26 Kasım 2011 Cumartesi

Öcalan’a Müdahale mi Bekleniyor?

2009 yerel seçimler ile beraber start alan kapsamlı siyasi soykırım operasyonları dün Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ı savunan avukatlara kadar ulaştı. Dolayısıyla Kürd halkının yaşayan ve direnen Önder’ine kadar giden bu sindirme harekâtını; Kürt halkı sömürgeci yasalarla hukuk dışına itiliyor, olarak değerlendirebiliriz. Birçok kesim tarafınca her ne kadar da gidilmesi gereken en son noktaya kadar ulaşıldı denilse de gelinen noktanın esasında “nokta” değil, oldukça uzun bir paragrafı oluşturan yine uzunca cümleler arasındaki açımlayıcı kelimeleri ayıran “virgül”lerden başkası olmadığını söyleyebilirim.
Daha önceleri de çokça dile getirdiğim gibi Kürt hareketi, döneminde çektiği acı ve zor koşulları gördüğünden ve ayakta kaldığından, gelinen süreci, hep gördüğü ve buna rağmen ayakta kaldığı/kalabildiği sürece benzetir.
Bu düşünce sistemi, ezilen ve sömürülen halklarda vardır. Kürt halkı da mazlum bir halk olduğundan ve yöneticileri de Kürt olduğundan, dolayısıyla Kürt halkı, gördüğü, bildiği, duyduğu ve yaşadığı acıyı; baskı, zulmü ve sömürüyü bilir. Yani Kürt hareketi veya içerisinde yer alanlar, gördüğü baskı ve sindirmenin esasında gelinen son nokta olduğunu kabul etmek ister. Bu kabul ediş beraberinde strateji ve taktiklerde dönülmez hatalara yol açar. Mesela Kürt hareketi Amed zindanından başka bir acıyı görmez/göremez veya görmek istemez. Niye? Çünkü Kürt hareketi o büyük zindan direnişi sonrası ayakta kalabilmiş de ondan. Bu düşünce sistemi ister bir mücadele içerisinde olsun, ister olmasın her bir ezilen ve sömürülen günümüz insanında mevcuttur. Aslında günlük yaşantımızda bile bu tarz olaylar karşımıza çıkar ve biz, bundan daha büyük bir sorun, acı, baskı ve sömürü olabilir mi diye hayıflanır dururuz. Sırf yaşıyoruz ve ayaktayız diye sistemin olabilecek bütün yönelimlerini düşünmek dahi istemeyiz/istemiyoruz.
Hâlbuki karşımızdaki devletin sömürgeci yasalarla yönetilen bir sistem olduğunu anlayabilseydik, alınacak tedbirler de bu yönlü olur ve hiçbir şekilde boşluğa düşmezdik! Sonrasında oluşan boşluklar sömürgecilerce de doldurulamazdı.
Bu düşünce sistemimiz bir yerde, her birimizin tek tek aslında “günü birlik” bir yaşam sürdürdüğümüzün de kanıtı oluyor. Mantığı kavrayışımız bize 90’lı yıllardan başka bir acıyı da düşündürmez. Neden? Çünkü on binlerce insanımız asit kuyularında çürütülmüş, köylerimiz yakılmış, kadın ve kızlarımıza tecavüz edilmiş, dedelerimize “bok” yedirilmiş ve “bundan başka daha büyük bir acı ve baskı olmaz/olamaz” düşüncesiyle hareket edip ona göre yaşam sürmüşüz de ondan.
Yanılıyoruz ve uyuduğumuz bu uykudan bir an önce uyanmamız gerekiyor. Karşıdaki düşmanı tarif ettiğimiz kadar anlamamız ve tanımamız gerekiyor. Hem düşmanın sömürgeciliğini söyleyeceğiz hem de bu sömürgeciyle birlikte bir yaşamdan bahsedeceğiz. Hem tüm dünyanın Kürdün karşısında cepheleştiğini söyleyeceğiz, hem de bu cephenin kuklası bir devletçik tarafından gördüğümüz zulmü belgeleyerek yine cephecilere sunup bu devletçiği mahkum etmesini bekleyeceğiz. Biz bu halimizle rüyadan başka bir şey görmüyoruz. Hem öyle kardeşlik nutukları atmanın da bir anlamı kaldığını sanmıyorum, çünkü karşındaki kardeşin değil.
Kürt hareketi belki de yüzyılın iyilik hareketidir, ancak karşısındaki güç dünya kuruldu kurulalı insanlığı kul ve köleleştirmeye çalışan ve bu anlamda ahırlaştırdığı her bir dünya toprağında özgür zihinlerin karşısında durarak, makineleşmiş zihinler üreten ve onları hapsederek kullanmaya çalışan bir sömürgeci sistemdir. Öyle ki R.T. Erdoğan’ı da Çiller’leştirdik. Bunu söyleyerek aslında zihnimizin almak istediğini düşündük. Bilinçaltımıza yönelemedik. Dêrsim ve Zilan öylece kalsın dedik. Sömürgecinin unutmadığını ve fırsatını eline geçirdiğinde yeni Dêrsim’ler yapacağını düşünmek bile istemedik. Sanki biz düşünsek, o da düşünür gibi hep korktuk ve sonunda da korktuğumuz başımıza geldi. Öyle oldu ki sömürgeci Dêrsim katliamını bize hatırlattı ve Kürtlerle resmen alay etti. Ama biz bunun bile farkına varamıyor ve günü birlik yaşamda ısrar ediyoruz.
Hâlbuki Sayın Öcalan, Hakkâri katliamında söylemişti; sömürgeci sistemin amacının buraları Dêrsim’leştirmek olduğunu. Aslında onun öncesi de var. Mazıdağı Zankırta (Bilge) köyünü unuttuk herhalde. Nasıl da kadın, yaşlı ve çocuk dinlemeden öldürüldüler? Sömürgeciler bize yeni Dêrsim’lerin olacağını ta o zamanlardan beri göstermişlerdi.
Sen söylemez ve düşman dediğin düşmanı bir Dêrsim katliamcısına benzetmez de, ayakta kaldığın 12 Eylül ve Çiller dönemine benzetirsen, düşman sandığın ama tedbirini almadığın düşman sana, mesele Kürt olunca nasıl bir “Nazi” kesilebileceğini, sana soluttuğu Çelê kimyasal örneğiyle gösterir.
“Sen istediğin kadar beni tanımamaya çalış ama ben sömürgeciyim”, der ve seni şaşkına çevirir.
İntikam yemini eden Abdullah Gül’ün ‘iyi şeyler olacak’ açıklaması sonrasında kaleme aldığım yazılar, umarım hafızalardadır. O günlerde, olacak olan ‘iyi şeyler’ değil, ‘kötü şeyler’dir ve aslında ‘iyi şeyler’ denilen sadece “kendileri ve zümreleri için yapılmak istenenlerdir, yani olacaksa ‘iyi şeyler’, Kürt halkı değil Türkiye Devleti için olacak” sözlerime karşın, “Dil ve üslubum sürece ters düşüyor” diye “Günlük Gazetesi”ndeki haftalık köşe yazılarım bıçak keser gibi kesildi ve bir daha yayınlanmadı. O günden bu güne “sömürgeci sistemi tanımıyoruz ve tanımak istemiyoruz” tarzında birçok –kendimce- uyarı amaçlı yazı kaleme almıştım. Bu yazılar arasında en son beni şaşırtan bir olay yaşandı ki, bunu yine yazımı da yayınlamamakta ısrar eden “Günlük Gazetesi” Editörüne de yazdım; Hakkâri’de 9 sivil katledilmeden tam “iki” gün önce kaleme aldığım “Tekçi ve Tekelci Zihniyeti Tanıyorsak” başlıklı yazıda Hakkâri’de katliam olabileceğini ve amacın ise Dêrsim’leştirmek olduğunu söylemiştim. Yazıdan iki gün sonra Hakkâri katliamı yaşandı ve ardından 9 gerilla da katledildi. Tam on gün sonra Sayın Öcalan, köşe yazımda değindiğim konu ve cümlenin aynısını görüşme notunda dile getirmişti. Sayın Öcalan, dışarıda olan biriyle aynı derecede, olan biteni ve olacakları kestirebiliyordu. Kendi kendime soruyordum; Neden yine dışarıda olan diğerleri veya yazılarımı yayınlamayanlar, yaşanabilecekleri kestiremiyordu?
Peki, neden neydi? Süreç.
Süreçmiş! Tamamıyla Kürt halkını yok etmeye dönük süreç. Her gün biraz daha eritmeye dönük, onursuz bir süreç. Gün be gün silikleşen, belleği ziftleşmiş, mücadeleden koparılan, özgür insanın yaşam arayışından uzak ve sorgulamadan ve kaçışı düşünerek yenilgiyi peşinen kabullenen bir halk yaratılmak istenen süreç.
Bakın bu süreç içerisinde cezaevinden mektup yazan PKK davasından ömür boyu hapis cezası almış Mesane Kanseri olan Taylan Çintay ne diyordu;
"Sen; kalabalıklaşan sessizlik: bırak içerdeki insan ölsün. Emin ol, o ışıltılı an geldiğinde son nefeslerini anılarıyla birlikte sevdiklerine emanet edip çekip gideceklerdir. Ya sen! Ayakta, dışarıda ve yaşıyorken; birileriyle konuşuyor ya da önündeki yemeği kaşıklıyorken, hiç mi ağzında 'ölü eti' hissetmeyeceksin?"
Aslında kanser olanın Taylan arkadaş değil, topyekûn bizler olduğunu anlamak istemedik ve hala duyarsız bir şekilde de beklemekteyiz.
Bir bakıma şimdi Taylan arkadaşın mektubu karşısında cevap olamadığımız için bir bir cezaevlerine gidiyoruz. Belki aynı hastalık veya benzerleri bu kez bizi de bulacak! Kim bilir belki yarın “rojevakurdistan” ve yazarı olduğum diğer sitelerde; “Yazarımız Serhat Polatsoy’da tutuklandı veya öldürüldü” diye haber okursunuz.
Erdoğan, Çillermiş!
Erdoğan’ın Dêrsim ve Zilan, Halepçe ve daha nice katliamların planlayıcısı bir sömürgeci kuklası olduğunu ve hatta aynı mantığın Hitler versiyonu olduğunu iki yıldan bu yana her yazım(ız)da dile getiriyorum ve getiriyoruz. Şimdi mi Erdoğan’ın zihniyeti anlaşılıyor? Aslında hala anlaşılmış değil! Hala “anlamsız ve çürüten” bir umut var. Elbet “umut olmasın” demiyorum, insanız ve umudumuz elbet olacak, ancak bu umut neden Cegerxwin’in umudu gibi olmasın ki?
Gün geçmiyor ki yeni bir tutuklama ve katliam yaşattırılmasın Kürde. Bir taraftan bunca gözaltı, tutuklama ve ölümler yaşanırken, diğer taraftan sömürgeci tiyatro sanatçısı usta oyuncu Erdoğan çıkıp; varsa literatürde böyle bir şey, ben Dêrsim halkından özür diliyorum, diyor. Kimse çıkıp da, bunun hesabını sormuyor. Yok, özür böyle mi dilenir, yok eski dosyalar açılsın, yok samimiysen şöyle böyle yap, diye her kafadan bir ses çıkıyor.
Yahu karşında seninle alay eden bir sömürgeci ustası var, sen ondan ne bekleyebilirsin ki?
Kendimize şaşıyorum!
Hala bu sömürgeci devlet ve yöneticilerinden medet umuyoruz! Hala Kürt halkının haklarını tanımalarını bekliyoruz. Yahu adam gün be gün eritiyor; and içmiş direnen Kürdü bitirmek için. Bilmem ki daha ne olması bekleniyor. Fetva’da çıktı. Fetullah katliam fermanını vermedi mi?
Ne bekleniyor? Sayın Öcalan’ın yok edilmesi mi? He bunca yaşanan olaylar müdahale değil de, bir de fiziki müdahale olması mı bekleniyor?
Kendimizi kandırmayı bırakalım ve biran önce uyuduğumuz bu çılgın uykudan uyanalım. Hem bizler, “Sömürgecileri tanımayanların önce sömürüldüğünü ve ardından da sürüngenleştiğini bilmiyor muyuz? Bilmiyorsak eğer biz Kürtler ya çok saf’ız ya da çaresiz ve zavallıyız.
26.11.2011
mehmetserhatpolatsoy.blogspot.com

19 Kasım 2011 Cumartesi

Yeni Dünya Düzeninde Kürtlerin Yeri

Adına Yeni Dünya Düzeni dediler ve yüzyıllık planlarını tek tek uygulamaya koydu sömürgeciler. Bir yerden sonra YDD plan ve projeleri bir bir deşifre edildi ve teşhir oldu.
İngiltere ve ABD’nin Dünya ve hatta Kainatı bir şekliyle hakimiyetlerine alma girişimlerinin son dört yüzyıldır durmadan devam ettiğini bilmekteyiz. Teknolojinin gelişmesiyle de uzay araştırmaları ve elektromanyetik alanlardan sinyal gönderip istedikleri alanlara müdahale etmeleri bu işlerini daha da hızlandırdı.
Sömürgeci sistem, pratikte deşifre olan tüm vazgeçilmezlerini bile alaşağı edip yerine yeni planlarını öyle veya böyle elindeki teknoloji veya aygıtlarla sistemleştirip alt yapısını hazırlayarak dünya gündemine koyuyor ve böylelikle algılarda değişikliğe sebebiyet verebiliyor.
Esasında Yeni Dünya Düzeni (YDD) olan, ancak Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile perdelenen bir süreç yaşıyor dünya. Bu perdeleme yıllar önce yürürlüğe konuldu ve şu sıralar amacın BOP değil, YDD olduğu tekrardan gün yüzüne çıkmış oldu.
Irak ile başlayan bu süreç, devamında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki ülkelere kadar yönelerek devam etti. Yani sadece Ortadoğu ile sınırlı kalınmadı.
Aslında sınırlar daha da genişletildi ve Avrupa ülkelerine sıçrayabilecek bir ekonomik kriz havası yaratıldı ki bunun en yakın ve hala yaşanan örneği Yunanistan’dır. Yine yakın zamanda Yunanistan sınırlarını da geçeceğini göreceğiz.
BOP ile perdelenen YDD’nin amacı geçmişte parça parça kontrol altına aldıkları ülke veya yöneticilerini tek merkezden atamak ve tüm bu onlarca ülkeleri birkaç devlet ile yönetmek isteğidir. Nasıl geçmişte farklı farklı kıtalar ve her birine özel politikalar geliştirilmişse, şimdi de müdahale edilen bölge topraklarına tek merkezden tek ideoloji ile girilip şekillenen dünyanın bir resmi çıkarılıyor. Bu resmi de görünürde büyük bir istihbarat ağına sahip olan Fetullah’lı Türkiye’ye çektirdikleri anlaşılıyor…
Her ne kadar da Rusya savaş gemilerini Suriye açıklarına destek amaçlı gönderdiği izlenimini verse de, İngiltere ile ABD’nin planlarına ortak olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Rusya’nın bu girişimleri ne Suriye’yi kurtarabilecek ne de Türkiye imparatorluğunun önüne geçebilecektir.
Tüm bu gelişmeler olurken Güney Kürdistan faktörünü de unutmamak ve bu plandaki “bağımlı” yerini sorgulamak gerekir. Özünde Federal bir yapıya sahip bölge yönetiminin görünen yetkilisi Sayın Mesut Barzani, geçenlerde bir etkinlikte yapmış olduğu konuşmayla dikkatleri üzerine çekmişti. Konuşmasında Kürdlerin birbirleriyle artık savaşmayacağın, Kürdistan’ın kurtulduğuna kadar hem iyi hem de anlaşılmaz bir dil kullanarak hem kendi kamuoyuna hem de Kuzey parçasına dönük oyalayıcı olduğunu gördüğüm bir açıklama yaptı. Ancak herkes bu açıklamanın sadece “brakujî” kısmını ele aldı ki, geri kalan yan, “yani Kürdistan nasıl oldu da kurtuldu” sözünü kimse sorgulamadı.
Öyle görünüyor ki Sayın Mesut Barzani, Kürdistan’ı sadece Güneyle sınırlı tutuyor ve Kuzey, Doğu ve Batı Kürdistan’daki silahlı veya siyasi mücadeleleri çok fazla görmek istemiyor. Zaten bu konuyla ilgili geçen yıl “Kuzey, Doğu ve Batı Satıldı (mı) “ başlıklı bir yazı yazmıştım. Bugün yaşanılan ve yaşanılması muhtemel olan şeylerin nedenleri  hem yazı konusunda hem de yazıya neden olan Güneyli güçlerin açıklamalarında mevcuttu…
Sayın Barzani’nin etkinlikte yaptığı açıklamalarından da anlaşılacağı üzere; Biz bir mücadele verdik ve bu mücadelenin sonunda Kürdistan’ı kurtardık, artık silahla bir yere varılmayacağını anladık ve şimdi de diplomatik faaliyetler ile ülkemizi ve halkımızı savunmak için çalışmalar yürütüyoruz. Biz PKK’nin de artık silahlı mücadeleyi sonlandırmasını ve mecliste demokratik faaliyet yürütmesini istiyoruz, çünkü artık savaşacağı bir neden kalmadı!
Aslında Barzani’nin burada anlatmak istediği, “Kürdistan kurtuldu ve artık sen (PKK) elindeki silahları bırak ve bizim dediklerimizi yap”, demekten başka bir şey değildir. Yani Sayın Barzani’nin sözlerinden çıkardığım şey; Kürdistan’ın merkezi Güney olmalı ve yönetim de benim üzerimden ABD’ye bağımlı olmalı!
Şuandaki mevcut yönetim de zaten ABD’ye bağlı ve nasıl olsa ses çıkaran bir halk da yok olduğundan, ismi verilmiş ve görünüşte kurtulmuş bir Kürdistan’a nasıl olursa olsun her haliyle evet denilmeli, diye düşünülüyor herhalde!
Güney Kürdistan halkının mevcut yönetimden kaynaklı ses çıkaramaz, sorgulayamaz ve düşünemez bir pozisyonda olduğunu bilmeyeniniz yoktur herhalde. Görünüşte sosyalist bir iç sistem ile yönetim olsa da, tamamen bir ideolojiden uzak ve insanları aptallaştırmaya dönük bir politika uyguladıklarını biliyoruz. Nasıl olsa halkın tüm sorunları hal ediliyor! Öyleyse halk neden yönetime karışsın? Gül gibi geçiniyorlar işte, mantığı esas alınmaktadır. Güney sisteminin bir ABD sistemi olduğu tarafımca anlaşılırdır.
ABD’ye göre Yeni Dünya Düzeni’nde Kürdlerin yeri ve rolü hem var hem de yok. Var olan tarafı bir Kürdistan adının oluşu ve sıkıştırılmış bir Ermenistan örneği, yok olan tarafı da bağımlı oluşudur. Bunun dışındaki bir seçenek şuanda sömürgecilerin planlarında yok!
Bir diğere tehlike de PKK’ye hazırlanan tuzak!
Şu sıralar basından takip ettiğimiz kadarıyla Barzani aracılığıyla PKK ve TC görüşmelerinden söz edilmektedir. Bu görüşmelerde yine basına yansıdığı kadarıyla silahları bırakma ve geri çekilme şart koşuluyor. Tabi görüşmelerin iç yüzü nedir, PKK’nin istekleri nedir, onları bilemeyiz. Bildiğim ve anladığım tek şey, bu yeni düzende PKK’nin isminin istenmediği ve “olacaksa bir Bağımsız Kürdistan sadece Güneyle olmalı” planıdır. PKK’nin ismi derken, tabiki taleplerinden bahsediyorum. Yani Kürd halkının ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel taleplerinin bir bütün olarak demokratik konfederalizm ekseninde şekillenmesi talebi. Bugün KCK sözleşmesine baktığımızda Dicle ile Fırat’ın ve Petrol rezervlerinin olacakça Bağımsız veya Özerk Özgür bir Kürdistan yönetimi tarafından bağımsızca kullanılması ve Kürdistan halkının hizmetine sunulması var iken, mevcut Güney’in bağımlı halini görüyoruz.
Peki sonuçta ne olacak?
Görünen o ki yeni düzende PKK’li bir Kürdistan istenmiyor. Ancak PKK yeni düzene ayak uydurabilirse işte o zaman olabilecek. Yok eğer PKK sömürgecilerin tuzağından onurlu bir şekilde kurtulabilirse, tekrar direnişe geçecek ve alabilecekse Kürdistan’ı “silah zoruyla” alacak. Başkaca da bir çare görünmüyor. En sonunda da bugün karşımızda olan Güney ve Kuzey Kore gibi, biri ABD’ye bağımlı, diğeri özgür olan aynı ama parçalı iki ülke olacak. Sayın Mesut Barzani istese de istemese de Sömürgeciler bu planlarını uygulayacak ve Güney Kürdistan’ı da Yeni Dünya Düzeni’nin bir parçası haline getirip kullanacaklar. Bu kullanma beraberinde ne yazık ki Peşmerge güçleriyle Gerillaları günün birinde kötü bir şekilde karşı karşıya getirecek. Belki o zaman Mesut Barzani yönetimde veya hayatta olmayabilir ama Neçirvan Barzani “brakujî” olmayacak sözü vermediği için kim bilir, belki o hayatta olacak ve ABD ile ilişkileri sağlayıp yeni düzene istenilen düzeyde entegre olacak!
19.11.2011
mehmetserhatpolatsoy@hotmail.com

3 Kasım 2011 Perşembe

Hiçbir güç PKK’yi alt edemez

Hiçbir güç PKK’yi alt edemez
Oldukça iddialı bir başlık olduğunu biliyorum. Ancak bu başlığı bana yazdıran PKK’nin düşünce ve bunun sonucunda iradeleşen yaşamla beraber direnişçi özgürlük davasının stratejik ve taktiksel tarzından başkası değildir. Bu yazıda öyle PKK’nin şanlı direnişlerini ve geçmiş yanlışlarını tek tek yazmak gibi bir niyetim yok. Bilen bildiği için, tekrara gerek yok. Yine bu yazıyı yazmamdaki neden, sanki son gerilla kayıplarıyla, “PKK kimyasallarla bitirilebilir”, gibi bir algı doğmasındandır.
PKK, bir direniş hareketidir.
Sömürgeciye karşı nerede ne yapacağı belli olmayan ve diğer silahlı örgütlerden farklı bir örgüttür. Öncelikle nerede ne yapacağı belli olmayan derken, öyle işgalci güçlerin herhangi bir açığını bulduğunda üzerine gitmesinden bahsetmiyorum. Aksine PKK’nin savaş tarzı düşmana açık alanlarından saldırmak değil, kapalı olan, hiç tahmin edemeyeceği ve zırhlı sandığı alanlardan saldırmak ve şaşkına çevirmektir.
Bu savaş tarzı var olan boşluklarında ötesinde, en geçilmez sanılan duvarları dahi delen ve yeni boşluklar oluşturan ve böylelikle düşmanının sinir merkezlerine yerleşerek onu yanlış taktik kararlar alarak uygulamaya sokabilen bir yoldur.
Diğer silahlı örgütlerden farkı ise Kuantumik felsefe ekseninde bir yol izlemesidir. PKK’nin, demokratik ekolojik cinsiyet özgürlükçü paradigmasının halklar nezdinde çekim alanı bir yana, bu felsefe ile de, düşünen canlıları hakimiyetleri altına alıp istihbarat ve teknolojiyi yeni bir “din” haline sokarak kainatı elinde tutmaya çalışan sömürgeci güçlere karşı özgürlükçü bir alternatif olarak, yine sömürgecilere karşı da kendine düşman haline getirmiştir. Zaten bu düşmanlık kendisini siyasal ve askeri alanda çok rahatlıkla gösteriyor.
Sömürgeciliğin bunca yönelimine rağmen PKK hem askeri hem de siyasal alandaki kazanımlarını koruyabiliyor ve çelikleşmiş yaşam stratejisini uzun süreler sürdürebiliyor.
Eğer sömürgeci işgalci güçlerin her türden yönelimi PKK’de bir tahribat yaratsaydı, bugün PKK diye bir örgüt kalmazdı.
Çünkü stratejik planlamalar, duygusal müdahalelerle taktiksel sıçrayışlara dönüşerek çok çabuk kırılmalara yol açabilirdi.
Öyle askeri operasyonlar sonucu yaşanan kayıplar hiçbir şekilde PKK’yi etkilemez, aksine yarattığı çekim alanı sayesinde en olmaz denilen özgür bir Kürd bireyini dahi hareketlendirir ve işini gücünü bırakıp boş bir alanı doldurarak orada işlevli hale gelebilir ve askeri siyasi kadro haline dönüşerek düşmanı hiç beklemediği bir yerinde vurabilir. Bu netlik, dünden bugüne gözlenebilmiş ve pratikler de önümüzde durmaktadır.
PKK’nin son Çelê eyleminde de gösterdiği destansı saldırı ve direniş pratiği, işgalcilerin sinir merkezlerine yerleşmiş ve bir uyarıcı etki yapabilmiştir. Yapılan eylem sonucunda yaşanan ağır gerilla kayıplarını da öyle çok büyütmemek gerektiğini düşünüyor ve eksilerden çok artıların niteliğine bakmak gerektiğini söylemek istiyorum. Nicel kayıplar elbet üzüntü vericidir ancak nitel kazanımlar bu üzüntüyü bir nebze de olsa alıyor. Bundan dolayı yaşanan kayıpların ardından, moralsizliğe düşmenin bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. -Tabi ki varsa hatalar (ki vardır) tez elden düzeltilmeli ve tekrar aynı yanlışlığa düşülmemelidir-
PKK en çok da bir moral hareketidir. Moralsizliği en üst düzeyde yenmiş ve umudu stratejik hale getirerek, bu anlamda da zaferi mutlaklaştırmaya çalışan bir örgüttür. Çünkü mevcut paradigmanın gerilla savaş tarzıyla birleşimi sonucu inanılmaz bir güç açığa çıkmıştır. Bu güç, ölümü yenmiş ve ona meydan okuyor. Sadece yaşamak ve yaşatmak için mücadelesini sürdürüyor.
PKK, somut ve soyut Tanrı anlayışına ve onun yorumlanarak insanlarda düz çizgisel –kaderci- bir yaşam dayatmasına karşı bir direniş hareketidir.
Bu anlamda kastedilen sömürgeci güçler, her ne kadar da kendilerinin yenilmez güç olduğunu düşünseler de PKK’nin yeni insan felsefesi ışığında gerillacılık yapan ve Kürdistan, Türkiye ve Dünya’nın yer yanına dağılmış kadrolar, bu yenilmezliği her an boşa çıkarabiliyor ve düşmanda, “nasıl oluyor” algısı uyandırabiliyorlar.
Evet, belki bugün ABD ve diğer sömürgeci güçler ellerindeki istihbarat ve teknolojiyle, tüm dünya halkları, örgüt ve devletlerine korku salmış olabilirler. Ellerindeki uzay teknolojisini kullanmalarının bir diğer nedeni de budur. Amaçları, halkların soyut tanrılara inanıp korkması gibi somut tanrılara da inanıp korkması ve aynı mitoloji ve dinlerdeki gibi iyi bir kul olmalarını sağlamak ve yarattıkları liberal ve parallah ideolojileriyle de cennet ile cehennemi bu dünyada da sunmaktır.
Bu korku duvarını örmelerinin en önemli nedeni de, halkların, örgüt ve devletlerin başlarına ne talihsizlik gelirse gelsin Tanrı’dan bilmelerini sağlamaktır!
Dikkat ederseniz geçen yazımda Van depremi ile ilgili ortaya attığım ve daha sonra internet sitelerinde de video ile desteklenip tartışma konusu olan HAARP Teknolojisi ile ilgili PKK’nin hiçbir komutanı ve yayın organı açıklamada bulunmadı. Neden dersiniz? Çünkü PKK, ABD’nin tüm teknolojik gücünü bilmekle birlikte, onu alt edebileceğini biliyor da ondan. Zaten internet sitelerine düşen o HAARP ile ilgili video da ABD tarafından servis edildi ki halk, örgüt ve devletler ABD’nin gücünü bilsin ve ondan korkarak istediklerini yerine getirsin. Ama PKK bu oyuna düşmediği gibi korkmadı da. Neden korksun ki, günümüz dünyasında doğaya dıştan müdahale eden güçlerin yaptıkları ancak kendilerine döner ve yaptıklarını gün gelir düzeltemez konuma gelirler.
Öyle aletler var ki, sömürgecilerin ellerindeki bütün teknolojik canavarları “an” içinde yok edebilecek, hem de maddi anlamda çok ucuza mal edilebilen cihazlar. Bugün sadece 200 euroya mal olan bir cihaz, aynı anda bütün dünyadaki elektronik cihazları devre dışı bırakabilip, insanlığı 200 yıl geriye götürebilir. ABD ve diğer sömürgeci güçler her ne kadar güçlü olduklarını bütün dünyaya göstermek istiyor olsalar da, bu cihazın varlığından ve gün gelir kullanılabileceğinden haberdardırlar. Onlar şimdilik insanları korkutma ve sindirmenin peşine düşedursunlar!
Sömürgecilerin PKK’yi yenilgiye uğratabilmesi mümkün değildir. Ne PKK’nin paradigması nede iradeleşmiş halk, sömürgeci işgalcilere bu fırsatı tanımıyor/tanımaz.
Her ne kadar somut Tanrı günümüzde halklar, örgüt ve devletlerde düz çizgisel bir mantık yaratmışsa da, PKK’de bunu yaratamamıştır. Bilindiği üzere mit, mitoloji ve dine bakışların yarattığı düşünceler, yorumlamalar ve buna bağlı yaşamlar ile silik olan arayışları öyle veya böyle biliyoruz. Tüm düşünceler ve yorumlar tamamen köleliği kutsayan, din adamlarını göklere çıkaran, sabit, beklemeli, her şeyi bir dış güçten bekleyen, düz, monoton bir yaşam sunarlar. Aslına bakılırsa yaratılmak istenen insan tipi, iradeden yoksun, silik, bitik, verimsiz, heyecansız, umutsuz ve moralsiz bir yaşam sunmaktır. Bunun yanında hükmeden, hâkimiyet sağlayan, buyuran ve tepeden inme yöneticiler istenen bir halk ve örgüt tipi yaratılmak isteniyor. Bu temelde Tayyip Erdoğan’ı Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya ilan eden sistem, zihin ve yöntem de aynıdır.
Dini bakış ve yorumların ardından dayatılan yaşam etkileri mevcut günde derinden hissedildiği gibi, kulluğu geçemeyen ve sadece soyut ve somut tanrılara odaklanmış bir yaşam hissi gerçekliğini koruyarak devam ediyor. Ancak PKK’nin mevcut paradigmasında bırakın her türden tapınmayı ve köleliği, hiyerarşinin dahi bir yeri vardır. Ondan dolayıdır ki Sayın Abdullah Öcalan:  Eski paradigma şahsımda iflas etmiştir, demiştir. Özünde kaderci ve pozitivist yaklaşımların bir ürünü olan göklere tanrıya kilitlenmiş kulluğu geçmeyen bir yaşam arayışı, sadece en iyi bir “kul” olmak içindir. Bu kul ki soyut ve somut tanrıların işçisi, kölesi ve hizmetçisidir.
İşte PKK, hiçbir soyut ve somut Tanrının işçi, köle ve hizmetçisi değildir ve doğallığında da yenilmezdir.
Bilim dünyasının vardığı en son sınırlar olan “kuantum” ve “kozmos” un ilginç yaklaşımları PKK’de de ifadesini bulmuştur. Artık buna özgü bir yaşam kaçınılmazdır. Bu yaşam arayışında ne ABD nede onun elçisi Türkiye, PKK ve onun gerillalarıyla baş edemez. Sömürgeciler sezgili, özgür tercihli düzenlerin dünya halklarına yansımasından çekindikleri için bu denli PKK’ye saldırıyorlar.
Ne sömürgeciler PKK’yi yenebilir ne de napalmlarla kimyasalları sonsuz kullanabilir! Bilimde kanıtlananlar direk insan ile ilgili olduğundan ve PKK’de insanlardan oluşan bir güç olduğundan, yazının başlığı daha da netleşsin diye çok uzatmadan bir ayrıntıyı paylaşacağım;
…Bilim dünyasında yapılan deneyler sonucu görülen atom altı parçacıklarda, parçalar veya fotonların inanılmaz bir şekilde kendi yolarını çizdikleri görülmüştür. Buna göre kendi rotalarını kendilerinin çizmesi demek, parçacığın enerji ve dalgası, frekans ve renginin ayrı olduğu anlamına geliyor. Her parça ya da foton kendi yolunu kendisi çiziyor. Bundan hareketle, fotonlar kontrol altına alındığında kontrol altına alan dış gözlemci, bunları kendi istemiyle etkilemektedir.
Tüm bu deneylerin sonucunda ortaya çıkan sonuç ve aslında yazının özünde anlatmak istediğim şey; Birey, kendi yolunu çiziyor ve bu bilim tarafından da ispatlanmıştır. Kendi yolunu çizmekle kalmıyorsun, aynı zamanda iradeleşmiş, iyi örgütlenmiş ve gelişmelere karşı iyi hazırlanmışsan baskın çıkan sen olabiliyorsun. İşte PKK’de iyi örgütlenmiş ve gelişmelere karşı iyi hazırlanmış ve istediğinde baskın çıkabilen bir örgüttür.
Sömürgeci yönelimin PKK üzerindeki etkisi öyle sanıldığı gibi etkili ve kalıcı olamaz; çünkü PKK belirsizliği belirleyebilen bir paradigmaya kavuşmuştur. Bu belirleyicilik ise örgüt iradesiyle kadroları istediği alanlara sevk anlamına geliyor. Burada yaşanan ne bir beyin yıkama metodudur, ne de kulluğun ideolojikleşmiş halidir. Tam anlamıyla özgür bireyin özgür tercihi sonucu yaşanıyor. Dahası bu mantıkla yolan çıkan bir örgütte hiçbir gelişme düz çizgisel olmuyor ki zaten ideoloji buna fırsat vermiyor. PKK’nin son 6-7 yıldır geri düşmemesinin tek sebebi de budur.
PKK kendisini aldatmadığı gibi hiçbir gücün peşinen üstünlüğünü de kabul etmemektedir. Çünkü Kuantumun yaşamda açtığı aralıklar, belirsizliğin olduğunu söylüyor ve müdahaleci konumunda irade sahibi olabileceğini kanıtlıyor. Her ne kadar da askeri ve siyasi operasyonlar en ağır şekliyle PKK üzerinde yaşatılsa da, PKK güçlü ve irade sahibidir. İrade sahipleri de hesaba katılırlar ki, katılmasalardı bu kadar üzerine gidilmezdi.
Türkiye istediği kadar ABD’yi arkasına alsın, isterse de bütün NATO askerlerini PKK’nin üzerine göndersin yine de PKK’yi alt edemez, belini kıramaz, etkisizleştiremez ve marjinalleştiremez. Yine PKK’nin dağda olan gerilla sayısının iki katı kadar gerilla, milis ve fedai gücü Kürdistan ve Türkiye’nin, hatta ABD ve Avrupa’nın en olmadık alanlarında hücrelerdedir. Bu hücrelerin uyanışa geçmesi demek, kendisini Tanrı, Türkiye’yi de elçisi olarak ilan eden ABD’nin tüm planlarının suya düşeceği anlamına gelecektir. PKK istediği kadar kayıp versin veya darbe alsın, aldığı her darbe ve kayıp yarattığı çekim alanıyla ona misliyle güç olarak geri dönmekte ve dönecektir. Çünkü yapısı buna müsaittir. Bunu bütün sömürgeci güçler de biliyor. Bu kadar büyük yönelmelerinin tek sebebi, onların çırpınışları ve PKK karşısındaki çaresizlikleridir. Bundan dolayı hiçbir Kürd bireyinin umutsuzluğa düşmesinin anlamı yoktur, çünkü PKK sömürgeci anlayışı öyle veya böyle dize getirecek güce ve kudrete sahiptir.
PKK’yi sadece dağ ile sınırlandırmak ve umutsuzluğa düşmek, en son yurtseverlerin düşüneceği şey olmalıdır. PKK her yerdedir ve Kuantumik bir felsefeye sahip olmayanlar da PKK’nin savaş strateji ve taktiğini anlayamazlar.
03.11.2011
mehmetserhatpolatsoy.blogspot.com