24 Eylül 2011 Cumartesi

TAK, Belirsizliğe müdahale mi?

TAK’ın, yani Têyrênbazên Azadiya Kurdistan-Kürdistan Özgürlük Şahinleri örgütünün ismini daha önceleri de defalarca duymuştuk. Dikkat edilirse TAK’ın ismini duyduğumuz anlar ‘belirsizlik’ anlarıdır. Bu belirsiz anların tarifini hem TC’nin kural tanımaz, hem de HPG’nin hümanist savaş kurallarıyla açıklayabiliriz. Bilinir ki TC özel savaş sisteminin yürütücüleri,  hiçbir savaş kuralını tanımıyor. Bu sistem, kuralsızlığı kural edinerek bildiği tarzda masum sivilleri savaş sahasına çekerek katlediyor. Ondan sonra bundan dolayı dünya kamuoyunu da doğru temelde bilgilendirmiyor.  Dikkat edilirse 7 sivil Kürd vatandaşının direkt hedef alınarak katledilmesinde de, hem TC’nin yetkili ağızları hem de istihbarat destekli olduğu iddia edilen Ahmet Altan’ı, TC’yi haklı çıkarıcı ama Kürdü tahrik edici/baştan çıkarıcı haberler vermeye/yapmaya ve halkları oyalama ve kandırmaya dönük propaganda içerisine giriştiler. Tıpkı “PKK’nin helikopterleri, köylüleri bombaladı” diyen Tansu Çiller gibi…
PKK’nin silahlı gücü HPG sistemi ise yürüttüğü savaş çizgisi ve uluslararası sözleşmelere bağlı kalan bir örgüt olarak karşımıza çıkıyor. Buna rağmen de ‘Tanrı’ ABD’nin Ortadoğu uzmanlığına atanan Türkiye tarafından ve aynı zamanda her ülkede terörist ilan edilen bir örgütün savaş gücü olarak dünyaya tanıtılıyor. Oysa biliniyor ki HPG’nin imzaladığı tüm uluslararası sözleşmeleri TC’nin kendisi de imzalamış. TC, bu sözleşmeleri çiğnemesine rağmen haklı olan taraf olarak kendisini, haksız ve terörist olan taraf olarak da hep sömürmeye çalıştığı Kürd tarafını görüyor, dahası ilan ediyor. HPG, sömürgeci sistemin tahriklerine kapılmayarak, imzaladığı anlaşmalar ve ideolojisindeki hümanizm gereği sivil insanlara yönelik eylemleri yapmıyor ve dün olduğu gibi de tasvip etmeyerek halklara zarar veriyor düşüncesiyle, TAK’ı uyarıyor!
TAK ise, kendi açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, hiçbir örgüte ve sözleşmeye bağlı olmayan bir savaş gücü olarak TC ile HPG’nin arasında duruyor. İki savaşan taraf var ve bir taraf -yani TC- sürekli sömürmeye, yutmaya, eritmeye, silikleştirme ve katletmeye çalışırken, diğer taraf ise –yani HPG- sürekli zeytin dalı uzatarak, bu ahlaksızca yönelimi bertaraf etmeye ve savaş kurallarına uyarak da düşmanının yönelimlerine aynı tarzda değil, gerektiğini düşündüğü yerde karşılık veriyor.
Yani aslında HPG hümanizm ile bir yerde doğanın canlılığı, akışkanlığı ve normal seyir düzeyini yerine getirmekle birlikte, karşısındaki bu adil dövüşmeyen savaş gücüne karşı da, etkisiz kalarak, onu kesmeye ve kesmeyle birlikte etki-tepki olayına ters düşüyor, gibi geliyor. Bu nitelik tamamıyla hümanist bir bakış açısından doğduğu gibi insanlığın gereğidir de. Ancak karşıdaki güç, bu değil. Yani karşıdaki sömürgeci güç, insafa gelmez, akıllanmaz ve düşüncesi de kartezyenci ve mekanikçi bir felsefedir. Böyle bir savaş tarzı karşısında HPG tabi ki de eksik ve yetersiz kalır. Ayrıca sömürgeci savaş mantığından insafa gelmesini beklemek de, saflık olur.
Anladığım kadarıyla TAK, kimseyi insafa çağırmıyor ve kısmen, an içinde yoğunlaşıyor; hatta yetersiz bile kalıyor! Yetersiz kalmasının nedeni etki-tepkinin yerli yerine oturtulamayışı ve anında karşılık vermemesidir.  Ancak başta da belirtiğim gibi TAK, ‘tam’ belirsizliğin olduğu anlarda ortaya çıkmıştır. TAK’ın bu özelliğini en iyi, Kuantum felsefesinin Belirsizlik ilkesiyle açıklayabiliriz.
Bilirsiniz; Fizikte yapılan deneyler sonucu kartezyenci, mekanik felsefenin klasik fizik anlayışı kainatın doğal seyrini açıklamada yetersiz kalınca, bir çok yeni deneme yapılmak zorunda kalındı. Buna göre yapılan deneyler sonucu, “Işığın hem dalga, hem de parçacık özelliği göstermesi, bir parçacığın konum ve hızının bir anda birlikte ölçememe” durumunu ortaya çıkardı. İşte tamda burada belirsizlik gibi bir ilke bilim alanına girdi. Bu ilke sömürgecilerin istediği bir tarzda ilke değil, çünkü sömürgeciler halkları kaderci ve boyun eğmeci bir halde tutmak istediklerinden, düz çizgisel bir yaşam sürmeleri gerektiğini de empoze etmeye çalışmaktadırlar. Buna göre sömürgeciler, her türlü teknik ve yöntem ile halkların üzerine gidebilirler, ancak bunun karşısında mazlum halklar da boyun eğmelidirler, düşüncesinde ve dayatmasındadırlar. İşte TAK’ın ortaya çıkış hali, yapılan birçok deneyin başarısız çıkması ve belirsizlik ilkesinin bilime girmesiyle eşdeğerdir.
Belirsizlik ilkesi şuanda tüm bilim tarafından desteklenmekte ve yapılan deneyler bu ilke baz alınarak sürdürülmektedir.
Eğer bilim insanları tarafından kabul gören bu belirsizlik ilkesi üzerinden hareketle bir şeyler söylemek gerekirse TAK, Bilim’in de kabul gördüğü bir işleyişle belirsizliği ifade ediyor ve belirsizliğe müdahale ederek kendi varlığını ortaya koyuyor. Sonuçta Belirsizlik ilkesi, insan, doğa ve evren olgularında işleyen, günün ve geleceğin belirlenmesi noktalarında geçerli olan temel bir doğa ilkesi ise, buna karşın insanında bilinçli ve amaçlı bir varlık olduğu ve bir örgüt ile amacına ulaşması gayet doğaldır. İnsanın gerek kendi toplumsal doğasını gerekse çevresini örgütleme, geliştirme, değiştirme ve şekil vermede irade sahibi ve de yaratıcı özellikleri olan bir güç ve doğal bir duruş olarak görülmesi de bu doğanın bir parçasıdır. Öyleyse insanların bir örgüt adıyla ortaya çıkıp belirsizliğe müdahale etmesi de doğal olarak doğanın bir parçası oluyor.
Tüm bu açıklamalar insan ölümlerini meşrulaştırmak için değil, aksine bilimsel olarak da ispatlanmış belirsizlik ilkesine göre hareket eden yapıların varlığını vurgulamak ve müdahaleci yanlarının olmasının da doğal olduğunu belirtmek içindir. Çünkü kainat belirsizliklerle doludur. Bu belirsizliği açığa çıkaran bir önder ve örgütü oldu mu ve karşılarında da böylesine sömürgeci bir güç oldu muydu, işte o zaman insanlar yaşamlarını yitirmeye devam edecektir; çünkü kaos belirsizliğin sonucunda ortaya çıkıyor. Oysa sömürgeciler ahlaksız savaş kurallarına son verir ve insanlığa hizmet edici hallere yönelip hümanizmi işletirlerse, var olan belirsizlikler, hakikat temelli insanlığın hizmetine koyulabilir. Bu anlamda TAK’ın ortaya çıkış halleri belirsizliği ifade etmekle beraber, yapılan eylemler dolayısıyla belirsizliğin kaosa dönüşmemesi için de kainata bir uyarıdır.
24.09.2011
mehmetserhatpolatsoy@blogspot.com

12 Eylül 2011 Pazartesi

Yine tehdit ve yine maalesef Barzani

Şimdi sanılacak ki kafayı Sayın Mesut Barzani ile bozmuşum. Yazılacak bir çok konu olmasına rağmen, neden Barzani tehdidiyle ilgili ikinci bir yazı yazma gereksinimi duydun, diye bir soru sorulabilir. Cevap; Hala güncelliğini koruyan “Barzani, PKK’ye Teslimiyeti Dayatıp Tehdit (mi) Ediyor” başlıklı yazımda geçen tespitler ve Sayın Barzani’nin bir yerde ‘sömürgeci sözcülüğü’ yaptığını belirtici ifadeler, maalesef Sayın Barzani’nin son açıklamalarıyla ikinci kez tasdik edilmiş oldu ve ikinci yazı yazma gereksinimi duydum da ondan. Bu güne kadar Güney Kürdistan Bölge Başkanı Sayın Mesut Barzani ile ilgili birçok yazı yazdım. Yazılarımda, ‘bir dönem’ Kürdistan ulusal çıkarları doğrultusunda emek harcadığı için Sayın Barzani’ye karşı kullandığım üslupta oldukça dikkatli oldum ve halen olmaya da devam ediyorum. Bu dikkatin nedeni, vermiş olduğu emekten başkası değildi..!
*
Bir kişi, her hangi bir ideolojiye gençlik yıllarında destek vermiş ve kendince bazı ‘hakları’ kazandıktan sonra bırakmış ise, ona hala saygı duymanın çok doğru olmadığını belirtmek istiyorum. Hepimiz biliriz; Ben, daha sen doğmadan bu mücadele içerisindeydim veya senin gittiğin yollardan ben çoktan geçtim, ya da senin bahsettiğin bu konuları biz yemiş yutmuşuz tarzından kendini oldukça ulaşılmaz gösterici tutum ve yaklaşımlar içerisinde, oldukça insanımız vardır. Burada kişi, kendisini baba ve ondan sonra gelenleri de çocuk diye görür ki, kendince kendisi, ondan sonra gelenlerin hepsini daha önce yapmış ve sonunda da, ne yapmışsa başaramayarak sisteme teslim olmuştur’dan kaynaklı, çocuğuna öğütler vermekle geçirir, geriye kalan tüm ömrünü.
Böyle bir durum karşısında kişinin önceki emeğinden kaynaklı ona, -tüm olumsuz duruşuna rağmen- ömrünün sonuna kadar minnettar kalma ve saygı duymanın, ona gereksiz değer vermekten başka bir şey olmayacağını belirtmek isterim. Tersi yaklaşımlar, onun teslimiyetçi, bencil ve dar çıkarlarına hizmet etmek demek anlamına gelir ki, sömürgeci sistemin istediği de tam olarak budur. Şahsen ben, kişi ideolojik ve askeri mücadele içerisinde yer almış ve alıyorsa, o kişinin “günün yirmi dört saatini hizmet ettiği davaya adamalıdır” düşüncesinden hareketle, geçmişte emek vermiş ancak şuanda geri duran veya dar, çıkarcı yaklaşan bir pozisyonda olarak görülen bu kişiye, çok fazla da önem atfetmenin gerçekçi olmayacağını düşünüyorum.
*
Yukarıda değindiğim, hepimizin günlük yaşamda gördüğü ve yaşadıklarından birkaç örnektir. Hepimiz bu ve buna benzer birçok örnekle karşılaşmışız ve hatta –sorulduğunda, hayır kesinlikle ben böyle biri değilim deyip, hiçbir şart ve koşulda bu tanımlamayı kabul etmiyorum diyerek şiddetle reddetsek de- kendimiz dahi zaman zaman bu hatalara düşmüşüzdür.
Geçen yazımda, Sayın Mesut Barzani’nin PKK’ye teslimiyeti dayatıp tehdit ettiğine, kısmen şüphe ile yaklaşmıştım. Olabilir mi? Gerçekten geçmişte aynı sömürgeci güçlerle savaşan bir birey, şuanda aynı sömürgecilerle kardeşine karşı bir olabilir mi? Kan, gözyaşı ve acıyı iliklerine kadar yaşamış bir birey, yine kendince bazı hakları kazandım deyip, sömürgecilerin hiçbir koşulda Kürd halkına fırsat dahi tanımadığı yasal alanda, “git siyaset yap ve asker ile pastar öldürme” diyecek kadar dününü unutabilir mi? Bu ve buna benzer birçok soru sorulabilmesine karşın, çok fazla sorular sormak bir yerden sonra anlamsızlaşıyor ve okuyucuların vaktini almaktan da öteye gitmiyor. Onun yerine Sayın Barzani’nin son açıklamasına bir bakalım ve ben yine kendimce bu açıklamanın yorumunu son olarak sizlere sunayım.
Sayın Mesut Barzani, Zaxo'da düzenlenen festivale gönderdiği kutlama mesajında aynen şunları söylüyor.
PKK ve PJAK, İran ile Türkiye'ye saldırı için bahane vermese onlar gelip Kürt bölgesini bombalayamazlar. Biz hem PKK hem de PJAK ile sorunun diyalog için çözülmesi için görüştük, görüşüyoruz. Biz Kürtlerin hakları için çalışıyoruz. Biz onlara çalışmayın demiyoruz. Ama dönem silahlı mücadele dönemi değil. Eğer gücün varsa Türkiye'de Ankara parlamentosunda 30, 40, 50 parlamenter ile var olun. Orada mücadelenizi ve savaşınızı verin. Oradaki mücadeleni bütün dünya görsün. Biz 20- 30- 40 yıl önce mecburen kimliğimizi korumak için silahlı mücadele verdik. Ne top ve uçakla bu sorun çözülmediği gibi, nede asker ve pastar öldürmek ile bu sorun çözülmez. Bu ancak barış ile çözülür. Eğer barış olursa biz her tarafın hizmetindeyiz. Ama savaşta ısrar ederlerse o zaman bu savaşın Kürt bölgesinin dışında uzakta olması için elimizden ne gelirse onu yaparız. Bunun dışında bir şey yapamayız" dedi
Bu açıklama bana yabancı gelmediği gibi, şaşırtmadı da. Çünkü bir önceki yazımda Sayın Barzani’nin PKK’ye teslimiyeti dayatıp tehdit etmesini işlemiştim.
Yazıyı yazarken Sayın Barzani’nin, her bir cümlesine tek tek yorum yapmaya gerek yok diye düşünüyordum. Her ne kadar hakikate ters olmasa da, toplumumuzda olan yargı; tüm açıklamanın içerisinden bir cümlenin çıkarılıp, bu cümle üzerinde yorum yapmanın yanlış olduğu düşüncesinin var oluşudur. Oysa biliyoruz ki, kişinin sarf ettiği tek bir kelime bile onun ne düşüncede olduğunu ele vermektedir. Yine de psikolojik ve sosyolojik değerlendirmelerden kısmen ve zorunlu olarak sıyrılıp, toplumun algılama gücüne göre yazıya devam etmek istiyorum.
Sayın Barzani, “PKK ve PJAK, İran ile Türkiye'ye saldırı için bahane vermese onlar gelip Kürt bölgesini bombalayamazlar”, diyor. Bu söz karşısında söylenebilecek şey; Siz Saddam’a bahane mi verdiniz ki, ABD, Irak’ı vurdu? Siz Saddam ile savaşmasaydınız da, Sömürgeci ABD, Irak’ı vurup işgal etmeyecek miydi?
Sayın Barzani, “biz hem PKK hem de PJAK ile sorunun diyalog için çözülmesi için görüştük, görüşüyoruz. Biz Kürtlerin hakları için çalışıyoruz, diyor. Kürtlerin hakları için çalışmak dört parça Kürdistan’ın haklarına seslenmek ve ulusal birliği güçlendirmek olmak gerekirken, siz hangi bir gün İran, Türkiye ve Suriye Kürdleri için bir politika geliştirdiniz? Kürtlerin hakları dediğiniz, hangi bölge Kürtleri veya kimlerin çıkarları için çalışıyorsunuz?
Sayın Barzani, “biz onlara çalışmayın demiyoruz. Ama dönem silahlı mücadele dönemi değil. Eğer gücün varsa Türkiye'de Ankara parlamentosunda 30, 40, 50 parlamenter ile var olun. Orada mücadelenizi ve savaşınızı verin. Oradaki mücadeleni bütün dünya görsün, diyor. Silahlı mücadele dönemi bitmiş ise, siz neden üç yüz bin kişilik Pêşmerge gücünü dağıtmıyorsunuz? Güç derken, ideolojik donanımdan mı bahsediliyor, yoksa arkasına alacağı bir ABD desteğinden mi? İdeolojik donanım ise, yürüyen ve günden güne bütün halk tabanına yayılan paradigmanın sahibi bir hareketin halkı bilinçlendirme pratiğini bilmeniz ve demokratik ekolojik cinsiyet özgürlükçü paradigmanın yürütücülerinin “güçlerini” bilmeniz gerekir. Yok, ABD’yi arkasına almaktan bahsediliyorsa, o zaman PKK’nin direnişinin ne anlamı var? PKK, mevcut felsefesiyle hiçbir sömürgeci gücü arkasına alamaz ki zaten birileri gibi siyasetteki tavizi, ihanet ile karıştıramaz. PKK’nin bu ideolojiyle böyle bir şeye lüksü olamaz.
Sayın Barzani, “biz 20- 30- 40 yıl önce mecburen kimliğimizi korumak için silahlı mücadele verdik, diyor. Aslında burada, Sayın Barzani’nin bölgesel ve dar yaklaştığını “kimliğimizi” sözcüğünden anlayabiliyoruz. Tek bu cümle ve içerisinde geçen sözcük dahi Sayın Barzani’nin ulusal mücadeleye dar yaklaştığını kanıtlıyor. Yine de sormak gerek; KDP’nin halkı ayrı, PKK’nin halkı ayrı ayrı haklar mı? Diyelim ki, siz kimliğinizi kazandınız ve haklarınızı aldınız, şimdi, siz demek bütün Kürdistan mı demek? O zaman Kuzey ve Doğu Kürdistan’da katledilen Kürdler uzayın mı halkı? Hani siz kimliğinizi kazanmış ve sorunu bitirmiştiniz?
Sayın Barzani, “ne top ve uçakla bu sorun çözülmediği gibi, nede asker ve pastar öldürmek ile bu sorun çözülmez. Bu ancak barış ile çözülür. Eğer barış olursa biz her tarafın hizmetindeyiz.
Açıklamanın en can alıcı kısmı da bu olsa gerek; Ama savaşta ısrar ederlerse o zaman bu savaşın Kürt bölgesinin dışında uzakta olması için elimizden ne gelirse onu yaparız. Bunun dışında bir şey yapamayız, diyor.
Açıklamada yer alan bu son cümle düşündürücü olduğu kadar oldukça ürkütücüdür de. Çünkü Sayın Barzani, “savaşın Kürt bölgesinin dışında uzakta olması için elimizden ne gelirse onu yaparız, diyor. Bu demek PKK ve PJAK denetiminde olan Medya savunma alanlarının sınırlarını ayırmak demektir. Güney Kürdistan sınırları ile medya savunma alanlarının sınırlarını resmi olarak ayırmak demek, TC ile İran’a; “Buyurun, istediğiniz gibi girebilirsiniz, buralar benim değil”, demek anlamına gelecektir. Böylelikle Sayın Barzani, eli Kürd kanına bulaşmamış, kardeşkanı dökmemiş sayılarak, Kürd haklı nezdinde de suçlu görülmeyecek. Sayın Barzani’nin açıklamalarından da anlaşılıyor ki plan bu gibi görünüyor. Sayın Barzani’nin böylesi tehlikeli bir plana dâhil olması demek zaten baştan sömürgecilerle ortak olmak anlamına gelecektir ki dolayısıyla eli kardeşkanına da bulaşacaktır.
12.09.2011
mehmetserhatpolatsoy.blogspot.com