26 Ekim 2011 Çarşamba

Van Depremi Doğa Olayı mı?

Bilindiği üzere Kuzey Kürdistan’ın ikinci büyük şehri Van’da yürekleri burkan ve Kürd halkını derinden sarsan bir deprem meydana geldi. Deprem henüz yaşanmıştı ki faşist kıtalar, Dünya’nın her bir yanından sanal âlemde ve TV kanallarında yayınladıkları mesajlarla sarf ettikleri sözlerde, bilindik ırkçı ağzı konuşturdular. Bu ağza, özgürlük mücadelesi veren Kürd halkı, yabancı değildi...
Bir iki sallantının dışında hayatımda hiç yıkıcı deprem anını birebir yaşamışlığım olmamıştır. En son Gölcük deprem görüntülerini izlerken, aklımda kalan, acı, feryat ve figanlar ne kulaklarımdan, nede gözlerimin önünden gitmemiştir.
Depremin yıkıcılığı ve sonrasının zorluğu bir yana, beni düşündüren şeyleri paylaşmak istiyorum. Bana ister “deli” deyin, ister “uçmuşsun” deyin ama ben bu düşündüklerimi paylaşmak zorunda olduğumu hissediyorum.
Bilindiği üzere Kâinata, Evren, Dünya ve nihayetinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya şekil vermek isteyen bir ‘Tanrı’ (ABD) gerçeği var. Bu gücün okyanuslar ötesinden bu bölgelere gelip müdahalelerde bulunmasındansa bir başka gücün müdahaleci olma gereksinimi doğmuş ve Türkiye, Tanrı’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki “elçi’si” konumuna getirilmiştir. Öyle ki Türkiye, Davos’tan bu yana buralardaki rolünü tüm bölgelere öyle veya böyle ilan etmiştir. Hiçbir engelin çıkmaması durumunda da Türkiye, lider ülke durumuna getirilecektir.
Bu lider ülke olacak müdahaleci güç, aynı zamanda komşularına da kafa tutan bir pozisyonda olmuş ki zaten konumu gereği bu Kasımpaşa ağzı da, doğaldır.
Türkiye, bunca kabarmalarla, bölgede bir güç olduğunu değişik biçimlerde ortaya koymak istemiştir. Erdoğanlı iktidar, kıvrak danslarıyla bir yerde mazlumun yanında olduğu görüntüsü çizerken, diğer yandan da sömürgeciliğin iyi bir elçisi olduğunu kanıtlamalı ki hem bölge halkları nezdinde iyi bir ‘Müslüman’ olduğunu göstersin, hem de sömürgecilere ne kadar sadık olduğunu.
Hal böyleyken, Tanrının Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmesinin önünde hiçbir engel ve güç olmamalıydı.
Onun için Erdoğanlı iktidar ilk başlarda Türkiye’nin bedenine yönelmeliydi ki yüzyıllık planlar işletilebilsin. Erdoğan bir yerde İsmet İnönü’nün yapamadığı İslam ayağını da, planlarıyla birleştirerek, halkları tümden sömürgecilere teslim etme gayreti içerisine girişti. Buna göre Mevcut iktidara karşı bağırsaklarını temizleme operasyonu adı verilen bir müdahaleyle, Türkiye sınırları içerisinde ki siyasi partiler, başkanlar, kurum ve kuruluşlarla, nihayetinde Ordu ve Polis gücü etkisizleştirildi. Bu kurumlar kendi zihninin düzeyine, yani itaate çekildi. Her türlü muhalefeti ortadan kaldırması gerekirdi ki, orduyu ve polisi dize getirsin ve yeni bir polis ve ordu gücüyle, olacaksa yeni bir muhalefet ve yeni bir medya inşa edebilsin.
Erdoğan almış olduğu rol ile bütün bunların hepsini çok iyi başardı ve şuanda Kürt özgürlük hareketi dışında bu zihnin önünde, değil bir kuruluş eğilmeyen tek bir birey dahi kalmadı. Varsa yoksa “son peygamber Erdoğan” sesleriyle oluşturulan bir halklar korosunun yer aldığı, bir Türkiye kuruldu/kurulacak. Bu Türkiye, ABD’nin Türkiye’sinden başkası değildir. Tek ABD’den inen ‘ayet’lerle şekillenen bir yönetim ve kadrosu oluşturuldu.
Türk Başbakanı Erdoğan, Tanrı’dan aldığı görev ile Ilımlı İslam diktatörlüğünün karşısında kalan tek güç ve engel olarak gördüğü Kürt muhalefetinin de içini boşaltma ve etkisizleştirmeyle, neredeyse marjinalleştirme yönündeki çabalarını doruğa ulaştırdı. Her gün dozajı biraz daha artan siyasi ve askeri soykırım operasyonlarıyla psikolojik savaş devam ederken, Türk metropollerinde de, Erdoğan’ın Ordu ve Polis gücünün yapamadığı linçler tezgâhlandı ve Kürt halkı bu linçlere maruz kaldı/ kalıyor.
Bir taraftan bunlar olurken, diğer taraftan KCK’nin askeri kanadı olan Halk Savunma Güçleri, görevlerini misliyle yerine getiriyor ve işgal edilen Kürdistan topraklarından düşman güçlerini çıkartma adına eylemlerini gerçekleştiriyorlar.
Normal şartlar altından sözüm ona bütün bölgeyi dize getiren Erdoğan, PKK’yi ve Kürt halkını da dize getirmeliydi. Ama olmuyordu. Erdoğan’ın orduları her koldan Kürde yöneldiği halde Kürdistan özgürlük hareketi tek bir adım dahi geri atmıyor ve düşmanın üzerine üzerine gidiyordu.
HPG’nin en son Çukurca eyleminde de görüldüğü gibi on sekiz ayrı işgal yuvasına birden baskın düzenlemesi, bütün dünyayı şaşkına çevirdi. Hiçbir ülke dile getirmese de bütün dünya adeta PKK’yi ayakta alkışladı. Nasıl olurda, adına “şaki, eşkıya, terörist dedikleri üç beş çapulcu” bu eylemi yapabildi, dediler. Her ne kadar da bu eylemin ardında, uzaylı desteğini arasalar da, Türkiye’nin prestiji fena halde yerlerde sürüklendi/sürükleniyor. Buna bir dur denilmeliydi. Aksi halde, ölen asker ve polislerin ardından gerçekleştirilen “Şehit yürüyüşleri” kontrol edilemeyecek ve içinden çıkılmaz bir hal alacaktı. Erdoğan her ne kadar “basına ayar verdiyse” de, “şehitler ölmez” yürüyüşlerinin önünü alamadı. Böyle gitmesi durumunda Erdoğan’ın iktidarı sallanacak ki zaten “Hükümet istifa” sloganları, cılız da olsa meydanlarda dillendiriliyordu. PKK, buna benzer bir kaç eylem daha yapsaydı, bu yürüyüşler hükümeti istifaya zorlayabilirdi. Hükümetin istifa etmesi demek de, doğallığında AKP iktidarının yok olması demek olacaktı. Bu yok oluş ABD’nin hiçbir şekilde işine yaramayacaktı ve bu gidişata bir dur denilmeliydi. Çünkü Tanrı’nın buralarda yapacağı daha çok şey var!
Şimdi sıra kimilerine göre “deli” olduğumu düşünmelerine neden olacak görüşüme geldi.
Düşünsenize; Koskoca bir Türkiye bütün dünyaya kafa tutuyor ve “üç beş çapulcu” diye adlandırdıkları bir örgüt, gelip dünyanın altıncı büyük ordusuna sahip ülkenin yüzlerce asker ve polisini bir anda yok edebiliyor. Bu düşünce Ortadoğu’da hesapları olan bütün ülkelerin aklına gelmiştir. Buna göre akla gelen diğer önemli bir nokta ise, “öyleyse Türkiye bir hiçtir”, düşüncesi oluyor. Ardından gelen sorulardan birisi de; bir örgüt ile baş edemeyen bir Türkiye nasıl olurda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın elçiliğine soyunabilir ve yürütebilir, temelindedir.
İşte tüm bu soruları, büyük şef ABD’de sordu ve mevcut algı bir “ilahi güç” ile gündem değiştirme yoluna girildi. Öyle bir şey olmalıydı ki, hem mevcut siyasal süreçte Müslüman Kürt halkına bir “ilahi uyarı” verilmeliydi, hem de Türkiye gündemi, baskınların yarattığı tahribattan kurtarılmalıydı. Bunu yapacak tek güç ise tabi ki ABD’dir.
İlahi inanca göre Tanrı, bir şeyin olmasını istediği anda “ol” der ve istenilen şey anında oluverir, diye bilinir. Tanrı (ABD), Van’da hareketlendi ve Deprem yarattı.
Nasıl mı?
Bilindiği üzere ABD, diğer bütün konularda olduğu gibi Teknoloji ve İstihbarat konusunda da, diğer ülkelere göre imkânsız ve akıl almaz denilecek bir boyutta gelişmiştir, birinci sıradadır. Teknolojiyi kullanabilmek ve onu insanlık üzerinde deneylerle ilerletmek ancak bir sömürgeci zihnin tasarlayabileceği ve uygulayabileceği iştir. ABD’nin DNA’larında da bu sömürgeci yapı mevcut olduğundan, kurumunu “ilahi bir güç”, dünya halklarını da iyi birer “kul” olarak görüp ona göre dünyayı şekillendirmesi bu zihne göre gayet doğaldır.
ABD tarafından kurulmuş, kısa adı HAARP ( High Frequency  Active Auroral Research Program – Yüksek Frekenaslı Aktif Auroral Araştırma Programı ) olan teknolojik bir kurum var. Bu kurum Alaska’da kuruludur. Alaska’nın seçilmesinin nedeni buranın, dünyadaki elektromanyetik kuşakların özel bir kesişim bölgesi olması olduğu gibi ”Auroral” denilen ışımaların en yoğun yaşandığı bölgedir de. Bu yerin seçilmiş olmasındaki diğer önemli neden de, buradan dünyanın elektromanyetik alanlarına müdahale edebilme şansının olmasıdır. Auroral; bir gezegenin manyetik kutupsal bölgelerinde atmosferin yüksek katmanlarında gezegenin manyetik alan çizgileri boyunca hızlandırılan elektronların uyardığı atomlardan oluşan ışık huzmeleridir.
Donanld Goddard; Trail of the Octopus - Ahtapot’un İzi, adlı kitabında; HAARP’ın Alaska’da Anchorage’in 200 mil doğusundaki Gakona kasabasında, Arktik kompleksinde Pentegon tarafından inşa edildiğini söyler. HAARP’ın amaçlarına dönük ABD tarafından servis edilen haberlerin yanı sıra bunun tam karşıtı, bağımsız kaynakların ve HAARP üzerine yoğunlaşan araştırmacıların ileri sürdükleri iddialar, dudakları uçuklatır niteliktedir.
Mesela, Dr.Nick Begich ve Jeane Manning’in derlemelerinin yer aldığı Angels Don't Play This HAARP-Advencis in Tesla Technology ( Melekler, HAARP ile Oynamaz) adlı kitapta, HAARP projesinin amaçlarına ve yapabileceğine ilişkin iddialar ileri sürülmüştür. Ne hikmetse ABD Hükümeti bu korkunç iddiaların hiç birisi hakkında, aksi tek yorum dahi yapmamıştır.
Şimdi, HAARP karşıtı açıklamalara ve bu teorileri destekleyen olaylara bakalım.
Buna göre HAARP teknolojisi;
1. İklimleri değiştirebilir.
2. Kutupları eritebilir veya yerinden oynatabilir.
3. Ozon tabakası ile oynayabilir.
4. DEPREM yaratabilir.
5. Okyanus dalgalarını kontrol edebilir.
6. Dünyanın enerji kuşakları ile oynayarak insan biyolojisini ve beynini etkileyebilir.
7. Radyasyon yaymadan termonükleer patlama oluşturabilir.
Görüldüğü üzere ABD’nin HAARP projesi istenildiğinde uygulanabilmekte ve yukarıdakileri ve “tersini” de yapabilmektedir.
Yukarıda sıralanan maddelere göre bir değerlendirme yapacak olursak eğer (ki bu değerlendirme Eski İzmir Cumhuriyet başsavcısı iken Kars’a tayin edilen ve orada Ağır Ceza Üyeliğinden emekli olan ancak kendisinin bir istihbarat ajanı olduğunu tahmin ettiğim, Gültekin Avcı’nın İstihbarat Teknikleri adlı kitabında da mevcuttur)
1.     HAARP teknolojisinin uygulanması demek, Dünyanın enerji alanlarıyla oynamak ve insan beynini kontrol altına alabilmek, demek olacaktır. Bu teknolojinin uygulanması;  insanın ruh sağlığını bozarak düzensiz davranışlara, kan kimyasının olumsuz etkilenmesine, metabolik değişimlere, sinir sisteminin bozulmasına yol açabilir ve zihinsel fonksiyonları etkileyerek insanları şaşkın hale getirebilir.
2.     Eko sisteme zarar verebilir, hayvanları göç ettirebilir.
3.     ABD ordu komünikasyon sistemi çalışmaya devam ederken diğer tüm komünikasyon sistemlerini tümüyle işlemez hale getirebilir.
4.     ABD denizaltılarının olağanüstü alçak frekans kullanabilmesini sağlar.
Bizim için oldukça ilginç olan şey ise, HAARP projesi karşıtı pek çok insanın kaybedildiğidir; ABD’nin bu insanların iddialarına yanıt vermemesi ve “böyle bir şey yok” diyerek korkunç iddiaları çürütmemesine rağmen, yok edici güç CIA’in yargısız insafları sonucu ortadan kaldırılması ve susturulmasıdır.
HAARP teknolojisine göre büyük ölçekli depremler küçüğe, küçül ölçekli depremler de büyük depremlere yol açtırılabiliyordu. Bu konuda Ruslar’ın da deneyleri olmasına rağmen ABD diğer tüm kazanımlarda olduğu gibi, bunda da tek olmayı başarmıştı. Bilindiği gibi, Tek ve sorgulanmaz olan da Tanrı’dır.
Tanrı, yerin üstündekini bildiği gibi altındakini de bilir ve her ikisine de istediği oranda müdahale edebilir! Buna göre Teist, Deist ve Ateist araştırmacıların söyledikleri, Tanrı’nın (ABD) umurunda dahi değildir. Tanrı ABD, yer kabuğundaki değişimleri izleyerek, daha deprem oluşmadan tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardan patlatıp boşaltarak, büyük depremi küçük depremler ve tersi yol ile de küçük depremleri, büyük bir deprem haline getirmeyi başarmış bir teknolojiye sahiptir. Tıpkı Van gölünün altında yer alan volkanik hareketleri izlediği gibi, buradaki katmanlar arası değişimleri görebiliyor ve küçük kırılmaları devasa kırıklara dönüştürerek büyük bir deprem yaratabiliyor. Ayrıca bu tarz deprem denemeleri daha önceden büyük yıkımlara neden olan olaylar da tarih sayfalarında mevcuttur. Buna göre yakın tarih Gölcük depremi de bir HAARP teknolojisi ürünüdür. Maddeleri tek tek incelediğimizde Okyanus dalgalarını kontrol edebilir ve İklimleri değiştirebilir derken; hem Tsunami yaratabilir ve hem de yaz ayında; fırtına, kasırga, kar, tipi, kış ayında da günlerce güneşi tepemizden eksik etmeyebilir, demektir.
Ayrıca ABD’nin bu teknolojisinin denendiği ve kendisini ele verdiği yerlere bakarsak;
Bu deneme dünyanın hemen hemen her bölgesinde yapıldığı gibi, bir bölümü (deprem bölgesi olmayan) Kafkaslarda ve Avusturalya’nın çıplak ve seyrek nüfuslu bölgelerinde, açıktan yapılmıştır. Denemeler sonuç verince ABD bu deneyleri birebir deprem bölgelerinde yapmıştır. Buna göre; Kafkasların deprem bölgesi, Okyanus tabanı ve Güney Amerika’da Antlar’da tektonik uyarılar vermek suretiyle “endüktif deprem yaratma” aşamasını da geride bırakarak başarmıştır.
Bir başka ayrıntıyı incelersek, Çin’de bu teknoloji kendisini ele vermiştir. 1976 yılında Çin’in Tangshan eyaletinde 650 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan bir deprem yaşanmıştır. Saat 03.42’de yaşanan sarsıntıdan hemen önce gökyüzü, gündüz gibi aydınlanmış ve gözle görünür bir ışıma tespit edilmiştir. Bu görüntünün aynısı Gölcük depreminden önce de yaşanmış ve beyaz ve kırmızı olan çok renkli ışıklar 200 mil öteden de gözlemlenebiliyormuş. Ayrıca birçok ağacın yaprakları yanmış ve gelişmekte olan sebzeler bir ateş topu tarafından kavrulmuştu. Bu ışık huzmesinin anlamı araştırmacılara göre, elektriksel etkilerin elektromanyetik plazma ve top şeklinde aydınlatmayla bağlantılı olduğu ve garip parıltıların da HAARP vericilerinden yayıldığı yönündedir.
Bütün bunları hangi güç yapar? Tanrı!
Tek ve sorgulanmaz olan da ABD olduğuna göre,
şimdi soruyorum; bütün bunları yapabilen bir güç, kendi çıkarları için Van depremini neden yapmasın?
26.10.2011
mehmetserhatpolatsoy.blogspot.com


21 Ekim 2011 Cuma

İşgal Ordularına Operasyon ve Kürt ‘Dostu’ Yazarlar

Bütün dünya, PKK’nin aynı anda 18 yere birden baskın düzenleyerek Türk Devletine darbe vurduğunu ve prestijini zedelediğini konuşuyor. Aylardır ağırlaştırılmış tecrit altında tutulan Kürt halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın yeni insan felsefesiyle donanımlı savaşçılarının, Türk devletinin karizmasını çizdiği ve hatta yerle bir ettiğini söylemek pek abartılı olmaz sanırım.
Hatırlanacağı üzere diğer Kürd katilleri gibi Erdoğan’da; Bıçak kemiğe dayandı, demişti. Ardından ABD menşeili Fetullahçı Yeşil-Türk ırkçısı örgüt ve zümresiyle bilcümle yandaş medyası, taarruza geçip, PKK, bu sefer bitirilecek, vb. manşetlere imza atıp yarattıkları dünyalarındaki zavallı köle yığınlarına, kendi iktidarlarının güçlerini göstermek isteyerek, yine kendi kendilerini tatmin ediyorlardı. Derken, basına yansımayan ve özel olarak gittiği anlaşılan bir asker giysili adam, Kürdistan’ın postal sahiplerince tutulmuş, uçsuz bucaksız dağlarında poz verdiği görüntüleri yansıdı kameralara. Bu ‘kahraman’ , namı diğer “Baş Komutan” Türk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den başkası değildi. Belli ki amacı PKK’ye ve sınır ülkelerine bir göz dağı vermekti. Hem de kendi vatanında değil, işgal edilen topraklarda, yine işgale uğrayan halkın temsilcilerine sözüm ona kafa tutuyordu. Kameraya baktığı ve işaret ettiği yerler ile ayağını bastığı topraklar, işgal edilmiş aynı Kürdistan coğrafyasının topraklarıydı.
Abdullah Gül gitmeden birkaç gün önce, Türk istihbaratından servis edildiği anlaşılan bir fotoğraf karesi düştü basına. Bu fotoğrafla anlatılmak istenen mesajı Kürt halkı binlerce kez almış ve bir kez dahi geri adım atmamıştır. Ancak bu bilinmesine rağmen şehit düşmüş iki gerillanın yerde sürüklendikten sonra Atatürk heykelinin önünde çekilmiş fotoğrafı, Abdullah Gül’e bahşedilmiş bir hediyeden başkası olarak görülmüyordu…
***
Konuyla ilgili bir ayrıntıyı da burada paylaşmak istiyorum. Bizim bir Kürt aydını yazar arkadaşımız bile, bu resim ve anlatmak istediğini, Kemalizm’in son çırpınışları olarak yorumlaması ve AKP’yi istemeden temize çıkarması, algının ne kadar seçici olması gerektiğini bir kez daha bizlere gösterdi. Şehit düşen iki gerillanın, üzerinde Türklüğü öven Atatürk heykeli önündeki fotoğrafı, eğer 2002 yılından önce çekilmiş ve servis edilmiş olsaydı, buna Kemalizm’in son çırpınışları ve tehdidi diyebilirdik; çünkü o zaman Erdoğan yoktu. Ancak kalkıp iktidarda olan bir Erdoğan ve zümresinin zihnini görmeyip, yine Kürdün kanına girmiş Kemalist zihniyeti, Yeşil-Türk ırçısı Erdoğan iktidarına rağmen hedef göstermek, AKP’yi istemeden temize çıkarmaktan başka bir şey değildir. Bu arkadaşımızın bakış açısı istemeden köle yığınların anladıklarıyla aynı pozisyona düştü ki zaten sömürgeciliğin istediği de bu algıya sahip bir toplum yaratmaktır.
***
PKK savaşçılarının düzenlediği bu devrimci operasyon sonrası, düne kadar adeta Kürd gerçekliğine yakın gibi duran/durmayan hemen hemen tüm yazarçizerler, birden PKK’yi canilik ve hatta Habil’i öldüren Kabil rolüne büründürüp Kürd halkını PKK’ye karşı kışkırtmaya dönük yazılar yazdılar. Bu isimler, görüşlerine hemen hemen tüm Kürd siteleri ve televizyonlarında başvurulan ve yazıları paylaşılan liberal yazarlardan başkası değildir.
Tarihe geçecek bu devrimci operasyon sonrası yek vücut olan Liberal Türk yazarlardan, faşistlere, muhalefet diye kendini tanıtanından, ruhunu ve kişiliğini satmış Kürt kökenli Türklere kadar her bir sistem aşık ve savunucusu tekleşerek, korolaştı ve PKK’ye saldırıya geçtiler. Öyle ki aralarından bazıları “gidelim, basalım, ezelim, bitirelim” dahi diyecek kadar kendilerinden geçtiler. Oysaki bugün ellerine silah versen git savaş desen, “yahu, bu ülkenin ordusu var, polisi var, bilmem şusu-busu var” deyip, çamura yatacaklar. İşte Kürd halkının evlatları, çocuk, genç, kadın, erkek demeden ülkelerini savunma adına dağlarının yolunu tutabiliyorlar. Siz gidemezsiniz değil mi? Sıkar. Siz ancak konuşur ve savaşı daha da körüklersiniz. Bunların ortaklaştığı tek nokta ne hikmetse, Tek dil, tek bayrak, tek millet ve tek devletin unsuru Türkçülük esasları oluyor.
Bunlar, orduları ve emniyetleri operasyon yaptı mı, doğal karşılarken, PKK’nin savaşçılarının operasyonlarını anormal karşılıyor ve yerden yere vuruyor, dahası kesinlikle bunların arkasında dış güçler var diyorlar.
Bunlar, Rusya desteğinden, İran desteğine, Suriye desteğinden, İsrail desteğine kadar, yapılan devrimci operasyonlarda, hep dış güç desteği arıyorlar. Öyle görünüyor ki bu işin sonu Amazon ormanlarındaki kabilelerin desteğinden, Dünya dışı varlıklar olarak nitelendirilen Uzaylı desteğine kadar gider vallahi.
Bu tipler devletin, KCK adı altında seçilmiş belediye başkanları, parti temsilcileri ve üyelerine kadar binlercesini tutuklarken, verdikleri tepkilerinin ne kadar göstermelik olduğunu, son devrimci operasyonda herkese göstermiş oldular. Bunlar yeri geldi miydi, bu tutuklamalarla ilgili devletin görevi ve doğaldır derken, gerillaların yine savaş açmış olduğu bu devletin şakşakçısı, destekçisi, imha ve inkar politikalarını planlayıp uygulayan yürütücülerine karşı bir gözaltı ve yönelimi olduklarında da; Bunlar İsrail’den destek alıyorlar veya bunlar Kürt açılımını baltalıyorlar. Hatta daha da ileri giderek, bunlar; Bahoz Erdal’ın ekibindedirler diyerek, PKK’yi, sözde bölmeye çalışıyorlar.
Bunlar, Devletin ordu ve polis gücü, ovada ve dağda askeri operasyon yapıp gerillaları katlederken, devletin güvenlik icraatı ama gerilla kendi ülkesini korumaya çalışırken ki icraatını sergilerken de, “bunlar Apo’yu da dinlemiyorlar”, diyorlar.
Bu sistem aşığı liberal yazarlar, devletinin yaptığı operasyon sonrası yaşamını yitiren gerillaların tek bir tanesi için bile bir taziye mesajı yayınlamaz ve kınamazken, bir asker öldüğünde, onlar masum ve fakir aile çocukları diyebiliyorlar. Hemen demagojiye sarılıp, “henüz nişanlanmıştı, teskeresine bir haftası kalmıştı, bayramda annesinin elini öpecekti vs. gibi bir çok düzmeceyi yazılarında süslemeyi biliyorlar. Sormak gerek şimdi Müslüman diye geçinen Gül, Erdoğan ve zümresiyle, şakşakçı, nane sêlê liberal yazarlara; Sizler daha dün düzmece haber yaparak servis ettiğiniz Kato’da yüzlerce gerilla öldürüldü haberlerinizin ardından neden, tek bir gerilla için aynı demagojiyi kullanmadınız. Haber doğru olmamasına rağmen tek bir tanesi bile çıkıp adam gibi bir söz söylemedi. Anladık, doğru olan için söylemiyorsunuz, bari yalanınızın ardından azıcık gözyaşı dökün. Kimse bir şey yapmazdı size. Nasıl kurguladıklarınızı yorumlayıp, ona inanıyor ve üzerinde yeni yeni değerlendirmelerle yazılar yazıyorsanız, sözüm ona Kato’da öldürülen gerillalar için de ana kuzusu vs. tarzından yakınlamalara girseydiniz. Yalan da olsa, azıcık insan olduğunuzu kanıtlamaz mıydınız?
Sözüm ona bunlar çok bilmiş ve araştırmacılar ama tek bir tanesi bile; Kürdistan Coğrafyası işgal altındadır ve PKK bu işgale son vermek için savaşıyor, demiyor, demeye de niyetleri yok gibi görünüyor.
PKK felsefesi ve savaş tarzına baktığımız ve incelediğimizde, Felsefesi; Ahırlaştırılmış dünya insanlığının arasından Kürd, Kürdistan, Türkiye, İran, Suriye ve Irak yönetim ve haklarını özgürleştirme, sömürgeci egemenlikten kurtarma ve köleliğe son vererek Hakikati tesis etme üzerine kuruluyken, Askeri savaş tarzı da; İşgalci düşman güçlerine karşı topraklarını korumak, temelinde olduğunu görürüz.
Gerillaların Çelê ile beraber 18 ayrı baskınından sonra öyle görünüyor ki, Kürdistan özgürleştirilene kadar baskın ve eylemler sıklaştırılacak ve devletin tampon bölge planına karşılık, kurtarılmış bölgeler ilan edilecek. Türk başkomutanı Abdullah Gül’ün askeri üniformasıyla dolaştığı her bölge, PKK’nin denetimine geçecek ve halk bu bölgelerde öz savunmalarını kurup görevi gerillalardan alacaklardır. Bu şekilde de Kürdistan coğrafyasının Türkiye ayağı, işgalcilerden temizlenme yoluna gidecek gibi görünüyor.
Son devrimci operasyondan da anlaşılacağı üzere PKK hem ovada, hem de dağda hareketsiz durmayacak ve vurdukça vuracak.
Yanlış hatırlamıyorsam 8-9 yaşlarımdaydım. Mahalleden arkadaşlarla evimizin önünde, gazoz kapağıyla oyun oynarken, arkadaşlarımdan bir tanesi ve şuanda şehit olan Şiyar Perinçek, birden, “Vur gerilla vur Kürdistan’ı kur” diye slogan atmaya başladı, sonra bizde katıldık ve üst üste bu sloganı tekrarladık. Henüz 8-9 yaşlarında Amed’li çocuklar bu ve benzer sloganları söylüyor ve bunlarla büyüyorlardı. Aradan geçen bunca yıldan sonra anlaşılıyor ki bu yürüyüş, Şehit Şiyar ve daha birçok Kürdün haykırdığı slogana doğru ilerliyor.
21.10.2011

14 Ekim 2011 Cuma

Kürt dili medeni değil, yerelmiş

Aslında çok da hayret edilecek bir söz değil Bülent Arınç gibi bir ‘şahsiyet’linin; Kürt dili medeni bir değildir, sözü. Tabi böyle durumlarda yetkili Kürt tarafının Arınç’a bir şeyler söylemesi gerekir ama yine de ben kendimce ona haddini bildirmek gerektiği kanısındayım.
Arınç, katıldığı 32.gün programında, İngilizce, Fransızca ve Türkçe’nin medeni ve evrensel diller olduğunu söylüyor.
Ne hikmetse Arınç, yine Türkiye gibi sömürgeci devletlerin ismini sayıyor ve bu ülkelerin tarihlerin de öyle parlak olmadığını biliyoruz. Arınç, kendisinin zihni gibi aynı sömürgeci mantığa sahip ülkelerin ismini saymakla kalmıyor, bu sömürgeci devletlerin dillerini de evrensel ve modern sayıyor.
Geçmişleri hiçbir dönem parlak olmayan, bir İngiltere, Fransa ve Türkiye’nin hâkimiyeti altındaki topraklardaki halklara nasıl zulüm, katliam ve soykırımlar uyguladıklarını hepimiz bilmekteyiz.
Önce halkın topraklarını işgal et, dilini, kültürünü yasakla, sonra sömürgeci dilini orada hüküm kıl ve savaş ile dayattığın dile de, modern de.
Sen kalk bütün bölgeyi ve halkı emperyalist ve sömürgeci mantıkla kamulaştır ve köleleştir, ondan sonra oradaki halkların dillerini yerel ve nihayetinde ilkel dil olarak nitelendir.
Bu ne kadar okumuş ve Müslümanım diyen bir insana yakışır, anlamış değilim. Bu nasıl bir mantıktır, çözebilmiş değilim.
Kürt haklının tarihsel geçmişini ve binlerce yıldır sömürgeci zorbalara karşı göstermiş ve gösteriyor olduğu destansı direnişini yazıya dökmeye gerek yoktur.
Fakat yine de Arınç’a en çabuk ve anlayacağı dilden cevap vermek gerekirse;
Kürtler, sizin ve ait olduğunuzu söylediğiniz bir buçuk milyar Müslüman, ayrıca iki milyar Hıristiyan, on beş milyon Yahudi ve diğer İbrahim’i dinlere mensup halkların ait olduğu dinlerin atası olarak kabul gören Hz. İbrahim Peygamberin ait olduğu ırka mensuptur. Öyle ki Hz. İbrahim, Allah’la ilk iletişime geçtiğinde;  “wa hewe-bu o’dur” diyerek kendi dilini kullanmıştır. Siz, Kürd dilini ‘medeni olmayan yerel bir dil’ olarak nitelendirirseniz, kendi dininizin atasına da saygınız olmadığını gösterirsiniz.
Hem dinlerin atası olarak Hz. İbrahim’i kabul edeceksiniz, hem de onun konuştuğu dile ilkelliği andıran, (sömürgeci zulümden dolayı) toplumsallaş(a)mamış ve sizce kelime haznesi yeterli olmayan, dar kalıplarda sıkışmış bir yerel dildir, diyeceksiniz. Evrensel değil diyeceksiniz. Medeni değil diyeceksiniz.
Hz. İbrahim’in Kürt olduğunu bilmeyenler ve kabul etmeyenler, açsınlar bağımsız tarih kaynaklarını araştırsın ve okusunlar.
Birileri Bülent Arınç’a, Kürtlerin Aryen dil kültür aidiyetine mensup ve Ortadoğu’nun en eski bir halkı olduğunu anlatmalı ve bu konuda haddini bildirici açıklamalarla tepkilerini dile getirmelidirler. Yoksa Bülent Arınç’ın beyin kıvrımlarında dolaşan, cümleler arasına sıkışan iki kelimenin gelecekte katliam senaryolarını hayata geçirmesine müsaade edilir ki, Kürdün kanına şimdi bu durumda ses çıkarmayanlarında eli bulaşır. Bütün bir tarih “ax keşke” o anda haddini bildirseydik de, şimdi böyle olmazdı’larla yaşam sürmektense, tam zamanında anı anında, yani şu günlerde, Bülent Arınç’a ya Meclis’te BDP’liler, ya da Kürdistan’da DTK, tepkisini göstermelidir.
14.10.2011

12 Ekim 2011 Çarşamba

Polis Devlet ise, Halk da Gerilla oluyor

Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkışının 13.yıldönümüydü 9 Ekim. BDP’nin düzenlediği Gemlik Yürüyüşü için hazırlıklar tamamlanmış ve otobüsler hareket halindeydi. Derken devletin ta kendisi kolluk güçleri devreye girdi ve kameraya yansıdığı kadarıyla ‘Ben Devletim’ diyen bir polis halkın seçilmiş vekilini darp etmeye kalkıştı.
Biz doksanlı yıllarda bu sözü çok duyuyorduk. Yakasında veya kolunda armalar olan veya çızıkları olan her devlet memuru, karşısına aldığı ve evini bastığı her Kürd bireyine ‘ben devletim’ diyordu.
Amed’in kuçelerinde yürürken kimi zaman da karşına öyle fazla çızıgı olanlar da çıkmazdı. Zaman zaman “keşke çızıklı olanlar karşıma geleydi” derdin, tir tir titrerdin, ölüm korkusu her yanını sarar ve çızıksızın ne yapacağını kestiremeden, sorularını karşılardın. Cevap veremesen de dayağını yer, yerlerde sürüklenir ve tanınmayacak hale geldiğinde bir köşede bırakılırdın. Bütün bunlar sokak ortasında yapılırdı ve kendince şanslıydın. Onur, gurur, şeref ve namus kavram ile değerlerini çoktan yitirmiştin, çünkü çok şanslıydın; ölmemiştin. Üzerini silkeler ve arkana baka baka hızlı adımlarla hırpalandığın yerden kaçardın.
Ben küçük yaşta tüm bunlara şahit oldum ve devletin ta kendisiyle tanıştım. 1995 yılıydı. Bir gün hücreden çıkartıp mahkemeye götürdüklerinde, beni bir odada tuttular. Oda da benimle beraber bir kişi daha vardı; bu kişi devletti!  Sesinden tanımıştım. İçimden; bu kesinlikle Selami’dir, diyordum. DGM’nin ikinci katında boş bir odaydı. Yolu DGM’ye düşen birçok arkadaş hatırlar, bahsettiğim odayı. Selami pencerenin yanında ayakta duruyor, bende oturuyordum. Kalkıp Selami’nin yanına yaklaştım ve sen Selami’sin değil mi, dedim. Selami birden gözlerime baktı ve “ne bakıyorsun lan, o….. çocuğu otur oturduğun yerde. Şimdi çıkarsın mahkemeye ve bir daha göremezsin bu yüzü! Selami, bana ve arkadaşlarıma işkence yapan devletin bir görevlisiydi. İşkencede, soru sormamamıza rağmen, bu kişi kendini tanıyordu; her vuruşunda “ben devletim ulan”  diyordu...
90’lı yıllarda yolda yürürken, arkandan hep Selamiler gelirdi. Ofis caddesinden tutun, Xançepek’in kuçelerine kadar, her an onlar ile yürürdün. Ya seni alır bir güzel sokak ortasında döverlerdi (ki bu dövülenler şanslıydı) ya da yaklaşıp ensende bir sıcaklık hissetmene neden olurlardı ki sadece o anda kalırdı tüm hissiyatların!
Sanırım vekilin karşısına dikilen de, bir Selami’ydi. Ben halktım ve soru sorma yetkim yoktu, ancak Vekil yetkiliydi ve sivil giyimli polise “sen kimsin” diye sorabiliyordu. Dün 90’lı yıllar ve polis devletken, bugün 2010’lu yıllar ve polis yine devlet. Öyle bir süreç ki bizimkisi, Kürd için, gelen her hükümet polisi, başımızda bir devlet. Öyle çoktu ki bu devletler; sorgu odasında biri iyi, biri, kötü ve bir diğeri sessiz sessiz sorgulu işkenceyi izlerler. Bunlar, nasıl olsa, hiç birisini görmüyorsun rahatlığı içerisindedirler ve sen içinden, “ax keşke birisini görebileydim de bana yaşattıklarının mislini ona da yaşatsaydım”, diyordun.
İşte Selami’nin bekleme odasındaki hırçın tavrıyla, vekilin karşısına dikilen ve ‘ben devletim’ diyerek Kürd halkının seçilmişini darp etmeye çalışan gözü kara korkak polisin tavrı aynı ruh halini yansıtıyordu.
Ben devletim diyen polis, kendisini kameraların çektiğini ve kayıt altına alındığını ve yüzü şehir milisleriyle kaydedildiğini anlayınca, bilinçaltındaki Selami oluverdi ve “bunlar beni tanıdı, ne yapacaksam yapayım” düşüncesiyle saldırgan halinden taviz vermedi. Eğer vekil o anda Selami kılıklıya bir müdahalede bulunsaydı, şimdi ya o vekil hayatta olmayacaktı, ya da orada halkımızdan birkaç kişi yaşamını yitirecekti.
Sayın vekilin karşısında duran polis, Dersim ve Zilan katliamcısı zihnin komutanları ve 90’ların Jitemci devletiydi, evet. Ancak vekilin arkasında duranlar o zamanların halkı değil. Her biri doğal milis ve gerillaya dönüşmüş durumdalar ve tüm polislerin yüzünü teker teker görebiliyor ve zihinlerine kaydedebiliyorlar. Tüm bunlar karşısında devletin köhnemiş zihnini anlayabilmiş değilim, bu sömürgeci zihin Kürd halkını ne sanıyor? Anlayamadığım şey, bu devlet hiç mi halkın düştüğü duruma, polislerinin düşebileceği ihtimalini göz önünde bulundurmuyor ve minimize edilen Özgür-Özerk Kürdistan’a karşı çıkarak siyasi ve askeri operasyonlarını günden güne fazlalaştırıyor?
Kim bilir, böyle giderse belki yarın öbür gün devlet olarak halkın karşısına dikilen polisler gibi, doğal milis ve gerillalar da, polislerin karşısına dikilir ve ben PKK’yim der ve dağlardaki hâkimiyetlerini ovada da kurduklarını devletin ta kendisinin evlerine operasyon düzenleyip, gözaltına alarak ilan ederler.
12.10.2011

4 Ekim 2011 Salı

Kürd basını ve yazarları; Önder Öcalan nerede, bir soran ve bileniniz var mı?

Çok uzun yoldan gitmeye ve tarihsel belgeleri her yazıya taşımaya gerek yoktur.
İngiltere değil mi son dört yüzyıldır dünya üzerindeki paylaşım kararlarında söz sahibi olan.
ABD değil mi ki İngiltere’den aldığı rol ile Kâinatın Tanrılığını oynayan ve dolayısıyla yetmiş yıldır Türkiye’yi yöneten.
Türkiye değil midir, kuruluşundan bu yana kendi ve diğer halklarını onursuzlaştıran, ajanlaştıran ve köleleştiren.
Yine Türkiye değil midir, Kürdistan coğrafyasını tar umar eden.
TC’nin kuruluşundaki Kemalist sistem değil miydi ki Kürdü soykırım kıskacında tutan, katliamlarla inim inim inleten… Ve şimdi ‘fetullahizm’ değil mi ki katliam ve tutuklamalarla psikolojik savaş yürüterek korku duvarlarını okyanus ötesine taşıyan.
Fark ediyor mu TC’yi İnönü, Demirel, Özal, Çiller ve Erdoğan’ın yönetmesi.
Koçgiri’de, Dersim’de, Zilan’da ve Amed’de aynı değil miydi, Kürdün önderleri ve halkını katleden sistem.
Kürd değil mi 90’larda Kürdistan’da “ölüm ensede” dolaşan… Ve şimdi değil mi “kelepçe kolda” yürütülen.
Her bir Kürd değil mi gece evine giderken, “yolda mı gözaltına alınacağım, yoksa yatağımda uyurken mi, diye bütün bir gününü, gecesini korkuyla geçiren.
Sömürgeci sistem değil mi Kürdün onur ve şerefini teslim almaya çalışan.
Kürd halkının ezici bir çoğunluğunun onur ve şerefi değil mi, Sayın Abdullah Öcalan.
Peki nerede ve ne yapıyor Önder Öcalan, bir bilenimiz var mı?
Değil mi sömürgeci sistemin kuklası, devletçiğinin Türkiye ayağı Erdoğan
Erdoğan değil miydi, Önder Öcalan için “ ben olsam asardım “ diyen.
69 gündür tek bir haber dahi alınamazken Önder Öcalan’dan, nedir bu ölüm sessizliğimiz.
Öcalan benim önderim değil ve umurumda da değil ama ben Kürdistan’ın bağımsızlığını savunuyorum diyen zavallılar, sizler Önder Öcalan’ın “ölümsüzler taburu” olmadan tek bir nefes dahi alabileceğinizi mi sanıyorsunuz?
Ya da Önder Öcalan’ın öğretisini benimsiyorum ve Öcalan’sız bir Kürdistan istemiyorum diyenlerimiz,
Sizler, bizler 69 gündür önder Öcalan için dolu dolu kaç tane yazı yazdık.
Hani yazarın ve gazetecinin, araştırmacı, sorgulayıcı, takip edici ve teşhir edici yanı, nerede?
Bir yazar arkadaş veya sömürgeci sistem tarafından katledilerek sayısı bir milyon kalan bir halk için paylaşım sitelerinde imza kampanyası açmasını ve desteklemesini biliyoruz da, neden Koskoca bir halkın büyük çoğunluğunun önderi olan Sayın Öcalan için bir şeyler yapmıyoruz.
Anladık, konuşamıyoruz ve dillerimizi lal eylemişiz, yahu klavyelerimizin tuşlarına ne dert gelmiş?
Bir bakalım son iki aydaki yazılara, kaç yazı Önder Öcalan’ı işledi? Kaçımız ‘Öcalan’dan haber alınamıyor’ diye başlıklar attık?
Koskoca yazılar arasına sıkıştırılacak bir kişiden değil, 69 gündür haber alınamayan bir halkın önderinden bahsediyorum.
Bizler ağzımızı, kulağımızı açmış çanak yalayıcıları ve sistem şakşakçıları faşist yazarların kaleminden dökülen sözcükler arasında Önder Öcalan’ı arıyoruz.
Belki o’nların haberi vardır, ya da belki o’nlar bir şeyler söyler de sömürgeci sistem insafa gelir ve böylelikle Öcalan’dan haber alıp yeni bir yazı kaleme alırız, diyoruz.
Alışmışız, yaşananlar üzerinden yazı ve haber yapmaya.
Neden yaşanılacağı ihtimal olanlar hakkında yazılar yazmıyor ve yeri göğü inletmiyoruz?
Yeri geldi mi bir komutan olup, gerillaya talimat yağdırmasını biliyoruz?
Yeri geldi mi de savaşta olabilecek yanlışlıklarda ve hatalarda komutanları suçlayabiliyoruz; ama kendimizi komutan yerine koyup, o gerillayı savaşa gönderdiğimizi unutuyor ve suçu kendimizde aramıyoruz.
Bir cümle Kürd basınından zavallı ve yemlerinin peşinde olanlarımız her iki elimizi alkış pozisyonunda tutmuş Önder Öcalan’ın ölümünü bekliyoruz, belki ispiyonculukla paramızın üzerine para katarız diyoruz, kimimiz de sus pus bir birimizin ağzına bakıyoruz.
Korkuyor muyuz?
Öyleyse ne değişti babam.
Kürdün dışında var mı direnen bir başka halk Dünya’da.
Geriye kalan her bir halk ve evladı değil mi, ırkından ve önderinden utanan.
Laz’ı, Çerkes’i, Arab’ı, Boşnak’ı, Ermeni’si değil mi Türk’üm diyen ve koşulsuz biat eden.
Bu zavallı ırklara ait yok mu profesör, akademisyen, aydın ve bilcümle yazar, çizer.
Varsa teslim alınmış zihinler ve kalemler, öyleyse neden düşer dururuz, zavallıların kalemlerinden dökülen anlamsız ve ruhsuz ve ahlaklı yaşamdan zerre kadar nasibini almamış yazılarının peşine. Düşeriz de, sonra bir güzel yorumlarız.
Sömürgecilerin ehlileştirdiği zavallıların kişilik yitirmesinden kaynaklı bir gün öyle bir gün böyle nane sêlê misali karmakarışık düşüncelerinden mi tanıyacağız sistemi.
Yeni ABD ajanı olduğu iddia edilen Ahmet Altan’ından mı Erdoğan’ı ve Zana ile Kürdü tanıyacağız, yoksa Hasan Cemal’inden mi Sayın Karayılan’ın ruh halini çözeceğiz.
Ya da eskinin ABD ajanı olduğu iddia edilen Özal’ın yardımcısı ve şimdi orta yerde duruyor görüntüsü çizen Çandar’dan mı anlayıp çözeceğiz Özerkliğin şifrelerini, yoksa Burkay’ın kırk yıllık dostu Oral Çalışlardan mı, ihanete giden Kürdü tanıyacağız.
Metiner, Kızılkaya, Fırat ve Miroğlu mu Kürde doğru yolu gösterecek, yoksa çanağını yaladıkları Erdoğan’ın mı “Müslüman kardeşlerim” sözüne aldanacağız.
Bunların hiç birisi değilse, anlamıyorum; Biz ne zaman kendimizi ve sömürgeciyi tanıyıp hakikat yoluna gireceğiz.
Bakıyorum da Sömürgeci yönlendirme, faşist çizo vizoların kalemlerini takip etmeyle Kürdistan hainlerinin düştükleri rezilce yaşamı izlemekten başka bir şey yapmıyoruz.
Bunlara ayıracağımız zamanı, neden Kürd Halk Önderinin habersizliğine ayırmıyoruz.
Yoksa bizde zerre kadar vicdan veya inançları olanların yok mu zerre kadar Allah inancı ki bir halkı küllerinden var eden bir öndere sahip çıkılmıyor.
Düşelim bakalım sömürgeci şakşakçıların ve çanak yalayıcılarının peşine.
Hele bakalım nereye kadar gideceğiz.
Yiğitler her gün kelle koltukta adımlarken özgürlük yollarını, kalkıp üç beş süslü, makyajlı, boyalı ve badanalı cümleler mi bekleyeceğiz bu zavallı kişiliksiz kişilerden.
Sömürgeci hiç vazgeçer mi Kürdü yok etme kararından.
Bilmem biliyor musunuz, bizler bireysel ölümlere alıştırıldığımız gibi önderliksel ölümlere de alıştırılıyoruz.
Uyanmak yok mu uykudan.
Sömürgeci sistemin yüzü maskeli katilleri ve dipçiği uyandırmadan, Korkmayalım, kendimiz uyanalım bizi ölüme götüren anlamsız uykulardan.
Sonra iş içten geçer de, ax u vax eyleriz tüm ömrümüzce.
Hala sormayacak mıyız, Önder Öcalan nerede, ne yapıyor, soluk alıyor mu diye.
Yoksa Tanrı’dan mı bekleyeceğiz Önder Apo’nun ışıklı haberini?
04.10.2011