direniş hiç olmuyor ve olmaz da. Bu slogan geleneği Kürd halkına nereden bulaştı bilmiyorum (!) ama bir halkı özgürlüğüne kavuşturduğunu ve haklı davayı başarıya götürüp bu yol ile zafer kazanıldığını hiç ama hiç görmedim, duymadım, bilmiyorum. Dolayısıyla tez elden terk edilmesi gereken bir gelenektir.
Kürd halkı için süreç bin dört yüz yıl geriye gitmiştir ve belki iktidarcı tekelci devlet anlayışıyla tarihi rövanş zamanı gelmiştir. Burada mesele, bu müsabakayı kimin kazanacağıdır; Sömürgeci tekçi sistem mi yoksa PKK önderlikli özgürlük, eşitlik ve çoğulcu sistem mi?
Günümüz Emevi’leri olan AKP zihniyeti ile baş edebilmek için ta o döneme gitmek ve halklara kan kusturan belki de ilk sömürgecilerin yönelimlerine bakmak gerek. Yanlış anlaşılmasın, Savaş, İslam ile değil, İslam’ı kendilerine bir maske olarak gören tekelci iktidarcı anlayış sahipleriyle olmalı, diyorum.
Şimdi buradan; “düz-çizgisel bir mantıkla olaylara yaklaşıp onları olgulaştıralım yaklaşımı esas alınsın” sonucu çıkmasın sakın. Tam tersine, “etkiyle dayatılanlar karşısında tepkinin serbest bırakılması” olayının yansıması ve toplumsal doğanın hakikatli şekillenmesi için belirsizliğe müdahalesi sırasında yaşanacak gözlemci sonucunun uyarlanıp günümüze güncelleştirilmesi yaşanmalı diyorum. Bu olmaz ve belirsizliğe direnişçi müdahalecinin yansıyan olguları ortaya konmaz da kalıcılaştırılmazsa, işte o zaman düz-çizgisel bir mantığa sahip olan bir hareket ortaya çıkar ki “mahkûmiyet ve yenilgi peşinen kabul edilmiş olur.
Yani sömürgeciliğin bunca yönelimi sonrası var olan belirsizliğe direniş temelinde yerinde ve zamanın da bir müdahale yapılmaz ise, işte o zaman “kaderci anlayış” gelişir ve tarih ve zaman ve mekân bir birine karıştırılmış olur.
Evet, tarih belki tekerrürden ibarettir ve bundan dolayı birçok dersler çıkarılmıştır ve artık tuzağa düşmeyiz, deniliyor olabilir. Ama günümüz şartları ile zaman ve mekânı yine de Kürdler için “sürdürülen mevcut pratik ile” pek uygun gözükmüyor. Üzerine basa basa söylüyorum; sürdürülen mevcut pratik ile olmaz, diyorum. Yani bu yöntem ile sömürgeciyle baş edileceğe benzemiyor. Eğer bugün karşıdaki gücün yönelimini Emevi mantığı veya Sömürgeciliğin tümcesinde aramaz da Kemalist mantıkta ararsan, yanılgıya düşer ve kaybedişe doğru gidersin; yok tersi olursa ve ona göre bir karşı duruş sergilenebilirse de, işte o zaman mücadele edilebilir ve zafer kazanılabilir, demektir. Bu mücadele tarzı da yine Kürdün öz ruhunda gizilidir. Çünkü Kürd sadece ve sadece öz gücüne dayanmakta ve bu temelde yol almak zorundadır. Buna göre, etki-tepki olayının hakkının verilmesi de, ancak ve ancak Kürdün öz savunmasıyla olabilir. Süreç, bu Yeşil Faşizme karşı, “öz savunmanın” devreye koyulmasıyla belirleyici olabilir.
Süreç, bekleme ve marjinalleşmenin ilk ayağı olan “slogan” süreci değil, belirsizliğe öz savunmayla müdahale sürecidir. Unutmayalım ki sloganla devrim gerçekleşmediği gibi, susturamayacaksınız söylemleriyle de sömürgeci ne engellenebiliyor ne de durdurulabiliyor.
21.12.2011

16 Aralık 2011 Cuma

Fırat’ın Aşk Çağrısı Herkesi Yakar

"Öncelikle Sayın Abdullah Öcalan ve bütün Kürdistan halkından izin alarak bu eylemi gerçekleştiriyorum. Ben şimdi bedenimi ateşe veriyorum ama unutulmasın ki bunu halkım için yapıyorum. Barışın sesi olmak istiyorum. Bedenlerini ateşe veren arkadaşlarımız gibi… Hiç kimsenin üzülmesini istemiyorum. Mezarımı Kürdistan bayrağıyla süsleyin. Bütün Kürdistan halkı ve gerillaları sevgi ve saygı ile kucaklıyorum" dedi ve isimleri tarih kitaplarının sayfalarıyla Kürdistan’ın şerefli, onurlu ve direnişçi dağlarına kazılmış olan nice yiğit devrimciler gibi, Fırat İzgin’de çıktı özgürlüğün ateşten, ışıklı ve onurlu yoluna.
Her halkın, onurlu olduğu kadar direniş ile geçen mücadele tarihinde de öyle zamanlar var ki, tek bir ateşten pratik eylem dahi zulümkârlara korku, mazlumlara umut olur ve ardından da büyük bir direniş geleneğiyle yine ateşten bir tarih yazar. Tıpkı bugün Fırat’ın Kürd ve Kürdistan için yazdığı tarih gibi…
Kürdistan Şehidi Fırat İzgin’in eyleminden de anlaşılıyor ki, Kürdistan aşkıyla yanıp tutuşan ve her an biraz daha devleşen kahramanlar neferi bu coğrafyada, dün olduğu gibi, bugün de var ve zulüm oldukça yarınlarda da varlıklarını sürdüreceklerdir! Bir kez daha görüldü ki Mazlumlar ve ardılları, her türden sömürgeci yönelimi yararak özgürlüğe koşmakta ve bedenlerini birer ateş topu yaparak Kürd halkının özgürlüğü için fedaileşip zaferi taçlandırmaktalar.
Sömürgecilerce her gün biraz daha daraltılan yaşam alanında yeni, onurlu ve direngen yaşamlar yaratmak, ancak ve ancak küllerinden var olan Kürd halk gerçekliğinin direniş sırrında gizlidir. Bu sır gün olur Mazlumlaşır, gün olur Fırat’laşır ve patlar sömürgeci ve patlar kahpece yaşam süren işbirlikçi inlerinde!
Bunların her biri en güzel aşklardır ve tatmışlardır aşkın en yüceliğini…
Fırat’ın vatan aşkını nasıl anlatmalı, ne demeli, hangi kelimeleri birleştirerek cümleleştirmeli ve ona atfetmeli bilmem ki. Fırat, eylemiyle ortaya koydu ki, ülke aşkı, halk aşkı başka aşklara benzemez.
Fırat: Halkım için kendimi feda ediyorum, dedi ve birçoğumuzu kıskandırarak özgürlüğe erişti. O, yozlaşan ve insanı tükenişe götüren, aptallaştıran günü birlikten öteye gitmeyen cinsel aşklar yerine, vatan ve halk aşkını, on beşinde seçti. Fırat, yarınlar için yaktı bedenini ve tükenmiş aşkın her bir harfiyle de dalga geçerek, vatan aşkının dansına tutuşarak direnci kuşandı ve şehadet tacını giydi. Fırat, belki bu eylemiyle on beş yaşın verdiği en güzel toplum destanını yazdı. Fırat yaşında bir başka bölge de, bir başka coğrafya da aynı yaştakiler, maalesef sömürgeciliğin dayattığı yozlaştıran ve tüketerek hayvanlaştıran aşk kavramıyla somutlaşmış çirkef bir yaşam sürüyorlarken Fırat, en büyük ve yüce aşkı Kürd ve Kürdistan aşkında buldu ve ateşiyle somutlaştırdı.
Neydi, kimilerinin cinsel arzu ve hayvanlaşan ve canavarlaşan bir şekilde sarıldıkları aşk tanımı! Nedir aşkın tanımı ve sevdalı yüreklerin ateşle danslarıyla özgürlüğe yükseldikleri ölümsüzlük haykırışları.
Kim diyebilir ki Fırat İzgin Aşk’ı tadamadan ayrıldı bu diyardan, kim diyebilir ki Aşk’ın tanımı Fırat’ta karşılığını bulmadı diye. Kim iddia edebilir ki en güzel Aşk şiiri Fırat’ın yüce eylemiyle yazılmadı? Kim? Kimseler cesaret edemez buna ki, en büyük yaşam aşkını Kemal Pirler, Mazlumlar, Ferhatlar, Besêler, Bêritanlar, Berivanlar, Ronahiler, Zilanlar ve daha niceleri öğretti bu halkın evlatlarına ki tüm aşklar, Fırat’ta yaşam buldu ve on beş yaş ile simgeleşerek doruğa ulaştı.
Nasıl sığdırdın on beş yıllık o gencecik bedene binlerce yıllık Kürdün katliamlarla yığın ağırlığını, bilmem ki.
Fırat İzgin’in bu eylemi bir taraftan; Mazlum, Kemal, Ferhat, Besê, Bêritan, Berivan, Ronahi, Zilan ve diğer Kürdistan şehitlerinin direniş çizgilerine sahip çıkmak ve onların takipçisi olmakken, diğer taraftan da bunca yoğun baskı ve sömürüye karşı hem duyarsızlaşan insanlığa ve hem de bir yerde Kürd hareketine bir çağrıda bulunmaktır. Hem insanlığa hem Kürt hareketine olan çağrının tüm kodları açık ve nettir. Mesajda ne bir dolaylı anlatım ne de bir şifre yoktur.  Her bir onurlu birey ve çevre bu eylemi doğru temelde ele alıp anlamalı ve ona göre gereklerini yerine getirerek sorumluluklarının bilincine varmalıdır.
Fırat’ın eylemi bir yerde, işgalci ve sömürücü faşist düzene indirilen büyük devrimci bir tokat olduğu gibi, duyarsızlaşan, hissizleşen ve süreci iyi yönetemeyen sorumluluk sahibi her bir çevreye de vurulmuş oluyor. Bu eylemi doğru temelde anlamak ve idrak edebilmek her bir Kürdistan’i çevrenin üzerindedir.
Buna göre Kürdistan aşkıyla yanan ölümü göze alan bir Kürdistanlı neden bedenini yakar sorusuna verilebilecek cevap; Var olan belirsizlik ve sahipsizlik hissidir. Konuya kısaca sosyolojik yaklaştığımızda; Kişi eğer tüm umutlarını tüketmişse ve gücü yetiyor ve örgütlüyse, ya düşmanına yönelir ve onu alt eder ya da kendine yönelir ve yaşamına bir şekliyle son verir. Yaşamına son vermesi; “böylesi bir yaşamı neyleyim” sorusu sonrasında gelişir.
Her ne olursa olsun Şehid Fırat İzgin, Sömürgeci işgalci güçlere olduğu gibi her bir Kürdistanlı örgüt kurum ve şahsiyete de net bir cevap vermiştir.
Fırat İzgin’in bu eyleminden de anlaşılıyor ki Fırat, büyük bir aşk savunucusu ve eylemcisi olduğu gibi bu Aşk’a çağrıcıdır da.
Fırat tıpkı ;    “ Biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz ” diyen, Kemal Pir,
                    “ Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür ” diyen, Mazlum Doğan,
                    “ Bizler Mazlum’un ardıllarıyız, eylemimiz doğru anlaşılmalı. Bu eylem, ihanet, teslimiyet ve baskılara karşı konulan bir eylemdir ” diyen, Ferhat Kurtay,
                      Keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı “ diyen Zilan, Beritan, Berivan, Besê, Ronahi ve daha niceleri gibi,
“ Ben şimdi bedenimi ateşe veriyorum ama unutulmasın ki bunu halkım için yapıyorum ” diyen ve bu anlamda Kürdistan aşkı ile çarpan bir kalbe, özünü gençliğinin hakikat ve sorumluluk bilincinden alan, donanımlı özgür bir zihin ile temiz bir vicdana, dahası sömürgecilerin yüzlerine bin yılların kin ve öfkesini henüz on beş yaşında bedenini ateş topu yaparak haykıracak kadar koca bir yüreğe, yılmaz bir irade ve kararlılığa, bir o kadar da militan bir kişiliğe sahip bir Kürdistanlıydı ki bu büyük yaşam eylemini gerçekleştirebildi.
Kürdistan halkının başı sağ olsun.
16.12.2011

7 Aralık 2011 Çarşamba

Kürd Basını Sömürgecilerin Tuzağına (mı) Düşüyor!

Önce " Kimyasal Nejdet Özel " 'in gerillalara karşı yaptığı kimyasallı katliam görüntüleri sızdırıldı ROJ TV'ye, sonra Fettullah'ın Katliam emri ve şimdi de ANF’de Dersim’li Kürd-Alevi kardeşlerimizi hedef alan Fetullah Gülen’in yeni görüntülü videosu yayınlandı...
Aklım almıyor; Kim neden bu görüntüleri sızdırıp servis ediyor ve Kürd basını neden bu katliam emirleriyle dolu tehditkâr üsluplu video görüntülerini yayınlıyor? Neden Kürd halkına bu videolar izlettiriliyor?
Her ne kadar da 'ele geçirilen görüntüler' olarak lanse edilse, görünse ve Fetullah'ın iç yüzü ortaya çıksa da, bunların altında oldukça tehlikeli planların yattığı tarafımca bilinmektedir.
Fakat bir taraftan ABD menşeili ırkçı ve istihbaratçı Fetullah Cemaati Kürdistan'da fink atarken, diğer taraftan da bu tarz tehditkâr videoların Kürd basınınca Kürd halkına izlettirilmesini anlamlı bulmadığım gibi, “bir yerde istemeden” sömürgecilerin planlarına ortak olma anlamına geldiğini de belirtmek istiyor ve oldukça öfkeleniyorum.
Yani hem Kürd halkı Kürdistan’da “bu katliamcı, yeni devleti oluşturan cemaat” ile aynı havayı soluyacak ve katliam emri veren bu istihbaratçının cemaatinin kurum, kişilik ve şahsiyetleriyle aynı zaman ve mekânda yaşamak zorunda bırakılacak, hem de bir yerde onların tehditlerine boyun eğip, tehdidin uygulamasını bekleyecek ve maruz kalacak. Bu olacak şey değil ve kabul edilemez.
Hem zamansız işler yapacağız, hem de sonradan;
E Kürd halkı neden sokaklara inmiyor diye birilerini suçlayacağız!
Olmaz arkadaş, bu tarz görüntüler bugün yayınlanmaz/yayınlanamaz.
Bunun bir yayınlanma zamanı vardır. Yayınlanırsa bile ne zaman yayınlanır? diye sorulacak olunursa;
Bu tarz videolar Kürd basınınca; Ya bu cemaat yuvalarına Kürd özgürlük hareketi tarafından topyekün yönelim olduğu zaman yapılır ve saldırı meşrulaştırılıp amacına ulaşır, ya da senin arkanda uluslararası devletler olur ve “önce al sen bu görüntüleri yayınla, sonra da biz bu cemaatin üzerine gideriz, onu tüm kurumlarıyla ezeriz, icabına bakarız” diye sana sahip çıkılır, amacıyla yayınlanır.
E şimdi Kürd halkının arkasında bir uluslararası destek var mı ki, bu videolar yayınlatılıp “bir kamuoyu oluşturulsun, nasıl olsa sırası gelir” algısı yaratılıyor? Öyle olsa bırakın bunu bizim anlamamızı, gelişen ve nereye gideceği belli olan süreçten anlaşılır zaten. Yok, böyle bir destek olacağa da benzemiyor.
Kim ve hangi güç Kürd halkının onurlu mücadelesine destek sunuyor ki bu videoları servis ederek geleceğe dönük, iyi bir şeyler yapılabilir, algısı yaratılmak isteniyor? Hem de bunu Kürd basını eliyle yapıyorlar.
Vallahi helal olsun sömürgecilere.
Kürd basını bu konuda büyük yanlış içindedir.
Söyler misiniz; Hangi bir gün gördünüz, Sayın Murat Karayılan, Duran Kalkan, Nurettin Sofi veya Dr. Bahoz’un, ya da herhangi bir Gerilla komutanının kadrolarına eğitici ve perspektiflerle dolu bir video görüntüsünün Türk basınınca yayınlatıldığını? Ya da hangi bir gün bir gerilla komutanının Türk devletini ve şakşakçılarıyla çanak yalayıcıları devşirme Kürtlerini öyle veya böyle uyarıcı bir videosu Türk basınınca yayınlandı?
Bırakın bir gerilla komutanın videosunun yayınlanmasını, en küçük bir gerilla eylem sonucunun dahi Türk basınına ve dolayısıyla Türkiye kamuoyuna yansıtılmaması, hiç size bir şeyleri düşündürmüyor mu? Hep beraber görüyoruz işte, eylem sonrası Türk Başbakanı çıkar medya karşısına ve basına ayar verir; ‘Terör’e ve destekçilerine prim vermeyin, yayınladığınız ‘Terör’ örgütünün yaptığı eylem görüntüleri halkta paniğe neden olmasın, diye.
Anlamıyorum aynı özveri ve duyarlılığı niye Kürd basını göster(e)miyor?
Türk basını en çaresiz Kürt’ten en radikal ‘ben’im’ diyen Kürde kadar her bir Kürdistanlının evinde vardır. Ama buna karşı bir ROJ TV ve ANF en çaresiz ve habersiz Türk ve diğer halkların “ne evinde vardır ne de bilgisayarının ‘sık kullanılanlar’ında” eklidir.
Sanki öyle büyük halk kitleleri takip ediyormuş gibi kalkıp ağzından kan damlayan Fetullah Gülen veya kimyasal solutan Türk devletini teşhir amaçlı video yayınlamak, “bu günkü şartlarda” Kürde korku vermekten başka hiçbir işe yaramaz.
Kürd halkı işgal altında her gün inim inim inlerken ve Gülen cemaati Kürdistan’ın her metrekaresinde faaliyet yürütüyorken, kalkıp bu tarz tehditkâr videoların Kürd halkına sunulması hiçbir mantıkla izah edilemez. Dolayısıyla Kürd basını bu videoları yayınlarken, bin defa düşünmelidir. Bu video Kürd özgürlük hareketine, Kürd ve Kürdistanlıya ne kaybettirir, yine Kürd ve Kürdistan’ın “Düşmanına” ne kazandırır, diye iyice hesap etmelidir.
Bu videoların bugün “bu Kürdistan şartlarında” Kürd halkına izlettirilmesi, bilmeden ve istemeden videolarda söylenilenlerin pratikte de uygulanarak bu planlara ortak olma anlamına gelecektir ki, videoların bir bir çıktığını görüyoruz. Öyleyse kim neden bu videolarla Kürd halkını korkutmak ve sindirmek ister?
Kürd basını mı? Elbet hayır. Ancak bu videoların Kürd basınına servis edilmesi ve basınımızın bunu yutması, sonuçlarının ne olabileceğini düşünememesi beni çıldırtıyor. Bana göre bir an önce bu yanlıştan dönülmeli ve servis edilen ya da ele geçirilen bu tarz videolar, “bugün ki Kürdistan şartlarında” bir daha yayınlatılmamalı.
Kimyasal Nejdet ve Fetullah Gülen’e ait görüntüler ROJ TV’de yayınlandıktan sonra Kürd gerillalarının başına nelerin geldiğini gördük. Hala çocuklarını tanıyamayan acılı ailelerimiz var ve hala sonuçlanmayan DNA sonuçları var ve hala morgda bekleyen “önünde eğilip ibadet edilmesi” gereken hangi gerillaya ait olduğu belli olmayan iki bacak var.
Tüm bunlara rağmen Kürd halkına Kürd basınınca ayar verilmek istenmesini anlamayanlar, kendilerini kontrol edip gözden geçirsinler.
Hala anlaşılmıyor mu, Kürd halkı Kürd basını eliyle sindirilmek ve korkutulmak isteniyor; Hem KCK tutuklamalarının yoğunca Kürd basınında işlenmesi ve hem de bu tarz videoların arada bir yayınlanması doğal olarak Kürd halkında bir tedirginlik yaratıyor.
Bas bas bağırıyorum; Kürd hareketi sömürgecileri tanımıyor, tanıyamıyor, tanımak istemiyor (!) diye.
Sömürgecinin Kürd hareketini tanıdığı ve üzerine gittiği kadar Kürd basını ve hareketi sömürgeciyi tanısa ve üzerine gitseydi, belki şuanda Kürd halkının olduğu yer daha farklı olacaktı. Yine eğer sömürgeci tanınsaydı, bugün Kürdistan’da fink atan bir Gülen Cemaati olmayabilirdi!
Üzerine basa basa söylüyorum; bugün ki şartlarda, bu tarz videolar Kürd basınında yayınlatıl(a)maz, yayınlatılmamalı. Hem Kürde korku veriliyor hem de Kürd basını sadece Kürd yurtseverleri tarafından izleniyor. Hangi bir cemaat üyesinin evinde ROJ TV ve bilgisayarında ANF var ki gerçekleri onlara da izletebilesiniz? Yok. Bu videolar ve Kürde yaşattırılanları sadece Kürd izliyor.
Yeter, anlayalım artık!
Bilelim ki sömürgecileri tanımadığımızda, “Kürd için iyi yapıyoruz”, dediğimiz bütün şeylerin bile aslında kötü olup tekrar Kürde zulüm, acı ve ölüm olarak döndüğünü ve dönebilme ihtimalinin olabileceğini.
Biz yayınlayalım ve Uluslararası devletlerin veya haberi olmayan mazlum Kürdün haberi olsun, da ne oluyorsa olsun tarzında bir mantıkta ısrar etmek, inanın beraberinde yok oluşu da getirecektir.
Yeter, tanıyalım ve bilelim artık sömürgecileri ve yönelimlerini.
Zira Sömürgecileri tanımayanlar önce sömürülür ve sömürgeleşir, ardından da sürüngenleşir giderler.
07.12.2011

1 Aralık 2011 Perşembe

PKK, Kısas-a Kısas’ı Gündemleştirirse

Bir yanlışlık var ama…
Evet, büyük bir yanlışlık var. Bu yanlışlık “sömürgeci mantığı, ‘insan olması’ yönünde düzeltme gayreti ve çabası” yanlışlığıdır.
Soruyorum kendime; Sömürgeci mantık ve Kapitalist sistem, düzelir mi diye. Cevap, büyük bir hayır!
Öyleyse bu sisteme karşı hümanizm duygusuyla karşı koymak niye?
Yine soruyorum; Baskı ve sömürüye karşı demokratik direniş niye? Cevap, belki insafa gelirler, gelmeseler de, yarınlarda biz onları yaptıkları yanlışlıklardan dolayı mahkûm ederiz, oluyor.
Hemen aklıma Ermeniler geliyor; kim ve hangi güç Türkiye’yi Ermeniler konusunda mahkûm etti? Aradan geçen zamana bakıyorum da, büyük bir sıfır. Peki, hangi konuda sıfır? Tabi ki de zalimlerin “demokratikleşmesi” yönünde.
Zalim “Demokrat” olur mu, daha doğrusu “İnsan” olur mu sorusu can alıcıdır. Olursa niye bu zamana kadar olmadı, olmazsa neden bu zalimlere karşı bu kadar (insan için anlamlı) (sömürgeci için )anlamsız demokratik tavır, sergileniyor! Belki olurlar diye beklemek, oldukça yanılgılıdır.
Bir taraftan PKK’nin, diğer taraftan Sömürgecinin mücadelesine bakıyorum da, her ikisi de bir amaç uğruna savaş veriyorlar. PKK, Sömürgecilerce her türden soykırımdan geçirilen Kürd halkının özgürlüğü için mücadele yürütürken, Sömürgeci, yine Kürd halkına sömürüsünü bildik ve bilinmedik yöntemlerle ve yine Kürd halkını baskı altına alma, ezme, sindirme ve dahası yapılabilirse yok etme temelinde mücadelesini sürdürüyor. Buna göre normal olarak yapılması gereken, onurlu bir cevap ve direniş temelinde olmalı ve sömürgeciliğin her türden kurumunun Kürdistan’da işlevsiz kılınması ve sömürgeci yuvalarına topyekün yönelimin olması gerekirken, hala bir şeyler bekleniyor!
Bunu söylerken PKK neden layıkıyla savaşmıyor demiyorum. Sadece bir yerlerde bir hatanın olduğunu ve beklemenin de bundan kaynaklandığını düşünüyor ve dikkat çekmek istiyorum.
Peki, beklenilen nedir? Öyle görünüyor ki sömürgecilerin insafa gelmesi ve bazı hakları tanıması bekleniyor.
Zaten verilen tüm savaşlar (onurlu veya onursuz) öyle veya böyle bir yaşam için değil mi? Onun için de kendince (zalim veya mazlumca) hak alınması veya verilmesi gerekiyor. Kürd, onurlu bir yaşam istiyor veya bu temelde mücadele ediyor, Sömürgeci kendisini yaşatmak ve robotlaşmış insanlardan oluşan onursuz bir yaşam dayatıyor.
Sosyolojik olarak Kürd halkının doğuştan kaynaklı hakları olduğu biliniyor. Aslında bunu sömürgeci de biliyor. Kürd tarafı bunun için savaş veriyor ve bu hakları tekrar kazanmaya çalışıyor. Sömürgeci taraf da, kendisi ve yaşaması için savaş verdiği gibi, kendisinin karşısında duran tüm güçlere karşı savaş veriyor ve “sömürgeci adını” alıyor. Sömürgeci cephesinden bakıldığı zaman sömürgeci olunmayacağı gibi, bu yöntemin işlevselleştirilmesi halinde onların mantığını anlamak da kolaylaşacaktır.
Dikkat ediliyor mu bilmiyorum ama hep ezilen taraf, ezen tarafa “empati yapmalarını” öneriyor. Oysa sömürgecinin empati yapma gibi bir derdi, doğallığında yoktur. Onun yerine empatiyi sömürgeciliğin karşısında duranlar yapmalı ve sömürgeci mantığının varoluş sebebine bakarak, yürünecekse bu temelde bir yol yürünmesi gerektiğini de en ince ayrıntısına kadar bilmeli.
Nedir sömürgeci mantık? Kısacası dünya insanlığını kendi sistemi için robotlaştırma ve dolayısıyla bütün düşünen canlıları da işlettiği bu sistem için koşturma. Konuya istediğiniz jargonlarla yaklaşın ama işin özü budur.
Diğer taraftan Sömürgeci mantık, insanlığın özgürlüğü için savaş veren bir örgüt ile neyin diyaloguna girer? Ya da PKK, Sömürgeci mantıkla çözüm olmadığı halde neden diyaloga devam etmek ister? Sömürgeci herhalde “gel beni insan et” demez ki bu zaten onun doğasına ve ismine aykırıdır. Öyleyse sömürgecinin giriştiği diyalogların anlamı ne oluyor? Tabi ki bu örgüt ya da devlet üzerinden, “kendimi daha nasıl bu mantıkla yaşatabilirim”, “daha nasıl ömrümü uzatabilirim”, oluyor.
Sömürgeci insan mıdır sorucu da can alıcıdır ve cevabı da tersidir; yani sömürgeci insan değildir. Sadece insanlardan oluşan bir zihniyetin sistemidir. Tarihin hangi bir yaprağı veya döneminde, kayıt altına alınmış veya alınmamış hangi evresinde “sömürgeci insani yaklaşımla kaybetmiştir” sorusuna gelirsek, belki birçok örneklemeler verebiliriz. Ancak bu örneklerin hepsinde insanlıkla beraber, topyekün savaş ve kısas-a kısas’ın var olduğunu göreceğiz.
Yukarıda değindiğim, sömürgeci bakış açısıyla konuya eğilip bu mantığın yapabileceği pratikler hesaplanabilirse, ona göre tedbir alınabilir ve verilen özgürlük mücadelesi de bu temelde başarıya ulaşabilir!
Madem bir rejim değişikliği varsa ki var; o zaman neden bu değişiklikte sömürgeciye yardım ediliyor?
Evet, şu anda Kürd hareketi “istemeden” sömürgecilere yardım ediyor. Ona yaşam alanı tanıyor.
TC kuruldu kuruları Kürde yaşattırılan her türden yönelim, Kürd aklını yerle bir etmiş ve sağlıklı düşünmesine fırsat tanımıyor. Oysa en ufak bir hümanist pratiğin bile “işgal alanında” sömürgeciye yaradığını anlamak gerekirdi!
Anlaşılmadığı gibi zaman zaman ideolojiden kaynaklı isyan ve felsefeden kaynaklı doğal sömürgeci yönlendirmenin dışına çıkma arayışı içerisine girildiği de görüldü. Ancak bir türlü sömürgeciliğin “doğal” yönlendirmesinden çıkılamadı! Tam, çıkıldı denecekken, bir daha giriliyor ve sömürgeci, süreci istediği gibi yürütmeye devam ediyor. Bu, sıradan bir yaşamdan, günlük davranış pratiğine kadar böyledir. Attığımız her adım sömürgeciye yarıyor. Çok uç bir örnek verecek olursam eğer: Tıpkı şuanda klavyenin tuşlarına basıp onu eskittiğimizde yerine yeni klavye alma zorunluluğumuz olduğu ve sonucunda da bunun maddi külfetinin kapitalizme ve sömürgeciye gidip yaradığı gibi!
Sömürgeci şuanda dünyanın kendisine göre Ortadoğu’sunda yöntem değişikliğine gidiyor. Buna göre Ülke yöneticileri bir bir değişiyor. Ama görüldüğü gibi sömürgeci mantık değişmiyor. Zaten değişmez de. Bunu beklemek artık saflıktan da ötedir.
Madem Ortadoğu’dan kaynaklı TC rejimi de değişiyor, o zaman bu rejimin içinde “biz de olmalıyız” demek, sömürgeciye hayır getirmekten başka bir anlama gelmez/gelmiyor/gelmeyecek gibi de duruyor! Çünkü yeni TC’nin içinde (onurluca) olmak istiyoruz bile demek, kan kaybetmiş olan bir bedene sonsuz ünitelerce kan pompalamak gibi bir şey ve yaşamasını sağlamak oluyor. Yani TC’yi ayakta tutmak Kürd hareketinin işi olmamalıdır.
Diğer taraftan, Sömürgeci var diye bütün mücadele bırakılsın veya ona teslim olunsun demiyorum. Aksine mücadele mantığı “doğallığında” gelişsin diyorum. Yani etki-tepki olayının önüne geçilmesin! Hayvani etkiyi doğuran tepkinin önüne insani temelde çıkılırsa, doğanın kanununa karşı gelmiş olursun. Burada hayvanlaş da denilmiyor. Evet, sömürgeci mantık doğaya müdahale ediyor ve tüm insani değerleri ayaklar altına alıyor. Hiç olmadığı yerden vurmanın sömürgeci işi olduğu su götürmez bir gerçektir. Fakat sömürgecinin vurduğu yerde doğan boşluk şayet doldurulmaz ise, o zaman vuran ilk taraf bir gözlemci oluyor. Dolayısıyla gözlemcinin etkisi de yine kendi lehine dönüşebiliyor. Çünkü sömürgeci tüm kainatı bir deney, yaşayan tüm canlıları da bir denek olarak kullanıyor. Buradan bile yola çıksak, “şu anki karmaşık süreçte” sömürgecinin müdahalesi karşısında etkisiz ve tepkisiz kalınamayacağı ortaya çıkar.
Mesela son KCK adı altında yapılan operasyonlarda 33 avukat tutuklandı ve çürüten zindanlara gönderildiler. Bunun karşısında eğer PKK kısas-a kısas yapsaydı, inanın sömürgeci neye uğradığını şaşardı! Ama ne oldu, şaşkın olan yine Kürd tarafı oldu. Sömürgeci yine her zaman ki gibi Kürdü şaşkına çevirdi. Aslında öyle şaşılacak bir şey de yok. Adı üzerinde sömürgeci bunlar.
Şaşma olayı her hareketi ve yaşamı Hakikatçe ahlaklı ve doğru olan bir insanın hiç beklenilmeyeni yapmasıyla veya Belirsizlik İlkesini yaratan atom altı parçacıkların “Bilim adamlarınca” anlamsız hareketlenmelerinden oluşuyor. Ama sömürgecinin bunu her zaman yaptığını ve yapabileceğini bilmemize rağmen, ona şaşıyoruz. Sömürgeci de ahlak var mı? Yok. Öyleyse onu ahlaka davet etmek neyin nesi oluyor?
Yapılan operasyonlara karşılık; “Nasıl olur, daha nereye kadar, burası uç nokta, artık zirveye ulaşıldı, bundan sonra gitmez” gibi kendimizi kandıran bir pozisyondan çıkmamız gerekiyor. Sömürgeci için saldırının zirvesi yoktur. Her an ve zaman onun için saldırı anıdır ki zaten günün yirmi dört saati saldırmazsa yaşayamaz. Tıpkı bir bakteri gibi her yerde varlar. Onurlu bir yaşam temiz ve sağlıklı bir zihin ise, sömürgeciyi bu temiz ve sağlıklı zihinlerden atmak gerekiyor.
PKK neden kısas-a kısas yapmıyor?
Korkuyor mu? Hayır. Gücü mü yok? Yine hayır. E peki nedeni ne? Hümanizm ve bundan kaynaklı “Terörist” bir örgüt olmaması. Kendisi ve onu tanıyanlar; PKK Terörist değil, Hümanist bir örgüttür, diyor. Ancak sömürgeci ne diyor; PKK Teröristtir.
Sömürgeci sana PKK hümanist bir örgüttür, der mi? Demez. O zaman tersten ele almak ve onun anladığı ve aslında kabul ettiği bir dilde yaklaşmak gerekir! Ancak öyle baş edilebilir ki, sömürgeci de rahat etsin!
Senin karşında tüm dünya hakları için “iyi ve onurlu şeyler” yapmak isteyen, “fakat yanlış yolda yürüyen” birileri varsa, buna bir şey denilemez elbet.
Evet, PKK, yanlış yolda olanı mevcut ideoloji ve felsefesiyle doğru yola sevk etme kurumu olduğu gibi, yeni insanın da gelmesi gerektiği en iyi noktalardan biridir. Ki bu konuda Sayın Abdullah Öcalan; Yanlış hayat doğru yaşanmaz” diye tarihi bir söz de söylemiştir. Fakat senin karşında bir insan yok ki ideolojik ve felsefik yaklaşasın. Düşünüyorum da; Bir insan, insan olmayan bir sisteme bu temel de nasıl yaklaşır?
Belki çok uzak bir örnek gibi görülebilir; Mesela sen bir hayvana, “demokratik ekolojik cinsiyet özgürlükçü paradigma”yı anlatabilir misin? Anlatsan kaç para eder! O hayvan sana saldırıyor ve yaşamak için seni o alandan çıkarmak istiyorsa, doğallığında sana saldırır ve karşısında tepki vermeyen birisi oldu muydu da öldürür, kaldı ki öldürüyor. İşte senin karşındaki sömürgeci güç, tam olmasa da, bir hayvandır. Sen istediğin kadar bu hayvana insanca yaklaş ve Kürt-Türk birlikteliğini amaçladığını söyle, bu hayvan anlamaz; çünkü insan değil. Biliyorsun ki karşında, erk egemenlikli iktidara sahip bir “yaratık sistemi” var.
Elbet insanlar, insani kurallar çerçevesinde bir yaşam sürer. Kaldı ki insanın olduğu bir yerde doğanın vahşi kanunları işletilemez! Fakat karşında bir insan yoksa ve her an yok etmek ve çürütmek için saldırıyorsa, sen neden hala insanlıkta ısrar edersin ki? Bu hayvana karşı insanlık kaç para eder?
Tüm bunlara rağmen hayvana karşı insanlıkta ısrar, inanın mücadeleyi “yozlaştırır”. Değişen Ortadoğu’da da hiçbir yer edinemezsin. Olacağın ve gideceğin en iyi yer, eskisi gibi sadece “kölelik statüsü” olur. Çünkü Sömürgeciyle yapılan hiçbir hiç bir insani anlaşma onurlu olmaz ki zaten biliniyor, sömürgeci insana değer vermiyor.
Onun için sömürgeciyi bir karar kılıcı ve baba gibi görmemek ve ona “mevcut süreçte” insani temelde “yüklenmemek” gerekiyor! Ne kadar yüklenirsem ve ağlarsam köşeye sıkışır, dayanamaz, elbet bir hak verir, düşüncesinden sıyrılmak gerekiyor. Bu sömürgecidir, bunda duygu olmadığı gibi insanlıkta yoktur.
Unutmayalım ki Sömürgecileri tanımayanlar önce sömürülür ve sömürgeleşir, ardından da sürüngenleşir giderler.
01.12.2011

26 Kasım 2011 Cumartesi

Öcalan’a Müdahale mi Bekleniyor?

2009 yerel seçimler ile beraber start alan kapsamlı siyasi soykırım operasyonları dün Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ı savunan avukatlara kadar ulaştı. Dolayısıyla Kürd halkının yaşayan ve direnen Önder’ine kadar giden bu sindirme harekâtını; Kürt halkı sömürgeci yasalarla hukuk dışına itiliyor, olarak değerlendirebiliriz. Birçok kesim tarafınca her ne kadar da gidilmesi gereken en son noktaya kadar ulaşıldı denilse de gelinen noktanın esasında “nokta” değil, oldukça uzun bir paragrafı oluşturan yine uzunca cümleler arasındaki açımlayıcı kelimeleri ayıran “virgül”lerden başkası olmadığını söyleyebilirim.
Daha önceleri de çokça dile getirdiğim gibi Kürt hareketi, döneminde çektiği acı ve zor koşulları gördüğünden ve ayakta kaldığından, gelinen süreci, hep gördüğü ve buna rağmen ayakta kaldığı/kalabildiği sürece benzetir.
Bu düşünce sistemi, ezilen ve sömürülen halklarda vardır. Kürt halkı da mazlum bir halk olduğundan ve yöneticileri de Kürt olduğundan, dolayısıyla Kürt halkı, gördüğü, bildiği, duyduğu ve yaşadığı acıyı; baskı, zulmü ve sömürüyü bilir. Yani Kürt hareketi veya içerisinde yer alanlar, gördüğü baskı ve sindirmenin esasında gelinen son nokta olduğunu kabul etmek ister. Bu kabul ediş beraberinde strateji ve taktiklerde dönülmez hatalara yol açar. Mesela Kürt hareketi Amed zindanından başka bir acıyı görmez/göremez veya görmek istemez. Niye? Çünkü Kürt hareketi o büyük zindan direnişi sonrası ayakta kalabilmiş de ondan. Bu düşünce sistemi ister bir mücadele içerisinde olsun, ister olmasın her bir ezilen ve sömürülen günümüz insanında mevcuttur. Aslında günlük yaşantımızda bile bu tarz olaylar karşımıza çıkar ve biz, bundan daha büyük bir sorun, acı, baskı ve sömürü olabilir mi diye hayıflanır dururuz. Sırf yaşıyoruz ve ayaktayız diye sistemin olabilecek bütün yönelimlerini düşünmek dahi istemeyiz/istemiyoruz.
Hâlbuki karşımızdaki devletin sömürgeci yasalarla yönetilen bir sistem olduğunu anlayabilseydik, alınacak tedbirler de bu yönlü olur ve hiçbir şekilde boşluğa düşmezdik! Sonrasında oluşan boşluklar sömürgecilerce de doldurulamazdı.
Bu düşünce sistemimiz bir yerde, her birimizin tek tek aslında “günü birlik” bir yaşam sürdürdüğümüzün de kanıtı oluyor. Mantığı kavrayışımız bize 90’lı yıllardan başka bir acıyı da düşündürmez. Neden? Çünkü on binlerce insanımız asit kuyularında çürütülmüş, köylerimiz yakılmış, kadın ve kızlarımıza tecavüz edilmiş, dedelerimize “bok” yedirilmiş ve “bundan başka daha büyük bir acı ve baskı olmaz/olamaz” düşüncesiyle hareket edip ona göre yaşam sürmüşüz de ondan.
Yanılıyoruz ve uyuduğumuz bu uykudan bir an önce uyanmamız gerekiyor. Karşıdaki düşmanı tarif ettiğimiz kadar anlamamız ve tanımamız gerekiyor. Hem düşmanın sömürgeciliğini söyleyeceğiz hem de bu sömürgeciyle birlikte bir yaşamdan bahsedeceğiz. Hem tüm dünyanın Kürdün karşısında cepheleştiğini söyleyeceğiz, hem de bu cephenin kuklası bir devletçik tarafından gördüğümüz zulmü belgeleyerek yine cephecilere sunup bu devletçiği mahkum etmesini bekleyeceğiz. Biz bu halimizle rüyadan başka bir şey görmüyoruz. Hem öyle kardeşlik nutukları atmanın da bir anlamı kaldığını sanmıyorum, çünkü karşındaki kardeşin değil.
Kürt hareketi belki de yüzyılın iyilik hareketidir, ancak karşısındaki güç dünya kuruldu kurulalı insanlığı kul ve köleleştirmeye çalışan ve bu anlamda ahırlaştırdığı her bir dünya toprağında özgür zihinlerin karşısında durarak, makineleşmiş zihinler üreten ve onları hapsederek kullanmaya çalışan bir sömürgeci sistemdir. Öyle ki R.T. Erdoğan’ı da Çiller’leştirdik. Bunu söyleyerek aslında zihnimizin almak istediğini düşündük. Bilinçaltımıza yönelemedik. Dêrsim ve Zilan öylece kalsın dedik. Sömürgecinin unutmadığını ve fırsatını eline geçirdiğinde yeni Dêrsim’ler yapacağını düşünmek bile istemedik. Sanki biz düşünsek, o da düşünür gibi hep korktuk ve sonunda da korktuğumuz başımıza geldi. Öyle oldu ki sömürgeci Dêrsim katliamını bize hatırlattı ve Kürtlerle resmen alay etti. Ama biz bunun bile farkına varamıyor ve günü birlik yaşamda ısrar ediyoruz.
Hâlbuki Sayın Öcalan, Hakkâri katliamında söylemişti; sömürgeci sistemin amacının buraları Dêrsim’leştirmek olduğunu. Aslında onun öncesi de var. Mazıdağı Zankırta (Bilge) köyünü unuttuk herhalde. Nasıl da kadın, yaşlı ve çocuk dinlemeden öldürüldüler? Sömürgeciler bize yeni Dêrsim’lerin olacağını ta o zamanlardan beri göstermişlerdi.
Sen söylemez ve düşman dediğin düşmanı bir Dêrsim katliamcısına benzetmez de, ayakta kaldığın 12 Eylül ve Çiller dönemine benzetirsen, düşman sandığın ama tedbirini almadığın düşman sana, mesele Kürt olunca nasıl bir “Nazi” kesilebileceğini, sana soluttuğu Çelê kimyasal örneğiyle gösterir.
“Sen istediğin kadar beni tanımamaya çalış ama ben sömürgeciyim”, der ve seni şaşkına çevirir.
İntikam yemini eden Abdullah Gül’ün ‘iyi şeyler olacak’ açıklaması sonrasında kaleme aldığım yazılar, umarım hafızalardadır. O günlerde, olacak olan ‘iyi şeyler’ değil, ‘kötü şeyler’dir ve aslında ‘iyi şeyler’ denilen sadece “kendileri ve zümreleri için yapılmak istenenlerdir, yani olacaksa ‘iyi şeyler’, Kürt halkı değil Türkiye Devleti için olacak” sözlerime karşın, “Dil ve üslubum sürece ters düşüyor” diye “Günlük Gazetesi”ndeki haftalık köşe yazılarım bıçak keser gibi kesildi ve bir daha yayınlanmadı. O günden bu güne “sömürgeci sistemi tanımıyoruz ve tanımak istemiyoruz” tarzında birçok –kendimce- uyarı amaçlı yazı kaleme almıştım. Bu yazılar arasında en son beni şaşırtan bir olay yaşandı ki, bunu yine yazımı da yayınlamamakta ısrar eden “Günlük Gazetesi” Editörüne de yazdım; Hakkâri’de 9 sivil katledilmeden tam “iki” gün önce kaleme aldığım “Tekçi ve Tekelci Zihniyeti Tanıyorsak” başlıklı yazıda Hakkâri’de katliam olabileceğini ve amacın ise Dêrsim’leştirmek olduğunu söylemiştim. Yazıdan iki gün sonra Hakkâri katliamı yaşandı ve ardından 9 gerilla da katledildi. Tam on gün sonra Sayın Öcalan, köşe yazımda değindiğim konu ve cümlenin aynısını görüşme notunda dile getirmişti. Sayın Öcalan, dışarıda olan biriyle aynı derecede, olan biteni ve olacakları kestirebiliyordu. Kendi kendime soruyordum; Neden yine dışarıda olan diğerleri veya yazılarımı yayınlamayanlar, yaşanabilecekleri kestiremiyordu?
Peki, neden neydi? Süreç.
Süreçmiş! Tamamıyla Kürt halkını yok etmeye dönük süreç. Her gün biraz daha eritmeye dönük, onursuz bir süreç. Gün be gün silikleşen, belleği ziftleşmiş, mücadeleden koparılan, özgür insanın yaşam arayışından uzak ve sorgulamadan ve kaçışı düşünerek yenilgiyi peşinen kabullenen bir halk yaratılmak istenen süreç.
Bakın bu süreç içerisinde cezaevinden mektup yazan PKK davasından ömür boyu hapis cezası almış Mesane Kanseri olan Taylan Çintay ne diyordu;
"Sen; kalabalıklaşan sessizlik: bırak içerdeki insan ölsün. Emin ol, o ışıltılı an geldiğinde son nefeslerini anılarıyla birlikte sevdiklerine emanet edip çekip gideceklerdir. Ya sen! Ayakta, dışarıda ve yaşıyorken; birileriyle konuşuyor ya da önündeki yemeği kaşıklıyorken, hiç mi ağzında 'ölü eti' hissetmeyeceksin?"
Aslında kanser olanın Taylan arkadaş değil, topyekûn bizler olduğunu anlamak istemedik ve hala duyarsız bir şekilde de beklemekteyiz.
Bir bakıma şimdi Taylan arkadaşın mektubu karşısında cevap olamadığımız için bir bir cezaevlerine gidiyoruz. Belki aynı hastalık veya benzerleri bu kez bizi de bulacak! Kim bilir belki yarın “rojevakurdistan” ve yazarı olduğum diğer sitelerde; “Yazarımız Serhat Polatsoy’da tutuklandı veya öldürüldü” diye haber okursunuz.
Erdoğan, Çillermiş!
Erdoğan’ın Dêrsim ve Zilan, Halepçe ve daha nice katliamların planlayıcısı bir sömürgeci kuklası olduğunu ve hatta aynı mantığın Hitler versiyonu olduğunu iki yıldan bu yana her yazım(ız)da dile getiriyorum ve getiriyoruz. Şimdi mi Erdoğan’ın zihniyeti anlaşılıyor? Aslında hala anlaşılmış değil! Hala “anlamsız ve çürüten” bir umut var. Elbet “umut olmasın” demiyorum, insanız ve umudumuz elbet olacak, ancak bu umut neden Cegerxwin’in umudu gibi olmasın ki?
Gün geçmiyor ki yeni bir tutuklama ve katliam yaşattırılmasın Kürde. Bir taraftan bunca gözaltı, tutuklama ve ölümler yaşanırken, diğer taraftan sömürgeci tiyatro sanatçısı usta oyuncu Erdoğan çıkıp; varsa literatürde böyle bir şey, ben Dêrsim halkından özür diliyorum, diyor. Kimse çıkıp da, bunun hesabını sormuyor. Yok, özür böyle mi dilenir, yok eski dosyalar açılsın, yok samimiysen şöyle böyle yap, diye her kafadan bir ses çıkıyor.
Yahu karşında seninle alay eden bir sömürgeci ustası var, sen ondan ne bekleyebilirsin ki?
Kendimize şaşıyorum!
Hala bu sömürgeci devlet ve yöneticilerinden medet umuyoruz! Hala Kürt halkının haklarını tanımalarını bekliyoruz. Yahu adam gün be gün eritiyor; and içmiş direnen Kürdü bitirmek için. Bilmem ki daha ne olması bekleniyor. Fetva’da çıktı. Fetullah katliam fermanını vermedi mi?
Ne bekleniyor? Sayın Öcalan’ın yok edilmesi mi? He bunca yaşanan olaylar müdahale değil de, bir de fiziki müdahale olması mı bekleniyor?
Kendimizi kandırmayı bırakalım ve biran önce uyuduğumuz bu çılgın uykudan uyanalım. Hem bizler, “Sömürgecileri tanımayanların önce sömürüldüğünü ve ardından da sürüngenleştiğini bilmiyor muyuz? Bilmiyorsak eğer biz Kürtler ya çok saf’ız ya da çaresiz ve zavallıyız.
26.11.2011
mehmetserhatpolatsoy.blogspot.com