31 Aralık 2012 Pazartesi

Maneviyatı tekelleştiren Erdoğan ve Kürdün maneviyatı


Türk Başbakanı Erdoğan geçen gün Urfa’da –PKK’yi kast ederek- Kürt halkına çağrı yapıp:  “Bölgedeki kardeşim hep beraber terör örgütüyle, onun yedeğinde siyaset yapan partiyle arana duvarı çek. Bu ülkeye, bu millete kasteden terör örgütüyle aranıza mesafe koyun. Hiçbir ortak değeri yok bunların. ‘Maneviyat yok’ bunlarda”, dedi.
Erdoğan ve Fettullah gülen cemaatinin Türkiye ve Kürdistan’da psikolojik üstünlük sağlama adına propagandaya dönüştürdüğü “bunların maneviyatı yok” edebiyatı iyiden iyiye Türk devletinin psikolojik özel savaş pratiği haline geldi.
Açıklamadan da anlaşılacağı üzere Erdoğan bilinçaltında kendisini, Tanrı yerine koyup hüküm veriyor ve ruhsal/enerjisel bir olgu olan maneviyatı tekelleştirerek, bu öznelliğin Kürdistan’da PKK ve BDP’de, yani bütünlüklü olarak Özgürlük hareketine bağlı olan insanlarda olmadığını hiç çekinmeden söyleyebiliyor. Bunu söylerken hem Kürt halkının “aklından yoksunluğu olduğunu” belirterek özgür Kürde hakaret etmiş ve “hedef göstermiştir” ve hem de “kim ki PKK ve BDP ile arasına duvar çekmezse” diyerek, önümüzdeki günlerde “sivil halka” ne denli yönelim olacağını açık tehdit ile dile getirmiştir.
Buraya kadar Erdoğan’ın 2005 yılından sonra başvurduğu yol olan “ya sev, ya terk et” yöntemli söylemleri olduğunun bilinciyle biz, alışılmışın dışında olmayan bu açıklamaları bir yana bırakarak Kürt halkının maneviyatının ne denli güçlü olduğunu görmek için, hakikatin sırrına erelim.
Kürt halkının maneviyatına dikkat çekmek amacıyla öyle Gotian ülkesinin işgali ile başlayıp 4.000 yıl evveline gitmeye gerek kalmadan 12 Eylül Faşist darbesi sonrasıyla pek ala bugünlere gelip açıklayabiliriz, diye düşünüyorum.
Bilindiği üzere büyük bir iradi güç gösteri olarak bir Amed zindan direnişi gerçeği vardır. Mazlum, Kemal, Hayri ve Ferhatlarla yaratılan bir direniş geleneği vardır. Mazlum’un “teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür” diyerek üç kibrit çöpü ile simgeleştirilen sonsuzluğa açtığı kapı, Kemallerin “biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” diyerek ölüm orucuyla şehadete gidişleri ve Ferhatların ‘ateşi gürleştirin’ sözünde apaçık ortada olan inanç halleri, Kürdün maneviyatının ne denli derin olduğunu gözler önüne sermiştir.
Sonra yakılan yıkılan binlerce köy ve zorunlu göç denilen aslında tarihsel sosyolojik değerlendirmeye tabi tutulduğunda üstü kapalı olan bir “tehcir” harekâtı sonrası Türk metropollerinde Türk kölesi işçi haline getirilen ama yılgınlık nedir bilmeden Özgürlük hareketine her koşulda destek veren halk gerçekliği var. Yerlerinden yurtlarından edilen halk, gittikleri yerlerde de Devlet baskı ve zulmüne maruz kalarak tutuklanma ve ölümleri görmüş olsalar da yine de maneviyatlarından kan kaybetmemiş ve şaşmaz bağlarla Özgürlük hareketine tutunmaya devam etmişlerdir.
Ardından, on yedi bin diye ifade edilen,  faili meçhul denilerek tozlu raflara alınan ve bu güne kadar failleri bulunamayan bir katliamlar dizisi var. Her ne kadar bireyselliğe indirgeyici nicelikler üzerinden bir değerlendirilmeye tabi tutulsa da, niteliği “sistematik soykırım” olan yönelime karşı halkın bugüne dek süren direnişi var. Hangi halka bu denli yüklenilse o halk, ya tamamıyla sisteme kul olur ya da bir deliler topluluğuna dönerlerdi. Kürt halkı bu yönelimden de derin inanç maneviyatlarıyla kurtuldular ve annesi, babası, abisi vs. tüm aile bireylerini kaybetmiş olsalar da, hayatta kalan diğer fertler bugün yine Özgürlük hareketine bağlı bir şekilde ya Kürdistan dağlarında gerilla ya da Türk metropollerinde onlara acı, kan, gözyaşı ve ölümü reva gören Türk sistemine kafa tutarak direnmeye devam ediyorlar.
Bunca zulüm ve ölüme rağmen iradesini halka teslim etmiş ve yüreği Kürdistan aşkı ile yanan her bir özgür yurttaş, bulunduğu her ortamı Kandil, Cudi, Gabar ve Amanoslara çevirerek maneviyatlarının ne denli hakikatli olduğunu ispatlamışlardır.
Kürdün maneviyatının güçlülüğü daha dün savaş uçaklarıyla bombalanan 34 Roboski’li için gösterilmek isten-meyen ve kaotik ortam yaratabilecek maddi tepkisizlikten bellidir. Kürdün maneviyatlı oluşu, Ceylan, Enes, Uğur, Şerzan ve daha niceleri için “azdan az çoktan çok” demeyerek kontrolsüz bir savaşı başlatmadıklarından da bellidir.
Kürdün maneviyatının güçlü oluşu, kışın dondurucu soğuğuna rağmen ölümün hangi kaya ardında gizli olduğunu bilmeden patika yollarda özgür yaşama yürüyenlerinden de bellidir.
Kürdün maneviyatının ne denli güçlü oluşunu bütün dünya daha dün 68 günlük açlık grevi eyleminde gördü.
Maneviyat’ı yok dediğiniz Kürt halkı her şeye rağmen eğer bugün hala Türkiye halklarıyla bir arada yaşayalım diyerek –şimdilik- sınırları sorun etmiyorlarsa, bilin ki bunun asıl nedeni hümanist duygularla birlikte onurlu bir barışa olan inanç ve maneviyatın çelikleşmesi halidir.
Bir de asıl maneviyat nedir biliyor musunuz Sayın Başbakan?
Maneviyat demek, 15. Yılına girecek olan ağırlaştırılmış tecrit altında Kürt halkının özgürlüğü ve halkların kardeşliği adına İmralı zulmüne dayanan Sayın Öcalan’ın bilinçleri allak bullak eden insanüstü direnişi demektir.
Bundan daha büyük maneviyat, bundan daha büyük insani irade, bundan daha büyük birlikte yaşam ateşi, bundan daha büyük güç ve bundan daha büyük direniş ve hakikat yoktur.
Not: Yeni bir yıla girerken, umarım 2013 yılı tüm ezilen halklara özgürlük getirir diyor ve başta Kürt ve Kürdistan halkının sonrasında tüm dünya insanlığının yeni yılını kutluyorum.

26 Aralık 2012 Çarşamba

Ölümsüzlük, Hakikat ve Aşk

BDP Suruç Belediye Meclis üyesi ve Sosyolog-Yazar: Mustafa Ekrem Polatsoy

Yaşam her zaman biyolojik anlamda var olmak değildir. Aynı zamanda yokluk da bir yaşamdır. Yeter ki o yok olma şekli bazı şeylerin var olmasını anlamlı kılabilecek bir yokluk olsun.
Bazen denir ya “bir şeyi seveceğin zaman onu sonsuz bir şekilde sevme çünkü onun bir sonu vardır”. Aslında öyle değildir. Siz sevdiğiniz ve mücadele ettiğiniz değerlerin anlamlı olduğuna inanıyorsanız onu sonsuz sevin.
Çünkü sonlu bir şey yoktur her şey sonsuzdur. Uzay gibidir; her zaman genişler ve büyür.
İnsanoğlu yaşamı boyunca hep ölümsüzlüğün arayışçısı oldu. Kimi tatlı canı için kimi de hakikat ve aşk için. Gılgameş destanındaki Gılgameş ölmemek için, ölümsüzlük için dağları, taşları, ovaları, dereleri aşarak biyolojik anlamda ölümsüzlüğü aradı ama Gılgameş hiçbir zaman biyolojik ölümsüzlüğün çözümünü bulamadı.
Fakat bugün Gılgameş, adı ve namıyla aramızda ve yaşıyor. Hala var ve ölmedi. İşte gerçek yaşam budur.
Gılgameş aslında ölümsüzlüğün ilacını buldu ama o zaman anlamadı. Aynen Ameriko Vespuçi gibi. Vespuçi Amerika’yı keşfetmişti. Ama keşfettiği yeri başka bir yer sanıyordu.
Önemli olan neyi aradığımızı bilmekte yatıyor her şey.
Sevgi, zaman ve mekandan bağımsız bir kavramdır. Bir şeyi sevmek için onunla aynı zamanda yaşamanıza gerek yok. tarihten, sevdiğiniz hangi kahramanla aynı zamanda yaşadınız? Ama seviyorsunuz onu. Yine sevmek için aynı mekanı paylaşmanıza da gerek yoktur. Sevdiğiniz şey sizden çok uzaklarda dört duvar arasında da olabilir. Ya da dünyanın bir diğer ucunda Vespuçi’nin topraklarında da olabilir. Ama var olduğunu biliyorsunuz.
Uğruna yaşadığınız ve mücadele ettiğiniz şeylerin ne olduğunu bilirseniz eğer, ne mutlu size.
Söz konusu yaşamsa eğer ve bu yaşam hakikat ve aşk üzerine kuruluysa, biyolojik olarak var olacağım kısmı, işin teferruatıdır.
İşte o zaman varsanız, zaten canlısınızdır. Yoksanız da Gılgameşsiniz.
BDP Suruç Belediye Meclis Üyesi ve Sosyolog-Yazar: Mustafa Ekrem Polatsoy

23 Aralık 2012 Pazar

Rojava’ya Kızıl Kürdistan planı mı?


İçinden geçtiğimiz süreç 1800-1900’lü yıllara çok benziyor. Yani zaman farkı olmazsa şimdi, o yıllardayız denilebilecek pratikler sergileniyor. Özellikle Kürdistan’ın –tıpkı Kızıl Kürdistan gibi- küçük parçası Batı yakası üzerine gelişen uluslararası politikalar ve PYD’yi etkisizleştirme pratikleriyle genel olarak Kuzey, Güney ve Doğu Kürdistan’da sömürgeci ile girilen ‘derin ilişkilerle’ gelişmeler beni, böyle düşüncelere sevk ediyor.
Öncesinde her ne kadar işgal hareketleri olsa da bilindiği üzere Kürdistan 1639 öncesine dek tek parça olarak geldi. 1639’ta Osmanlı ve Farsların Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla birlikte bu tek parça “iki yakaya” dönüştürüldü. Ve herkesin zaman zaman ettiği; İki yakan bir araya gelmesin, bedduası da böylelikle ortaya çıkmış oldu. Bu beddua her ne kadar günümüze dek söylense de, Rusya ve İran’ın 1828’de imzaladıkları Türkmençayı anlaşması ile fiili olarak Kürdistan çoktan üç yakaya ayırılmıştı bile.
Lozan geldi çattı ve Kürdistan tam beş ayrı parçaya bölündü. Akabinde 1929 yılında Rusya-Türkiye arasında imzalanan Edirne anlaşmasıyla Kürdistan’ın beşinci parçası yani Kızıl Kürdistan resmi olarak koparıldı.
O dönem Stalin önderliğindeki Sovyetler gücü –her ne kadar bazı Sosyalistler kabul etmese de- Kürtleri darmadağın etti; öyle ki Kürtler, Sibirya’ya dek sürüldüler. Tehcir politikaları ustalıkla yapılıyordu ki Kürtler yarınlarda beşinci Kürdistan parçasıyla ilgili hiçbir iddiada bulunamasınlar. Öyle ya, halkı olmayan parça ne işe yarayacaktı ki!
Beşinci parça yok oldu; şimdilerde dahi hiçbir Kürt kurum-örgütü bu beşinci parçadan söz edemiyor. Nasıl etsinler ki, o parçada halk yok!
Kürdistan dört parça şimdi; Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında dört ayrı parçadan ibaret bir ülke…
Tabi o dönemler sömürgecilerin bu pratikleri karşısında örgütlü bir Kürt gücü yoktu. Belirli stratejik programlar dâhilinde oldu tüm yaşananlar. Ancak şimdi öyle değil; Irak’ta dünyaca tanınmış Federe Kürdistan bölgesi, İran ve Türkiye’de terörist örgütler listesinde PJAK ve PKK, Suriye’de de –bölge ülkelerince marjinalleştirilmeye çalışılan- Kürtleri savunan bir PYD var.
O dönemler Kürtler sahipsiz olarak parçalara bölünüyordu. Şimdi ise savunanları var. Ancak Kürtler açısından -bu kadar örgüt olmasına rağmen hala ulusal birlik ruhu yakalanmadığından- büyük bir sıkıntı var; o da “dörde” düşürülen Kürdistan’ın böyle giderse “üç veya üç buçuk”  parçaya indirilme durumu.
Bu durumda büyük oranda belirlilik arz eden Güney Kürdistan yönetimi var. Yani birazda beni Rojava’nın –tamamı olmasa da bir bölümünün- satılığa çıkarıldığına dair şüphelere iten neden Güney Kürdistan yönetiminin Kuzey Kürdistan parçasındaki PKK ve Batı Kürdistan’daki PYD’ye karşı Türk devletiyle giriştiği anlaşmalar, açık ve gizli toplantılarla pratikleri oluyor.
Sanki İran-Türkiye anlaşması olan Sadabat Paktı benzeri bir anlaşma Rojava için Güney-Türkiye arasında imzalanmışa benziyor!
Türk devlet güçlerince hemen hemen her gün Güney topraklarına atılan bombalar, vurulan köyler ve siviller olmasına karşın Güney yönetiminin tüm bu onur kırıcı ve işgal pratiği olaylara sessiz kalması, açıkçası şüphelerimi fazlalaştırıyor. Sonra mesela PKK lideri Sayın Öcalan’ın tutukluluk ve tecrit konusu Güney’i rahatsız etmiyor. Roboski katliamı sonucunda tepki-kınama olmadı; aksine –ulusal ilkeye sığmayan maddiyatçı pratik ile- ulusal dayanışmanın yerine Güney yönetimince köylülere para dağıtıldı. KCK adı altında zindanlara konulan binlerce Kürt tutsak, Güney’in umurunda bile değil. Tüm bunlarla beraber Güney yönetiminin Rojava’daki “ulusal birliği” dinamitleyici tutum ve tavrı! PYD’yi marjinalleştirmek için yapılan birçok toplantı ve kamuoyuna yansıyan “delilli belgeler” hakkında Güney yönetiminden tek bir açıklama dahi gelmedi. Ayrıca Türkiye yetmezmiş gibi Güney yönetimi de Rojava’daki kardeşlerinin yüzüne kapıyı kapatmış ve halk perişan halde. İnanmayanların mutlaka özel olarak tek tek Rojava şehirlerini gidip görmesi gerek. Gördüğünüzde maalesef gözyaşlarınızı tutamayacağınız ve insanlığınızdan utanacağınız bir tabloyla karşılaşacaksınız.
Sömürgeciler 1639-1828-1922-1924-1929 yıllarında Kürtsüz olarak Kürdistan’ı paramparça ettiler. Şimdilerde yeni parçalanmalar maalesef ki son günlere yansıyan Güney pratikleri karşısında Kürtsüz değil gibi.
Ne Sayın Öcalan’a uygulanan ağırlaştırılmış tecrit, ne KCK adındaki siyasi soykırım operasyonları, ne zorla taban yaratılmaya çalışılan Hizbullah’ın Kuzey’de parti kurması, ne Zaza-Dimilî’lerin ayrı halk olduğunun propagandası, ne KDP ve Selahaddin Taburu ile iyi ilişkileri olan Azadî partisinin Rojava’daki pratikleri ve ne Güney Kürdistan yönetiminin sınır kapısını kapatması ve dahası Rojava halkının yaşamını tümden bitirmek olan sınıra Peşmerge konuşlandırarak kaçakçıların geçişini engellemesiyle birlikte TC ve ÖSO’yla olan derin ilişkileri bir birinden bağımsız değildir. Bu derin ilişki ve politikalara karşı en kısa sürede tüm parçalarda “ulusal birlik” sağlanmaz ve şayet güçlü bir duruş ve bir tedbir alınmazsa öyle görünüyor ki bu pratikler sömürgecilerin istediği şekliyle devam edecek ve Rojava’yı, Kızıl Kürdistan’ın trajedisi bekliyor olacaktır. Sonuçta ne mi olacak? En küçük parça olan Kızıl Kürdistan’dan şimdilerde nasıl söz edemiyorsak, belki yarınlarda da Rojava’dan öyle söz edemeyeceğiz. Nasıl Kürdistan “beşten dörde” düşürülmüşse yarınlarda da “dörtten üçe” düşürülecek.
Bilinmeli ki bugün Rojava halkının trajedisine sessiz kalanlar yarınlarda Kürdistan’ın tamamını kaybedebilirler.


16 Aralık 2012 Pazar

‘Biricik’ soykırım ve ‘İlkel Tren’ meselesi


Yahudiler kendilerine uygulanan soykırımı ‘biricik’, ‘tek’ soykırım olarak nitelendirdiler. Haklıydılar. Belki de insanlık tarihinde maddi ve manevi ilk tümden fiziki soykırımdan geçirildiler. İktidarı elinde bulunduran Hitler kendisini, bir Zilullah ilan etmiş olmasına karşın o görülen en beterinden bir Leviathan’dı. Hitlerin Yahudi halkı üzerinde uyguladığı soykırım belki de soykırımı planlayanların dahi tahmin edemediği sonuçlar doğurdu. Sadece Yahudiler değil, Ortadoğu’da yaşayan birçok kadim halk dönem dönem Hitlervari yönelimle ya tarih sahnesinden silindiler ya –dar, bölgesel çıkarların ardından giderek- etkisizleştirilerek uydu devletçikler haline getirildiler ya da İsrail gibi insanlığın başına bela haline getirildiler.
Kapitalizm önce işgal, katliam, soykırım sonra sömürü ve sürüngenleştirme politikasını en ustaca yöntemleriyle pratiğe geçirmeyi başardı. İşgal, katliamlar ve soykırımlarla sömürüyü, sömürü ise ezilen bir toplum/ulusu meydana getirdi. Toplumun bileşeni halk ezildikçe öfkelendi ve ülke halkı bir şekilde çıkış noktası olarak isyana, direnişe başvurdu. Milliyetçiliğe evirilen anlayışla isyan ve direniş yerini bir iktidarda bulmalıydı ki kendisini ve daha başka diğer halkları da ezebilsin. Ezilenlerin milliyetçiliği masumdur deyip her ezilen ulusu devlete, devletle de milliyetçi tekçi anlayışlara yönelttiler.
Eğer bugün bir İsrail zulmünden bahsediliyorsa -ki en beterinden zulümkârdır- bunun nedeni ezikliğini milliyetçiliğe evirip iktidarlaştıktan sonra da bütün dünyadan acısını çıkartmaktandır.
‘Biricik ve tek’  soykırım bir halka milliyetçilik getirmemeliydi ama İsrail, devlet olarak Siyonizmi kendisine ilke edinerek sömürgeci trenine bindi ve tüm tanrı-krallar, leviathanlar ve zilullahlar uyandı; Nemrud ve Firavun tekrar yeryüzüne indi.
Şimdi sıra Kürtler de ve illa da Kapitalist modernite trenine bindirilmeye zorlanıyorlar.
Kürtler de belki Yahudilerden çok soykırıma tabi tutuldular ama tarih hiçbir zaman doğru bir şekilde Kürdün trajedisini kitaplara yansıtmadı. Tüm ezber resmi tarih anlayışında Kürtler, şaki, eşkıya ve terörist ve yok edilmesi gereken bir “yabani ot” muamelesine tabi tutularak; katliamları hak etmişçesine soykırımların utanılası müsebbibi ilan edildiler. Belki de Sayın Öcalan ondan dolayı; PKK sonu gelmemiş bir roman, bir şiir, bir türkü ve güzel, diyerek Demokratik Modernite’yi dünya insanlığına tek kurtuluş yolu olarak sundu.
Öcalan, Kürtlere yapılan zulmün, beraberinde milliyetçiliği getirerek yeni bir İsrail doğurması korkusundan dolayı eller Kapitalist Moderniteden çekilmeli, olacaksa yaşam onurlu bir şekilde Demokratik Modernite’de olmalı dedi ve bugün ABD’nin talimatıyla ondan dolayı düşünceleri insanlığa aktarılmaktan ve ders kitaplarından okutulması gereken görüşleri olmasına karşın bilimselleştirilmekten kaçınılıyor. Öcalan’ın görüşlerinin dünyaya aktarılması demek Kapitalizmin sonu demek olacağından, insanlığı huzura kavuşturacak düşünceye sahip insanı on metrekarelik hücresinde adeta ölüme yatırdılar.
En ‘biricik ve tek’ soykırım, yazılı olan tüm insanlık tarihine baktığımızda Yahudilerden çok Kürtlere karşı yapılmıştır. Hiçbir halk böylesine sistematik olarak ekonomik, kültürel, fiziki ve siyasal soykırımlardan geçirilmemiştir. Bölgemizde söylene gelen söz olan “allah iki yakanı bir araya getirmesin” tam da Kürtler için 1639 yılında söylendi. Sonra bu yaka 1920’lerde 4-5 parçaya daha ayrıldı; ancak yeni bir söz bulunamadı.  Dersim-Zilan, Halepçe, yakılan köyler, milyonların göç altındaki bir nevi tehciri, on binlerce faili belli infazlar, bir o kadar tutuklama ve baskılarla geçen yüz yıl sonunda derken Roboski katliamı geldi. Belki Hitler ilan edilmiş bir savaşı yürütüyordu ama hiçbir İran, Irak, Suriye ve Türk hükümetleri Kürtlerle olan savaşlarını ilan etmemişlerdi. Adı konmamış savaşlarda ölenler, insan yerine dahi konmuyordu.
Yüzyıllar boyu sistematik bir şekilde ‘biricik ve tek’ soykırıma uğratılan Kürt halkı, şimdilerde de devletleşen AKP hükümeti tarafından öldürülüyor ve dışarıda tek bir Kürt savunanı kalmayana dek siyasi soykırım operasyonlarına yenilerini ekliyorlar. AKP sadece Kuzey’de değil, Güney, Batı ve Doğu Kürdistan parçalarında da kazanımların önünü almak ve olursa da tümden kendine ait olarak sistemleştirmek istiyor. Kürtler tüm bunlara ve Önderleri daracık hücrede olmasına rağmen, “demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü paradigma” İmralı duvarları ve denizleri aşıyor, Kapitalizmin tüm oyunlarını boşa çıkararak Kapitalist Modernite’den sıyrılmış ve şimdi Demokratik Modernite’yi tüm yaşam alanlarında aktifleştirmeye çalışıyorlar. Her ne kadar şimdilerde Güney Kürdistan’ın “dar-bireysel-işbirlikçiliğe gitmeye müsait işgalciyle uzlaşmacı pratikleri” olsa da Kürt özgürlük hareketi ve halkı bir bütünen oyunu –şimdilik- halkların kardeşliği temelinde oynamaya devam ediyor, ABD ve TC ile kolkola girerek “ilkel milliyetçilik trenine binmiyor” ve de rayları çürümüş olan Kapitalist Modernite treninini ellerinin tersiyle iterek insanca yaşam uğruna Demokratik Modernite raylarıyla döşenmiş trenini özgür insan zihniyle tüm Kürdistan parçalarında inşa ediyorlar.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Tabuta saldırı, iç savaş nedenidir


Kürt halkı bu güne kadar neler gördü neler. Irakta kafası kesilen mi dersin. İran da idam edilen. Suriye’de haraç mezat satılanından bir cüzzamlı gibi kaçınılması gereken cüzdansızına kadar.
Türkiye’de her dönem en küçüğünden en büyüğüne parçalanmış, bok yedirilmiş, idam edilmiş, ömür boyu hapse mahkûm edilmiş ve ‘kuyruk takılan’ Kürtlere yapılan bu son zulüm sanırım bu güne kadar hiçbir işgalci güç tarafından yapılmamıştır.
Dün izlediğim HPG gerillalarının Amed’de ki cenaze törenindeki görüntüler kanımı dondurdu. Hangi mantık böylesi bir zulmü ete kemiğe büründürür. Var mı dünyada bizim bilmediğimiz bir Din ki, böylesine aynı dinden veya geçtim, başka dinden olanın cenaze törenine tahammül göstermeyen.
Başbakan Erdoğan her fırsatta İslamiyet’ten dem vuruyor olmasına karşın polisler, HPG gerillalarını omuzlayan kalabalığa gaz bombaları ve aynı kendi zihniyetleri gibi kimyasal yüklü boyalı badanalı tazyikli sular sıktılar. Kitle büyük bir irade, kararlılık ve inançla omuzladıkları tabutu ellerinden bir an olsun bırakmadılar; tıpkı otuz yılı aşkındır destek verip omuzladıkları Kürt özgürlük mücadelesini ölüm ve tutuklamalara karşın sonsuz sahiplendikleri gibi…
Gömlek değiştirmede usta olan Erdoğan’ın ustalık dönemlerine denk gelse de bu cenaze, yine de cenazeye olan yönelim çıraklık dönemlerinin izlerini taşıyor gibi.
Çünkü cenazeye olan bu yönelim, daha önce olan tüm yönelimleri kat be kat aşan bir ahlaksızlıkta olup, benzerlik arz etmiyor. Ondandır ki toplanan mahşeri kalabalık arasından yüzünü puşi ile kapatan bir genç;
“Şehidimize yaklaşım buysa kimse barıştan söz etmesin. Bundan sonra bu kentte bir tek yol kalmış o da direniştir. Kimse bundan sonra barıştan söz etmesin, çünkü bizi ikna edemezsiniz” diyerek yönelimin Kürt toplumunda bulacağı karşılığı ve açtığı yarayı ortaya sermiştir. Burada anlatılmak istenen bir yerde de; kimse bize kardeşlikten bahsetmesin, oluyor.
Yine bugün KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı: “Bu alçakça zulüm karşısında Kürt gençliği sessiz kalmayacaktır” dedi ve daha önce eşi benzeri görülmemiş yönelimin aslında ileriki süreçte gençliğe nasıl yansıyacağının da mesajını vermiş oldu!
AKP Hükümeti iyiden iyiye Kürdistan’dan siliniyor ve halk arasında tabela meşruiyeti dâhil sorgulanarak kati surette asimilasyon okullarının yönetim kadrosundaki Gülen cemaat kadrolarıyla birlikte istenilmiyorlar.
Kürt toplumu AKP polislerinin son pratiklerini hiçbir katliamla dahi özdeş tutmaz; cenazeye törenine saldırmak, tabuta gaz bombası atmak ve su sıkmak; Kürdün ölüsüne dahi tahammüllerinin olmadığını göstermekle birlikte; “benim işgalim siz ölseniz bile tabutlarınızın içine kadar işler” anlamı da taşıdığından Kürt halkı bu alçakça yönelimi asla kabul etmeyecektir.
On yıldır Kürdün tüm değerlerini ayaklar altına almaya çalışan AKP hükümeti teşhir olmuş ve gerilla cenazesine saldırmakla da Müslümanlık ve insanlık maskesini düşürmüştür. Diğer Türk hükümetleri Kürdistan da nasıl yok olup meşruluklarını yitirerek gitmişlerse, AKP hükümeti de Gülen cemaatiyle birlikte mutlak çöplükteki yerlerini alacaklardır.
Fakat bu gidişin nasıl olacağı açıkçası tam net değildir. Kürt halkının her gün biraz daha kin ve öfkesini alan Erdoğan, bireysel intikamlara varacak inisiyatifler doğurduğunun farkında bile değil; Sosyolojik ve psikolojik açıdan incelendiğinde görülecektir ki günden güne büyüyen bu intikam hırsı oldukça kanlı ve sarılması olanaksız yaralar açmaya müsaittir. Çünkü son yönelim olan “tabuta” saldırmak, bir “iç savaş” nedenidir.

22 Kasım 2012 Perşembe

Müslümanlara Filistin için Kuantumik Öneri


İki milyar Müslüman on yıllardır Filistin için “dua” ediyorlar ama ne hikmetse Filistin halkı bir türlü özgürlüklerine kavuşamıyor.
Sizce neden?
Bu güne kadar bu soruyu soran oldu mu bilmiyorum ama ben soruyor ve cevabını yazı içinde aramayı amaçlıyorum.
Öncelikle “dua” kavramı ve İslam dinindeki uygulanışına bakacak olursak kaynaklarda Dua; “Bir çağrı, bir yakarış, bir istek, bir dilek ve küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya, arzdan, arzlılardan semalar ötesine bir yöneliş, bir niyaz ve bir iç dökme” olarak geçiyor.
İslam inanışına göre Dua: "Bir kimsenin kendisi veya başkası hakkında bir dileğine bir arzusuna kavuşması için Allah'a yalvarması" olurken bu Kuran-ı Kerim’in Mü’min sûresi 60.ayette: "Bana (halis kalb ile) dua ediniz. Duanızı kabul ederim." olarak geçer. Hani Allah; Siz benden salih amel ve temiz kalp ile isteyin; ben sizin dualarınızı kabul edeceğim, diyor ya…
Yukarıdaki ayette de görüldüğü üzere dualar; bireysel ve –bencilliği aştığı takdirde de- toplumsal olarak yapılıyor ve karşılığını bulabiliyor.
Kuantumik düşünce ekseninde Evrenin “İstek yasası”na göre: Bir bireyin isteklerinin evren tarafından karşılanması için kişinin tam olarak “ne istediğini bilmesi ve bunu ifade etmesi” gerekiyor. Yasaya göre isteklerin karşılık bulmaması; istenilenin “olmama korkusu” , “korkaklık ve samimiyetten yoksunluk” durumlarında doğal olarak ortaya çıkıyor. İstek yasasına göre “saf” olarak gerçekleşen tüm istemler gerçekleşirken, “bencilliği barındıran” istekler karşılanmıyor. Toplumsallığa bağlı bir birey eğer gerçekten bir şeyin olmasını istiyorsa, Evren bunu anlıyor ve “saf kalp” ile gelen istek ve dilekler ya “an” ya da kısa “zaman” diliminde evrende karşılığını buluyor.
Yani yeter ki hakikatli ol ve iste!
Atom altı parçacıklarda ortaya çıkan sonuç, ışık deneyi sonucunda fotonların dalga-parçacık haliyle seyir izlediğini ve zaten enerjiyle yüklü olduğunu biliyoruz. Bu enerjiler aynı zamanda insanda da var ve kullanmasını bildiğinde yetenek olarak ortaya çıkıyor. Buna göre “istek” olmadıkça yetenek devreye girmiyor. Tıpkı bir elektrik devresini çalıştırmak için yapılan tüm işlemlerin sonucunda (+) ve (-) kutupları gerektiği gibi bağlamadığında devrenin çalışamayacağı ya da devre başında yanlış bağlantılandırmadan kaynaklı eksik kalan işlem gibi sorun çıkıyor. Yani bir yanı eksik kalıyor.
Tam da burada milyarların aklını alacak soru ortaya çıkıyor!
Yoksa Müslümanlar, Filistin halkının kurtuluşunu istemiyor mu? Ya da bu kadar duaya rağmen Filistin halkı neden kurtuluşa eremiyor; eksik kalan yan nedir?
Felsefede Hakikate göre istek ve dua:  Herkes için, iyi, doğru, güzel, estetik, mutluluk ve özgürlük dileği, vicdanın samimi seslenişidir. Bu kadar kısa ve özdür.
İsteklerin bırakın Tanrı kuralına göre olmayışını, Evren ve Hakikate göre
Sen eğer dünyada tek Filistin ve Arakan’ın ezildiğini söyler ve Tanrı’ya dua edersen, Tanrı-Evren seni samimi bulmaz ve isteğini, “karşılanamayan istekler” sınıfına koyar ki binlerce yıl da geçse Filistin kurtulmaz. Bilinmeli ki Evren, bu tarz yanlı isteklerin konusunda seni samimi bulmuyor. Çünkü dünyada son yüzyılda herkesin, gördüğü, duyduğu ve bildiği bir gerçek var ki Kürt ve Kürdistan’a zulüm uygulandığıdır.
Hakikatte vicdan duygusu ve istek, Tanrı inancı ve dinlerin aksine; bir yakarış, yalvarış değil; samimi ve içten duygularınla olmasını istediğin ve samimiysen olacak bir şeydir.
Bir yandan Filistin’e dua ederken diğer yandan gördüğün, duyduğun ve bildiğin halde Kürdistan’daki zulme sessiz kalman ve çoğu zaman da alkış tutman, evrenin “istek yasası” tarafından karşılanmıyor ve karşılanmaz da. Unutulmaması gereken, insanın nasıl bir canlılığı, sezgiselliği ve enerjisi varsa Evren’in de var ve evren tahmin edilemeyecek kadar zeki. Biz bireyler zekamızın %3 veya 4’ünü kullanırken Evren, ‘belirsizlikle birlikte’ bunun tamamını kullanıyor.
Birlik olmayan Filistin örgütleri ve dünyadaki bütün Müslümanların zihinlerinin temelinde hakikatten yoksunluk veya yöntem yanlışlığı, eksik yan yatıyor olmasaydı, iki milyar Müslümanın duası kabul görür ve çoktan Filistin kurtuluşa erer ve böylelikle geçen haftadan buyana İsrail ordusunun yaptığı bombardımanların sonucunda 120 Filistinli yaşamını yitirmezdi.
Düşünsenize Müslümanlar iki milyar ve Yahudiler sadece yedi-sekiz milyon. Siz bu kadar dua ediyorsunuz ve başarılı olamıyorsanız; bu sizin nicel değil nitel eksiklik ve yoksunluğunuzdandır.
Tüm insanlığın sığınacağı tek şey Bilimin son evresi Kuantumsal düzlemde bir hakikat ve Kuantumik düşünce bilinç devresidir. Ne kadar Kuantuma-Hakikate yakınlık o kadar insan olma, ne kadar hakikatten uzaklaşma, o kadar insanlıktan çıkma ve devreyi yakma demektir.
Dua, dilek, istek, Evren, Enerji veya Tanrı, adına ne derseniz deyin;
Müslümanlara ve her bir insana önerim;
Filistin halkı için dua ettiğiniz kadar Kürdistan halkı için de dua edin.
Yeter ki Kuantumik düşünce ekseninde Hakikatli olalım, saf ve temiz duygularla her bir insan ama herkes için isteyelim. Göreceğiz ki zulüm, Filistin ile birlikte Kürdistan ve diğer ezilen tüm halklarının üzerinden kalkacak ve halklar, kol kola girip daha yaşanılası bir dünya da özgürlük halayına duracaklar.

20 Kasım 2012 Salı

Öcalan’ın Asa’sı halklara barış getirsin


Musa’nın Asa’sı, Tevrat ve Mitolojik anlatımlarda geçer. Anlatımlara göre Musa öncülüğünde yola koyulan İsrailoğulları Kızıldeniz’e gelince Musa, arkalarından gelen Firavun ve Ordularını alt etmek için Asa’sını Kızıldenize vurur ve deniz ikiye ayrılarak halkıyla beraber yarıktan geçerler. Musa tekrar Asa’sını vurarak ayrık hale gelen denizi yeniden birleştirir ve Firavun ve orduları o denizde boğulup giderler; böylece bir halk katliamdan kurtulur...
İşte açlık grevlerinin 67.gününde Sayın Öcalan tarafından gelen çağrı halkların kardeşliği adına bir Asa gibi işlev görmüştür.
Şimdi isterseniz kısaca Öcalan’ın çağrısı neden asa görevi görüyor ve sonlandırılan açlık grevleri ile Türk devletine anlatılan hakikat neydi, ona bakalım.
Dikkat edilirse Türk devleti Pelsinvanya’dan Gülen Cemaati, AKP hükümeti, tüm basın yayın ağları ve Liberal yazarları ile dönemsel taktiklerle zaman zaman piyasaya sürdüğü ‘sözde’ Kürt aydını lakaplı Kürt asıllı Türk siyasetçilerinden oluşturduğu bir koro ile Öcalan gerçeğini manipüle etmek ve onu etkisiz-güçsüz göstermek için yıllardır türlü türlü pratiklere giriştiler. Burada anlatılmak istenen Öcalan, artık eskisi gibi halk ve hareket üzerinde etkili-güçlü değildir, olmaktaydı.
Belki kendilerince haklılardı(!). Önder Öcalan’ın Suriye’den çıkışı, sonrasında komplo ile esir alınma sürecinde onlarca Kürt genci bedenlerini yakarak ve bulundukları her alanı her saat bir ateş topuna dönüştürerek sisteme, Öcalan’ın tek önder olduğunu yaşamlarına son vererek haykırmış ve hatırlayacağınız üzere o zamanlarda ve devamında Öcalan; kimsenin bedenini yakmaması gerektiğini, belirtmiş ve bu tarz eylemler minimize olmuştu. Yani Öcalan, halk ve hareketi ile iletişimde olduğu her dönemde kanın akmaması için çağrılar yapmıştı.
Ancak gelinen son aşamada Kürt halkı ve gençlerine çağrı yapacak kimse yoktu; tarihe kara harflerle yazılacak günlerde gerilla ve halktan birçok kişi fedai eylemlilikler ve bedenlerini yakarak Öcalan’ın yasakladığı eylemleri devam ettiriyorlardı. Son olarak Zindandaki tüm tutukluların açlık grevine yatması ve bedenlerini günden güne eritmeleri 1998 ve 1999 yıllarındaki gibi bir dönemin yaşanmasına neden oldu. O günlerde dışarıda, bugünlerde de içeride tüm PKK ve PJAK’lı tutsaklar; Öcalan Önderimizdir dedi ve bireysel anlamda kendilerinden vazgeçtiler.
15 aya yakın bir süredir askıda kalan barış, açlık grevi eylemcilerinin 12 Eylül’de başlattığı eylemle tüm barış karşıtı güçlere karşı bir tokat niteliğindeydi. Eylemin amacı Öcalan’dı ve barış ancak Öcalan ile gelirdi. Eylem başladı ve 67. gününe geldi. Bir iki gün daha eylemlerin devam etmesi ölümleri getireceğinden belki de Kürt ve Türk halklarının kopuşu bir iç savaş ve yoğun teknik kullanılarak da katliamlarla derinleşecekti.
Yani kan akacaktı; oluk oluk kan…
Öcalan’ın müdahalesi barış Asa’sıdır.
67.günde Öcalan’ın çağrısıyla “ bıçak keser gibi” bitirilen eylemler, tek muhatap ve önderin Öcalan olduğunu gösterdiği kadar hem halkların kardeşliğine bir şans ve hem de iç savaş ihtimalini –şimdilik- olmamasını arzuladığımız belirsiz bir tarihe göndererek Kürdistan ve Türkiye’de yeni bir barış umudu sayfası aralanmasına neden oldu.
Yıl 1998-1999 bedenlerini yakarak şehadete ulaşan halk
Yıl 1998-99 Önder Öcalan
Yıl 2012 ve yine bedenlerini hiç gözünü kırpmadan ölüme yatıran halk
Yıl 2012 yine Önder Öcalan
Yani Kürt halkı ve Hareketi, Öcalan’a ne kadar ve hangi düzeyde bağlı olduğunu 13 yıl aradan sonra aynı kararlılık ile tekrar; kendileri için şaşmaz hakikatin Önder Öcalan olduğunu irade ve fedakârlıklarıyla bir kez daha göstermiş oldular.
Umarız Türk devleti, Kürt halk önderi Sayın Öcalan’ın etki ve gücü ile Asa örnek ve niteliğindeki bu ‘çağrı müdahalesini’ anlar da, çözümsüz politikalarından vazgeçerek bir an önce barışa el verir.
19.11.2012
Mehmet Serhat Polatsoy

16 Kasım 2012 Cuma

Erdoğan PKK’yi tahrik ediyor


İki ayı aşkın süredir devam eden ve her an bir ölüm haberi gelmesi muhtemel açlık grevi eylemleri karşısında bırakın tek bir somut adım atmayı, aksine Türk devletinin Cumhurbaşkanı Gül ve başta Başbakan Erdoğan olmak üzere tüm AKP’li kurmaylar direnişçilerin eylemleri ve özgürlük hareketinin her insancıl ve yaşamsal adımını gerçeği ters yüz ederek, manipülasyon, oyalama, küçük görme, hakaret, tehdit ve tahrikten başka bir pratikle karşılamıyorlar.
Normal şartlarda bir insan; ‘bunca insani talepler karşısında bir devlet nasıl olurda bu denli, vurdumduymaz, umursamaz, ahlaksız ve pervasızlaşır’, diye sorular sorar. Cevabını bulamayınca da; ‘yoksa bu devleti yönetenler insan değil mi’, der. Ardından; yok yok, bunlar insan ama ‘yürek namına tek bir vicdan hücresi yok mu bunlarda’, diye yeni bir soruyla sistemde, bir hakikat kırıntısı aramaya çalışır. Belki bu ve buna benzer birçok soru sorulabilir ancak inanın cevap, bir ‘insan ya da vicdan’ sorgulamasında değil.
Anlaşıldığı kadarıyla tek cevap ve dert; insanlığı insanlıktan el çektirmek…
Amaç herkesin de hem fikir olduğu eskinin ‘yenidünya düzeni’ ve yeninin ‘büyük Ortadoğu projesine giden yolda tahrik siyaset izlemek. Bunu yaparken de mümkünse bütün insani değerlerden arınmak. Tek çaba bu yönlü hazırlıkların tamamlanması ve başarıya ulaştırılmasına dönük ‘mekanik’ programlarla kodlanmış bir deri ve bir kemikten yaratılmış insan görünüşlü robotlarla sürecin sürdürülmesi isteği. Bunun için de insanlığa mümkünse insani düşünüşler namına tek bir soru dahi sordurtmamak. Bundan sonra aslında anlıyoruz ki hedef, 2023, 2071 ve 2453 sloganlarının anlam bulduğu her şeyin kapısının Kapitalist Moderniteye açılıyor olmasıdır. İşte bunun için diller lal, gözler kör, kulaklar sağır ve kalpler mühürlü. Ondandır ki insaniyet namına sisteme karşı tek bir duruş dahi tahammülsüzlükle karşılanıyor. Evet, bundan dolayıdır ki tüm insani talepler bir anda rafa kaldırılıyor. İnsanlık neredeyse “savaş mı olacak ne oluyorsa olsun da” mantığıyla sıkılmış ve sıkışmış durumda. Kürt ve Türk halkı hiçbir şeyi yapamamanın psikolojisiyle öyle görünüyor ki patlama noktasında ve boğazlaşmak için tek bir bahane arıyorlar. Bunun için geriye tek bir şey kalıyor; o da kıvılcım!
O kıvılcım bir iç savaşla mı yoksa yeni yeni katliamlarla mı olacak belirsiz ama amacın PKK’yi tahrik edip, bir erken doğuma ve gücünü bölerek de dört koldan saldırma amaçlı olduğu tartışmasızdır.
ABD ve İngiltere’nin askeri ve düşünsel anlamda Ortadoğu ve genel anlamıyla dünya dengesini ellerinde tutmak için engel olarak gördüğü PKK’nin mutlaka marjinalleştirilmesi gerekiyor. Öyle ki bunun için Suriye’de ÖSO’ya destek vererek yetinmeyen ve çareyi Kutup Ayılarının altına yatmakta arayan bir ülke ve mantıktan bahsediyoruz.
Öyle bir mantıkla karşı karşıya olmasaydık 66. gününde olan açlık grevleriyle ilgili, Kürdistan ve Türkiye’de ki tüm insani çevrelerden yapılan insani baskılar dikkate alınır, Sayın Öcalan özgürlüğüne kavuşur, Anadilde eğitimin anayasal düzenlemesi sağlanır ve açlık grevleri bitirilerek tek bir kandamlası dahi akmadan yaşanan açmaz ve çıkmaza, hakikatli bir çözüm bulunurdu...
Evet, dışta başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batılı ülkeler ve TC, içte de iradesini Kapitalist moderniteye tümden teslim etmiş ve kendini ‘sözde’ bağımsıllık ve Sunni-İslam kılıfıyla perdelemiş bazı yerel işbirlikçi Kürtler Rojeva’daki kazanımları da baltalamaya ve Rojeva halkını da ÖSO ile beraber savaşmaya itici politikalara yatarak iyiden iyiye PKK’yi tahrik ediyorlar.
Bakalım PKK bu tahriklere daha fazla ne kadar insani cevaplar vererek mevcut durumunu kontrollü bir savaş ile koruyarak devam edecek. Ve bakalım süreç yeni Osmanlı sultanlığına oynayan Erdoğan’ın fantezilerinin doruğa ulaştığı ultra faşist yönetimli bir Türkiye’yle mi yoksa halkların desteğiyle topyekûn direnişin sonunda kaybeden bir Erdoğan ve kazanan bölge halklarıyla Özgür bir Kürdistan ile mi sonuçlanacak, bekleyip hep beraber göreceğiz.

Ölüm oruçları, Said-i Kurdî ve Fettullah Gülen


PKK ve PJAK’lı tutsakların hakikat adına giriştikleri ve iki hak talep ile 66.gününe girerek ölüm orucuna evirilen “süresiz-dönüşümsüz özgürlük” eylemleri, AKP’nin gerçeği ters yüz eden tüm çırpınışlarına rağmen günden güne Kürdistan ve Türkiye gündemindeki yakıcılığını artırmaktadır.
Özgür tutsakların taleplerinin kabul edilmesi için –geç de olsa- geçtiğimiz günlerde Usta yazar Yaşar Kemal ve Vedat Türkali’nin çağrısıyla toplanan aydın, yazar, sanatçı ve akademisyenlerden oluşan vicdan sahipleri, ‘her an ölüm haberi gelebilecek’ zindanlara dikkat çekmek amacıyla hem Başbakan Erdoğan’a hem de dünya insanlığına “insan olun, vicdana gelin” çağrısı yaptılar.
Bir kısım Liberal yazar ve yandaş basın dışında yine, Kürdistan ve Türkiye’de ki Siyasi partiler, İnsan hakları kuruluşları, İnanç örgütleri, Barolar ve Sivil Toplum Örgütleri de AKP hükümetinin 66.gününe giren ölüm orucu eylemlerine olan duyarsızlığı için –yetersiz olsa da- ellerinden geleni yapmaya ve taleplerin bir an önce kabul görüp –ölüm olmadan- direnişçilerin eylemlerini sonlandırması için mücadelelerini yürütüyorlar.
Kürt halkı ve dostları da meydanlarda serhıldan ruhuyla ayakta ve halkın demokratik-meşru eylemlerine adeta düşmanca yaklaşan AKP polislerinin cop, gaz ve gerçek mermileriyle ölümleri pahasına siperden sipere mücadele ediyorlar.
Yine transatlantiğin öte tarafındaki Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) sekreterliğinden Ivan Marquez, açlık grevlerinin ülke gündeminde olduğu bir zamanda PKK’ye gönderdiği videolu mesajda: “Bizim için transatlantiğin diğer tarafında bulunan Fırat ve Dicle etrafında, Mezopotamya’da direnen bir halk ile direkt ilişkiler geliştirmek büyük bir onurdur. En meşru bir tarzda, çoğunluğunun yaşadığı Türkiye’de ve bölgede, demokratik mücadelesini yürüten, sorunun çözümüne barışçıl ve diplomatik bir çözüm için çabalayan Kürt halkının dağlardaki temsil gücünün yanındayız. Kürt halkının siyasi statüsünün tanınması, yani bir halkın varlığının tanınmasının bölgenin demokratikleşmesi ve istikrara kavuşmasını sağlayacağı kesindir. Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılmasını talep ediyoruz. Bize göre, artık bütün duyarlı çevrelerin de kabul ettiği gibi Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü, aynı zamanda Türkiye’de demokrasinin ve Kürdistan’da barışın gerçekleşmesini sağlayacaktır” diyerek Kürt halkına desteklerini iletti.
Bir taraftan vicdan sahipleri tüm duyarlılıklarıyla Kürt evlatlarının gerçekleştirdiği hakikat eylemini destekliyorlarken, diğer taraftan Sayın Öcalan’ın sağlık-güvenlik ve özgürlüğü ile Anadilde eğitim talepleriyle başlatılan açlık grevleri bugün 66.gününde ve tüm vicdanlı kesimler ayaktayken adeta bütün dünya –oyalamanın dışında- sağır, dilsiz, kör ve kalpleri mühürlü olarak sessizliklerini korumaya devam ediyorlar.
Öte taraftan da İslam adına hareket ettiğini söyleyen ve Müslümanlığa yeni bir şekil vererek Pelsinvanya’dan Türk hükümetine emirler yağdıran ve bunu da İslam, Müslümanlık ve sözde Said-i Kurdî talebeliği adına yapan Fettullah Gülen’in eylemcilere dönük “ölüm fermanları” var.
Gülen, geçtiğimiz günlerde Kuran’dan bir ayet vererek, eylemcilere müdahale edilmesi gerektiğini savundu ve ölüm fermanı için fetva verdi.
Oysa biliyoruz ki Gülen’in, “referans alıyorum, üstadımdır”, dediği Said-i Kurdî, Gülen gibi düşünmüyor ve eylemcilerin taleplerini kendi –Kürdistan’ın en büyük âlimi- döneminde en çok savunanlardan birisi olarak ve bundan dolayı da hem Abdulhamit’ten ve hem de Atatürk’ten sürgün ve cezalar alan ve üstüne üstlük tımarhaneye yatırılan bir Kürt olarak tanınıyor.
Said-i Kurdi II. Abdulhamit’e yazdığı mektupta şunları belirtmiştir:
“Biz Kürt milleti olarak Kürdistan’ın Özerkliğini istiyoruz. Kürdistan’da Kürtçe eğitim halkımız için şart. Okullarda eğitimi Kürtçe bilen Kürt öğretmenler yapacak, Arapça mecburi ikinci dil, Türkçe ise ek dil olarak öğretilecektir.”
Said-i Kurdî’nin mektubunu okuyan Abdulhamit, “bu akıl sağlığından şüphe duyduğum kişi derhal tutuklanmalı der ve Said-i Kurdî tutuklanarak bir yıl boyunca Tımarhaneye kapatılır.
Said-i Kurdi daha sonra neden tımarhaneye kapatıldığını bakın hangi sözler ile açıklar;
“Cesaret, sadakat ve diyanetin unvanı olan tabii Kürtlükle iftihar ediyorum. Nasıl ki zaman-ı İstibdad’da bu tabii Kürtlük için tımarhaneye düştüm. “Ey Kürtler! Tımarhaneyi kabul ettim, Kürtlüğü lekedar etmemek için irade-i padişahı ve maaş ve ihsan-ı şahaneyi kabul etmedim.”
Said-i Kurdi daha sonra çıkardıkları gazete ve dergilerde Kürtçe yazılar yazmaya başlar ve –Fettullah Gülen’in tahrif ettiği- Mele Se’id imzalı bir yazısında aynen şöyle der;
“Ey gelî Kurdan! Îttifaqe quwwet, ittihade de heyat, di biratîye de se’adet, huqûmete de selamet heye...”
Said-i Kurdî ilk “Kürtçe anadilde eğitim” isteyen bir kimse olmakla birlikte Osmanlı’da ilk Kürtçe yazı yazan da kendisidir.
Said-i Kurdî o dönem, “Kürtler için ne gereklidir?” başlıklı bir yazı yazmış ve yazısında:
“Kürtlerin kaderini garantileyecek şu iki fikirden başka hiçbir şey bulamıyorum: 1- Ulusal birlik. 2- Dini bilim ile birlikte asgari uygarlık düzeyine ulaşmak için teknik sanatları öğrenmek ve ileri götürmek. 3- Kürdistan’ın özgürleşmesi için büyük bir askeri gücün oluşturulması gerekir, demiş ve daha o zamanlar “öz savunmanın” olmazsa olmaz olduğuna dikkat çekerek Kürdistan’a da “adem-i merkeziyetçiliği” önermiştir.
Said-i Kurdî yine Kürt halkına yapmış olduğu bir çağrıda;
“Ey Asuriler ve Keyanilerin cihangirlik zamanında pişdar kahraman askerleri olan aslan Kürtler. Beş yüz senedir yattınız yeter. Artık uyanınız sabahtır...”demiş ve Kürt halkının yattığı uykudan bir an evvel uyanması gerektiği önemine dikkat çekmiştir. Buna karşılık Fettulah Gülen ne mi yapmıştır? Sözü olduğu gibi değiştirerek;  “Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız sabahtır...” şeklinde tahrifata uğratmıştır.
Said-i Kurdi’nin talebesiyiz diye “hizmet” adı altında Kapitalist modernite için istihbarat faaliyeti yürüten cemaatin lideri Fettullah Gülen, bir “ilham-ı ilahi” olan Risale-i Nur Külliyatlarını Osmanlı’dan Türkçeye çevirirken tahrifatlara uğratmış ve kitaplarda defalarca geçen Kürdistan kelimesi “vilayeti şark”, “Kürdistan dağları” ifadesi “şark dağları”, “Kürt” kelimesi “şarklılar”, “Kürt halkı” ifadesini ise “şark halkı” olarak, değiştirerek Said-i Kürdînin Kürd ve Kürdistan yanını “okyanusa gömmek” istemiştir.
Fettullah Gülen, insanlığa ihanet ve inanç sömürüsü olarak tarihe geçen bu pratikleri yetmezmiş gibi şimdi de kalmış kendi Üstadım dediği Said-i Kurdî’nin tüm Kürd ve Kürdistan emeklerini hiçe atıcı sözler sarf etmiştir. Gülen, 66. gününe giren PKK ve PJAK’lı tutsakların hakikat eylemleri için aşağılayıcı ve alay edici bir üslupla;
“Onlar, "cübb" diye cehenneme düşecekler. Onlar, Hak katındaki değerlerini kaybetmiş ve çöplüğe atılacak hale gelmişlerdir. "Canlı bombaları o işten vazgeçirmek lazım. Ölüm orucuna niyet edenleri o işten vazgeçirmek lazım”, demiştir.
Sonra Gülen öyle bir söz etti ki adeta kendi insanlığını kanıtlama gereksinimi duydu. İnsan olanların neden “biz insanız” dediği sosyolojik, psikolojik nedenleri olan bir soru olmakla birlikte bu bilim dalı, psikanalize girdiğinden biz sadece hakikat eylemcileriyle dalga geçen sözüne yer vereceğiz. Gülen; "Herkes kendi karakterinin gereğini yapar.. ama neylersin, insanız. Ölene üzülürüz. O türlü levsiyat düşüncelerine sapanlar hakkında akıbetleri adına endişe duyarız, çünkü insanız! diyerek sözün sonuna mecburiyetten dolayı “ünlem” işaretinin koyulması gerektiğini ifade edici bir söz eyledi.
Hakikat aşkına!
Böylesine ölümlerin yaklaştığı, her an iç savaşın çıkacağı bir zamanda ve ülke kaos halindeyken, İslam ve Müslümanlığa hizmet adına yola çıktığını iddia ederek “ölüm fermanları” veren Fettullah Gülen hiç mi “ahlak-ı aliye ve “ilham-ı ilahi” den ders almamıştır?
Bilmelidirler ki Said-i Kurdî bugün yaşasaydı, o da PKK ve PJAK’lı tutsaklar gibi direnir ve ölüm orucuna yatardı.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Miroğlu kendini vurdurtacak!


Kürdistan baştan başa Türk sömürgeciliğinin postalları altında kasıp kavrulurken, milyonların önderi Sayın Öcalan 14 yıldır en ağırından tecrit ve izolasyona tabi tutulurken, BDP’li vekil, yönetici ve üyeleri yüzer yüzer zindanlara doluşturulurken, halkın öz evlatları dağ başlarında birer birer şehadete ulaşırken, ormanlarımız olan ciğerlerimiz cayır cayır yandırılarak halka kimyasallar solutulurken, işgalci askerler katledilmiş gerilla cesetleri önünde hatıra fotoğrafları çektirirken ve bugün 57.gününe giren ölüm oruçlarıyla Kürdistanın yiğit evlatları bir bir bedenlerini Kürt ve Kürdistan için eritirken, Miroğlu kendi kendisini vurdurmanın peşinde.
Paramparça edilen Kürdistanın Kuzey parça örgütü tasfiye edilmeye ve halkı sindirilmeye çalışılırken, Batı Kürdistan, işbirlikçi Kürtler ve TC’nin işgali ile düşürülmeye çalışılırken, Doğu Kürdistan halkı her an bir idam ve sonumuz ne olacak diye tetikte beklerken, Güney Kürdistan işgale yenik düşmüş ve esirleşerek diğer parça Kürtlerini nasıl ve hangi yöntemlerle peşkeş çekecek diye beklenirken, Kürt asıllı Miroğlu ille de kendisini vurdurmak istiyor.
Türk devletinin Kürt asıllı Türk siyasetçisi ve son yılların da ‘cesaretli mi cesaretli’  ‘AK Kürt aydını’ Miroğlu hakkında, öyle psikanaliz ve bu yönlü değerlendirme yapacak değilim ama pek tabi Miroğlu kişiliğinin sosyolojik gen haritasını çıkarabilirim. Öyle bunun için de uzun cümleler ve bir biri ardı sıra paragraflar döşemeye niyetim yok. Onu açıklamak için tek cümle yeterlidir deyip arkama bile bakmayarak Miroğlu; Sömürgeci işgalci sistemin katlede katlede gerçekleştirdiği Kürt toplumsal gerçekliğinin bir sonucu ve belli bir bilgi birimi de olduğundan dolayı bu kişi; sömürgecilerin gayri meşru çocuğu veya şizofrenik bir vakâdır der işin içinden de çıkarım.
Sırf dikkat çekmek için her an sızım sızım ağlayan bir çocuk ve gündem olabilmek için de ahlaksızlaşan, kendisi de bir Kürt olmasına karşın tüm Kürdistani değerleri ayaklar altına alan, diğer bazı sözde Kürt aydınları ve yeminli PKK düşmanlarının dahi kendisinden haz almadığı Miroğlu, birilerine çağrıda bulunuyor ve ille de gelin beni vurun diyor!
AK Kürt aydını Miroğlu, gündem olma hırsı yüzünden Kürt halkı ve değerlerine saldırdıkça saldırıyor.
“Bu kadar saldırmama rağmen neden bir İdris Naim Şahin ve Rasim Ozan Kütahyalı kadar medyatik”  olamadım diye de hayıflanıyor. PKK’ye; sen bir katilsin, beni de öldüreceksin diyecek kadar zıvanadan çıkıyor.
Miroğlu önce halka ve sonra da PKK ve Öcalan’a saldırarak PKK’yi tahrik etmeye başladı.
Tutmadı.
Bu defa PKK beni vuracak diye halüsinasyonlarla bezeli ecel terleri dökerek ağladı. O da tutmadı ve PKK yine vurmadı. Sonra belki Kemalistler vurur diyerek Ergenekon şöyle böyle dedi. O da olmadı, Ergenekoncular da vurmadı. Hangi yana saldırdıysa tutmadı, kimse Miroğlu’nu hesaba bile almadı.
Şimdi dönmüş yine belasını arıyor. Geçenlerde Miroğlu; “adam öldürmenin Türkiye'de bir tek grubun tekelinde olduğunu, onun da PKK olduğunu, söyledi ve şimdi kalkıyor; KCK’yi Ergenekon kurdur, diyor.
Miroğlu ille de kendisini karanlık odaklara vurduracak. İnsan sormuyor değil; amaç vurdurup gündem değilse o zaman Miroğlu şizofrenik bir vaka mı?
Şimdi bir düşünün; Sizin bir düşmanınız var ve onun ölümü yerli veya yersiz çıkarlarınıza denk düşecek. Düşmanınız her yerde sizin isminizi değil de başka bir ismi zikredip, bu kişi herkesi öldürüyor, beni de öldürecek, desin. Hakikat aşkına siz olsanız ne yaparsınız; hazır isminiz zikredilmiyorken ve ihale ismi zikredilene kalacakken, kalkıp düşmanınıza yönelmez misiniz?
Nasıl olsa hazırda PKK ve Ergenekon var! Miroğlu’nun ölümünden medet umanlar yok mu? Bu işi birilerine yıkarak bundan çıkar sağlayacak hiç mi güç yok?
Var.
İşte Miroğlu’da var olduğunu bile bile böyle kendini vurdurtmak istiyor. Çünkü sen sadece bir çevreye saldırmıyorsun ki, senin saldırdığın çevreler bütün AKP’nin hedefindeki çevrelerdir. Dolayısıyla senin birden çok düşmanın olabilir, değil mi?
Miroğlu bu şekilde yaparak vurulacağını ve belki de öleceğini biliyor. Yani bile bile lades diyor. Ama ihaleyi de kontrolde tutmak ve mümkünse ayaklardan vurulup felç kalmak istiyor!
Bilerek ve isteyerek kendini kurşunların hedefine atıyor. Cesaretli ve ondan dolayı böyle davranıyor desek, direnen Kürt halkı bu cesaretin nerelerde sergileneceğini bugün dahi 57.gününe giren eylemleriyle gösteriyor. Hasta desek, olsa olsa bunun adı şizofrendir, deriz. Geriye tek bir şık kalıyor, o da gündem olmak. Miroğlu herhalde AKP’nin yeni dönem strateji ve taktiklerinin altına yatarak en azından Rasim Ozan Kütahyalı gibi o TV benim bu TV senin gündemde olayım ve TV programları yaparak ömrümün geri kalan kısmını bu şekilde tamamlayayım istiyor.
Hâlbuki Miroğlu’nun gündem olabilmesi için yapacağı daha mantıklı, halkının yanında durmakla ‘tehlikeli’ olsa da daha “onurlu” işler var. Halkının yanında durması onun gündem olması ve onurluca yaşaması demekken neden illa kendini vurdurmak ister, anlamış değilim.
Bugün en azılısından bir Türk ırkçısı dahi PKK’nin yazar-çizerlere dokunmadığını, en konuşturulmaması gerekenlere bile karışmadığını, buna tenezzül etmeyeceğini, PKK’de söz değil, yeri ve sırası geldiğinde eylemin olduğunu, hele hele tahriklere gelmeyecek kadar deneyim ve tecrübe sahibi olduğunu iyi biliyor olmasına rağmen, senin bu yırtınman ve önce “PKK beni vuracak, ardından da dün KCK’yi Ergenekon kurdu” diyerek gerçeği ters yüz etme çabaların nedendir?
Erdoğan bile ağzına alamazken sen, kimin –zihinsel- oğlu olduğu belli olmayan Miroğlu, nasıl olurda Kürtlere; “Türkiye'de şehit cenazelerine tanık ola ola büyüyen bir Türk kuşağı var” hatırlatmasında bulunarak tehdide yönelirsin?
Sana önerim git belanı başkasından bul, o tepene kadar bataklığa, çirkefe bulaşmış “pis” adını Kürt halkının değerleriyle birlikte andırmaya çalışma. İlle de gündem olmak istiyorsan, halüsinasyonlar görmeyi, çamur atıp lekelemeye çalışmayı bir yana bırak.
Yapma!
Şimdi yanlışta da olsan sen, bir Kürt evladısın. Sömürgecilerin oğlu olmaktan çık ve Kürdistanın yiğit oğlu olmaya çalış. Unutma ki bu halk, her şeye rağmen seni bağrına basacaktır.

24 Ekim 2012 Çarşamba

Tayyip Temeller, Tayyip Erdoğanları şaşkına çevirdi


PKK ve PJAK’lı tutsakların 12 Eylül gününden bu yana girdikleri ‘süresiz-dönüşümsüz özgürlük’ diye nitelendirdiğim açlık grevi eylemleri bugün 43.gününde ve cezaevlerinden her an ölüm haberleri gelebilir.
Kendine insanım diyen her bir birey eminim ki en az benim kadar her an korku ile kalpleri çarpıyor ve sanki ‘az sonra, baba, anne ve kardeş’lerinden birinin ölüm haberini duyacakmış gibi çaresiz bir hastalıkla pençeleşen yataktaki yakınının bu dünyadaki fiziksel ayrılışına tanıklık edecek günü bekliyor.
Bir taraftan elini taşın altına koyanlarımız, belki zavallılıklarımızdan olsa gerek içten içe feryat ediyor ve neden bedenimizi de yatırmadık kayalıkların altına da, yoldaşlarımızın daha fazla yakınında duramadık, onlara yeteri kadar ses olamadık diye kendi kendilerine kızarken, diğer taraftan her an ölüm haberi gelebilecek olan zindanlara karşı gözünü kör, kulağını sağır ve dillerini lal eylemiş AKP hükümeti ve işbirlikçi beyaz Kürt kesimler, evlerinde rahat bir şekilde ve sanki hiçbir şey olmamış gibi neredeyse sevinç çığlıkları atacak haldeler. Tıpkı 12.Eylül.1980 darbesiyle Amed zindanında direnişle yeni bir tarih yazan Mazlum, Kemal, Hayri ve Dörtlerin şehadetlerini bir yenilgi gibi karşılayıp alkış tutanlar gibi.
Lenin: Yanılgı yılları, yenilgi yıllarıdır, demişti.
Faşist Kemalist diktatörlük, Kürt özgürlük hareketi karşısında yanılıp yenildiklerini çok sonraları anlayacak ve şaşkına dönecekti. Öyle de oldu. Yanıldı ve yenildiler ama yine de ‘yenilen güreşçi güreşe doymazmış’ deyimindeki gibi milyonların özgürlük hareketini bastırmak için arkalarına NATO ve ABD’nin gücünü alarak tekrar tekrar vurmaya başladı ve acı, kan, gözyaşı ile insanlıktan tam 30 yıl çaldılar.
Ne yaptılarsa olmadı, hangi yöntemleri denedilerse, deney sonuçsuz kaldı ve sömürgecilik, Kürdistan özgürlük hareketi kadrolarının direnci karşısında başarısız kaldı. Otuz yıllık mücadelede yanılıp yenildiklerini yine kabul etmediler ve saldırdıkça saldırdılar.
Başbakan Erdoğan, bir ‘itirafçı’nın öfkesi gibi saldırdıkça saldırıyor ve bugün, bütün Kürdistan ve Türkiye halklarına ihanet ediyor.
PKK hareketinin çıkışından bu yana Türkiyeyi yöneten onlarca hükümet ve sözcüleri adlarını tarihe, utançla anılacak bir şekilde yazdırdılar ve yenilip hükümetler çöplüğündeki yerlerini aldılar.
Şimdi AKP hükümetinin Başbakanı Erdoğan’da yenildiğini kabul etmiyor ve saldırdıkça saldırıyor. O saldırdıkça Kürt halkı hakikat aşkıyla daha bir bileyleniyor ve bunun karşısında AKP Devleti de en hain ve işbirlikçisinden bir itirafçı gibi insanlığa vurdukça vuruyor. Erdoğan bugün kandan beslenen bir vampir gibi Kürt halkının kanıyla iktidarda kalıyor. O her kan içtikçe yeni hayatların doğuş gerçekleştireceğini ve milyonların daha bir hakikat aşkıyla Özgürlük hareketine katılım sağlayacağını kestiremiyor. Bir itirafçı veya yaratıktan daha başka ne beklenebilir ki!
Sadece Türk devlet erkanı,  AKP Hükümeti ve işbirlikçi Kürt kesimi değil ki kalpleri mühürlenen! Kendine aydın, demokrat ve devrimci sanatçıyım diyenlerimiz de öyle pek ortalıkta yoklar. Olanlar da ancak kendi seslerini duyuyorlar. Ancak kendi seslerini duyanlar nasıl zindan direnişçilerinin seslerine ses katacaklar ki! Şimdi kendisini böylesine sessizliğe mahkum etmiş bir aydın çevresi varken birer zombiye dönmüş ve gözleri kör, kulakları sağır ve dilleri lal eylenmiş Türk toplum yığınına ne denebilir ki?
Hiç!
Kürt halkı büyük bir hakarete uğruyor ve neredeyse tüm insanlık üç maymunları oynuyor.
Her haber bülteninde gerilla şehadetleri duymamak için TV ve de basını takip etmekten çekinen analarımız, şimdi de zindanlardan gelebilecek acı haberler karşısında paramparça duygularla ‘evlatsız geçmeyen dakikalarla’ günlerini geçiriyorlar!
Bugün DİHA’ya düşen bir haberde, Diyarbakır D Tipi Kapalı Cezaevi'nde personel olduğunu söyleyen bir şahsın,  12 Eylül'den beri açlık grevinde olan Gazeteci Tayyip Temel ve arkadaşlarının durumuna ilişkin tanıklık edip; Tayyip Temel ve arkadaşlarının durumları gittikçe kötüleşiyor ve hiç bir tedaviyi de kabul etmiyorlar. Lütfen bu duruma sessiz kalmayın, sesiz kalırsanız Tayip Temel ve diğer arkadaşları her an ölebilirler, açıklaması karşısında, aslında zindan direnişçilerinin “tüm insanlık için” süresiz-dönüşümsüz özgürlük eylemlerini devam ettirdikleri daha bir netliğe kavuşmuş ve sömürgeci sisteme yanıldıklarını, 30 yıl sonra bu onurlu savaşlarıyla bir kez daha hatırlatmış oldular.
Bilge insanın dediği gibi onlar şimdi tam da, “Savaşan özgürleşir, özgürleşen güzelleşir, güzelleşen de sevilir” sözünde anlam buluyor ve demir parmaklıklar arasından direniş ve insanlığa taş duvarları çatlatan filizlenmiş özgürlük fideleri gönderiyorlar; dışarıdaki aslında tutsak olan biz zihinleri allak bullak olanlarımıza.
Onlar şimdi sömürgeci sistemin alayını şaşkına çevirmiş özgürlük halayı çekiyorlar.
Zulme sessiz kalmak, insanlık suçudur.
Onurluysan susma; vakit daralıyorken, bir ses de sen ver.

19 Ekim 2012 Cuma

ABD’nin ‘kapasitesi’ ve PKK’nin yüreği / Özgür Gündem Gazetesi 19.10.2012


Bugüne kadar sayısız sınır ötesi harekâta son teknoloji ABD istihbarat destekli ve yerel işbirlikçi kesimler eli ile birlikte girerek imza atan Türk devleti, her defasında başarısız olmuş ve PKK gerillalarınca geri püskürtülmüşken, acaba ABD’nin ‘yeni’ diye servis edilen savaş önerisiyle nasıl bir başarı elde edeceğini açıkçası çok merak ediyorum.
Şimdi sizlere iki söyleşi ve mülakattan dikkat çekici iki farklı ayrıntıyı sunacağım; Biri, Türk medya kuruluşlarının Ankara temsilcileriyle bir araya gelen ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone, bir diğeri de İsviçre’de Fransızca dilli LeTemps gazetesine mülakat veren KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan.
Bildiğiniz üzere dün ABD Büyükelçisi Ricciardone; “PKK ile mücadelede işbirliği konusunda Türkiye’ye, Bin Ladin’i yakalamak için uyguladıkları yöntemi de içeren yeni bir öneri” getirdiklerini söyledi. Ardından, “PKK ve Esad rejimi ortak düşmanımız. Ortak düşmanlara karşı istihbarat paylaşıyoruz”, diyen Ricciardone sorulan bir başka soruya verdiği cevap ile devamla; “Düşmanlarımızın bizim ‘kapasitemizi’ öğrenmesini istemeyiz”, gibi ‘garip’ ve bir o kadar da blöf kokan, kaçan dövüşün itirafı olan bir laf etti.
Tam, acaba nedir o ‘kapasite’ demeye kalmadan, PKK cephesinden kapasitenin nasıl olması gerektiği büyük bir yüreklilik ile cevaplandırıldı.
Karayılan, Le Temps gazetesinden Boris Mabillard'ın sorularına verdiği yanıtlarda oldukça açık ve ‘kapasitelerinin de bir o kadar geniş ve yürekli’ olduğunu bir dünya devi olduğunu iddia eden blöfçü sömürgeci ABD sistemine ilan etmiş oldu.
Karayılan, biz taktik yaklaşımımızı değiştirdik. Önce biz vuruyor, ardından dağılıyorduk. Ordu da bizi takip ederek kayıplar verdiriyordu. Artık kaçmıyoruz. Ordunun güçlü olduğu ve bizi beklediği askeri üslere artık saldırmıyoruz. Türk güçlerinin olmadığı bölgelere giriyor ve gelmelerini bekliyoruz. Aslında, alan işgal ediyoruz ve ordu bizi çıkarmaya geldiğinde bile buraları tutuyoruz, diyerek ABD’nin Türk basın temsilcilerinin sormuş olduğu soruya verdiği cevapta gizlemeye çekindiği ‘kapasiteyi’, Le Tepms gazetesinin sorusuna karşılık sıfır gizlilik ile yüreklice açıklayabiliyor.
Karayılan, gazetecinin; Neden bu taktik daha önce de geliştirilmedi? sorusuna karşılık ‘kapasitenin yürekliliğini’ bakın nasıl büyük bir coşkuyla ortaya koyuyor;
Biz de aynı soruyu kendimize soruyoruz. Çünkü beklentilerimizin ötesinde etkili oldu. Ordu da şaşırdı. Tüm vuruşlarımızda kazanıyoruz: eğer ordu denetimimizdeki alanlara, örneğin Hakkari kırsal alanlarına, müdahale ederse bizim alanlarımızda, yani bize avantaj sağlayan ve çok iyi tanıdığımız bu dağlarda çatışmak zorunda kalacak. Bir şey yapmazsa, bir bölgeyi ele geçirdik demektir. Bu yolda devam edeceğiz ve hatta silahlı mücadeleyi yoğunlaştıracağız…
Bir de Ricciardone’nin bahsettiği; TTP yani Türkçesiyle Taktik Teknik Usuller adını taşıyan, “ileri, tek kolluk ve özel kuvvetlerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri operasyon sistemi zaten yıllardır Kürdistan’da ‘süper rambolarla’ en yoğun bir şekilde deneniyor ve başarısız oluyordu. Açıkçası denenmiş bir programı yeniymiş gibi sunması neyi ifade ediyor, diye düşünmeden edemiyor insan. Amaç, kapasiteyi açıklamayıp hedef şaşırtarak PKK’yi tekrar Echelon düşüncesine sevk etmek ve bu yönlü tedbir geliştirmelerini istemek mi, yoksa henüz denenmemiş HAARP Teknolojik laboratuvarında üretilen yeni bir sistemin tereyağından kıl çeker gibi uygulanması düşüncesi mi, bilmiyoruz ama öyle veya böyle olduğunu ileriki günlerde hep beraber göreceğiz.
Buradan da anlaşılıyor ki büyük ve sözüm ona süper güç ABD kaçak, sözde bitme aşamasına gelmiş, gücü bitmiş PKK de, açık dövüşüyor. ABD blöfçü iken, PKK de ise söz, eylem oluyor.

10 Ekim 2012 Çarşamba

PKK’ye Barzanili sorular ve olabilecekler


Sömürgeciler hiç olmadığı kadar Kürt halkının hakları ve Kürdistan ülkesine karşı amansız bir mücadele içerisindeler.
İlk işgal olan Akadların Gotian (Kürdistan) ülkesini işgali ile başlayan dönemlerde bu kadar saldırı ve iç ihanet yoktu. Kasr-ı Şirin ve Lozan’da da bu denli açıktan ve hiç çekinmeden yapılan kirli ilişki ve ittifaklar görülmemişti.
Kapitalist moderniteye teslim olan başta beyaz Kürtler olmak üzere, neredeyse Ortadoğu’daki paylaşımda bir yer ve kazanım elde etmek isteyen tüm ülkeler, Özgür ve onurlu bir Kürdistan’a, dolayısıyla Demokratik Modernite’ye karşılar.
Bir Kürdistan olsun da, ne oluyorsa olsun; zaten işgal altında değil miyiz? Ha Türkiye, İran, Suriye, Irak, ha da Amerika, ne fark eder diyerek Kapitalizmin hizmetinde olanlar bilmelidirler ki insanlığa karşı büyük ihanet içerisindedirler.
Öcalan önderlikli Kuzey Kürdistan özgürlük hareketi tüm insanlığa ve Kapitalist sistem yürütücülerine, “her şeyin maddiyattan ibaret olmadığını’, yürütmüş oldukları 40 yıllık mücadele ile gösterdiler. Bizler her şeyin maddiyat olmadığını, Öcalan’ın büyük devrimsel çıkışından anladık.
Birey istediği kadar maddiyatla bezeli bir yaşam sürsün, bu demek onun onurlu bir yaşam sürdüğü anlamını doğurmuyor. Gün geliyor halkın karşısında Azrail kesilenler, ABD karşısında el-pençe divan duruyorlar.
Özgürlük bu değil. Onur kavramı böyle taşınmaz. Bir taraftan Bağımsız Kürdistan edebiyatı yapanlar, diğer taraftan bir diğer Kürdistan hareketini bastırmaya, tasfiye ve yanlızlaştırmaya çalışıyorsa, bunu yapanları eleştirmemek Hakikate sıkılmış bir kurşundan başkası değildir.
Biz Sayın Öcalan’ın Güney Kürdistan kişiliği hakkındaki değerlendirmelerini yıllarca okuyor ve biliyoruz. Bu teslimiyetçi kişiliği sadece Öcalan’ın tespitlerinden değil, Güney Kürdistan yönetiminin girmiş olduğu ve basına yansıyan kirli ilişkileri ve pratiklerinden de görüyoruz.
Yıllardır toplanması beklenen ‘Ulusal Konferans’ hangi devletlerin çıkarlarına kurban ediliyor? Kürdistan hangi güçlere neden peşkeş çektiriliyor? Güney Kürdistan yönetimi değil mi Kürt halkının Kürdistan için olan ulusal konferansına ABD ve TC‘li yetkilileri çağıran? Ulusal konferans neden toplanamıyor? Biz Kürtler neden gerçekleri göremiyoruz? Neden sessiz kalıyoruz?
Diyorlar ki; bu dönem birlik ve beraberlik dönemidir. Hiçbir güç Kürt halkını birbirine düşüremez. Kim ki Güney Kürdistan yönetimi ve Barzani’yi eleştirirse, o Kemalisttir, o MİT’tir, o düşmandır. Doğrudur, kimse Kürt halkını birbirine düşürmemeli ancak girdiği ilişkiler ile ve kendi örgüt çıkarlarını ve menfaatini önde tutarak CIA, MOSSAD ve MİT ile hiç çekinmeden şimdi Rojeva Kurdistan’ın en büyük temsilcisi olan PYD’yi tasfiye etmek isteyen kimdir.
İdeolojilerimiz farklı olabilir. Bu demek birbirimize düşman olacağız demek olmuyor/olmamalı. Ancak eleştiri kültürü neden yerleşemiyor zihinlerimize? Neden insanları tabulaştırmaya çalışıyoruz? Yeri zamanı geldiğinde kendimizi en hakikatlisinden bir yönetici olarak halklara lanse etmeyi biliyoruz. Peki Türk-İslamcıları gibi neden Kürt-İslam iktidarcılığına oynayan ve hatta Mezhep savaşlarına zemin sunan politika ve sahiplerine ses çıkarmıyoruz, neden eleştirmiyoruz? Bizi alıkoyan nedir?
Güney Kürdistan yönetimi ve Sayın Barzani, bugün hem Kuzey Kürdistan örgütü PKK ve hem de Batı Kürdistan örgütü PYD’yi tasfiye etmek isteyen TC ve ABD ile kolkola girmiş ve aralıksız bir şekilde toplantı üzerine toplantı gerçekleştiriyorsa bunun bir nedeni vardır. Bizler neden Barzani’nin bu politikalarına ses çıkarmıyor ve üç maymunları oynuyoruz?
Asıl bu politikalar değil mi Kürt ve Kürdistan’ın başını ezecek ve onursuzlaştıracak? Bu politikalar değil mi Birakujî’yi getirecek. Hani bizim bir Kürdistan aşkımız vardı? Böyle mi Kürdistanı özgürleştireceğiz, böyle sessiz sedasız kalarak mı?
Ben buradan Sayın PKK’li yetkililere çağrıda bulunmak istiyorum;
Güney Kürdistan yönetimi ve Barzani ailesinin girmiş olduğu kirli ilişkilere böylesine cılız bir şekilde tepki vermeniz Kürt ve Kürdistan’a hiçbir şey kazandırmaz. Amacınız demokratik konfederalizm ise Barzani buna gelmiyor, siz ne yapsanız ne etseniz de gelmiyor. Nasıl AKP ve Fettullah Gülen cemaatinin Kürdistan’da boy verip filizlenmesine zemin sunulduysa şimdi de Barzani ailesinin tüm Kürdistana hakim olmasına zemin sunuluyor. AKP’ye vermiş olduğunuz fırsatları Barzani’ye vermeniz anlamsız olduğu kadar gereksizdir de.
Peki çözüm ne mi olmalıdır?
Tek çözüm Güney Kürdistan yönetimini Kürdistan ulusal konferansına zorlamaktır. Kim kendi ailesel çıkarlarını Kürdistan çıkarlarını kurban ediyorsa bu anında teşhir edilmeli ve eleştirilmelidir. Halk hangi güçlerin onurlu Kürdistan’dan yana olduğunu bilmelidir.
Biz Sayın Öcalan’dan sadece ‘hakikatin esnekliğini’ öğrenmedik; öğrendiğimiz bir başka şey de var ki; o da Radikal Demokrasi, Radikalizmdir.
Barzani ailesinin bu politikalarına sessiz kalmak ‘ne Kuantumik düşünce nede esneklik ve denge’ ile açıklanamaz. Bu tavizden başkası değildir. Bu taviz ki Kürdistan’ın tamamını Sömürgecilere, Kapitalist Moderniyete peşkeş çektiren bir taviz.
Artık anlayın, Erdoğan ve AKP’nin dil ve üslubu ne ise Barzani ve Güney Kürdistan yönetiminin de dil ve üslubu aynıdır. Halklara ve inançlara yaklaşımı aynıdır. AKP, Güney’de dile gelmiştir. Bugün Fransa’da KNK üyesi Adem Uzun’un tutuklanması yetmedi mi? Bu kirli ilişkiler ve ittifaklara sessiz kaldıkça aynı Kuzey’deki gibi tüm dünyadaki Kürtlere karşı ‘siyasi soykırım operasyonları’ yapılacağını bilmiyor musunuz?
Bugün komployu Avrupa zemininde sürdürün güçlerin başında Fransa geldiği gibi, Ortadoğu’da da maalesef Kürdistan’ın parçası olan Güney Kürdistan yönetimi geliyor.
Bunları biliyor musunuz? O zaman ne duruyorsunuz? Harekete geçmek ve olumlu veya olmuşuz, yapıcı veya yıkıcı eleştiri için daha neyi bekliyorsunuz? Arkanızda böylesine bir Bilge insan, Güney Kürdistan ve Barzani ailesini çözmüş bir Önderlik, başta insanı merkeze alan mükemmel bir paradigma, geniş halk desteği ve fedaileriniz varken ne diye adım adım Erdoğan’laşan Barzani’yi teşhir etmiyorsunuz?
Hareketinizin hümanist karekterli bir yapıya sahip olduğunu her vicdan sahibi insan biliyor. Bugüne kadar yapmış olduğunuz tüm uyarıların iyi niyetli ve birlik temelinde olduğunu, oldukça yapıcı eleştiriler getirdiğinizi, süreci çok dikkatlice yürütmeniz gerektiğini, yanlış anlaşılmaya neden olmadan parça halkların birbirine düşmemesi ve sömürgeci oyunlarına alet olmamak için direndiğinizi elbet çok iyi biliyorum.
Fakat, Unutmayın ki bu sessizliğiniz AKP'nin elini Kuzey Kürdistan'da güçlendirdiği gibi bundan sonra tüm Kürdistan parçalarında Aşiret mantığına sahip bir yönetimin de elini güçlendirmesine sebep olabilir. Önceki tecrübelerinizden de biliyorsunuz ki bu "karşılık bulmayan-bulacağı da gözlemlenmeyen- iyi niyetin gideceği yer, gelecekte devrimci yapısı olmayan, teslimiyetçi, silik, bitik, verimsiz, mücadele yeteneğini kaybetmiş, sorgulamadan uzak bir halk ve yozlaşmış ‘milliyetçi akımın iktidarda olacağı ve Kürt-İslam anlayışının hâkim olacağı bir Kürdistan’a neden olacaktır.
Bu yazıyı ister bir duygusallık, ister tezcanlılık, ister sitem, isterseniz de hakikati haykıran bir yazı şeklinde ele alıp yorumlayın.
10.10.2012
Mehmet Serhat Polatsoy