26 Ocak 2012 Perşembe

Kürdistan Basını ve Kamuoyuna

Bu yazı RojevaKurdistan internet sitesinden ayrılma kararımı içeren bir açıklamadır. Yazının biraz uzunluğundan kaynaklı şimdiden sizin değerli vaktinizi aldığım için üzüntülerimi bildiriyorum. Ne yapalım, bana uygulanan yasakçı zihniyetin ürünü SANSÜR olmasaydı, ne büyük bir memnuniyetle yazarı olduğum “rojevakurdistan”dan ayrılırdım, ne de böyle uzun bir yazı ile sizleri uğraştırırdım. Ancak yazı her ne kadar uzun olsa da, içerisinde okuduğunuzda hayretlere düşeceğiniz -bir kısmı önceden tarafımca bilinen, diğer bir kısmı henüz öğrendiğim- kirli ilişkiler, ROJ TV’nin internet medyacılığına çekilmesinin altında yatan neden, PKK’yi internet medyası ile köşeye sıkıştırma ve bunda rol oynayanlarla, başlatılan yeni tasfiye sürecinin yeni yöneticilerinin amaçları ve AKP’den bağımsız olmayan bu sürecin Avrupa ayağının deşifre ve teşhiri var. Onun için yazının tamamını okumanızı özellikle rica ediyorum. Çünkü bu yazı parça-bütün ilişkisini ifade ettiğinden, bir paragraf diğer paragraftan ayrı ele alınıp yorumlanamaz.
Ben Kuzey Kürdistanlı ve Birleşik Bağımsız Özgür Kürdistan’dan yana olan ve aynı zamanda Demokratik, Ekolojik, Cinsiyet Özgürlükçü paradigmayı esas alan ve bu doğrultuda Ahlaki Politik toplumu felsefe edinmiş bir Kürd neferiyim. Kürdistan Özgürlük Hareketiyle tanıştığım 14 yaşından itibaren Kürd halkının özgürlüğü için elimden ne geldiyse bu güne kadar yaptım/yapıyorum ve enerjimin son demine veya kanımın son damlasına kadar da yapacağım. Şuanda Sosyoloji okuyor ve yine kendimce Tarih, İnsanlık tarihi, Dinler, Mitolojiler ve Kainat üzerine araştırmalar yapıyorum. Günümüz insanlığının neden bu halde olduğunu anlamaya çalışıyorum. Acaba Sömürgeciliğin insanlığı koyduğu bu çıkmazın kökeni nedir, nereye dayanıyor, diye soruyorum.
Bencil-bireysel yaşamın primatlardan sonraki temsilcisi olan Homo-Neandartaller’den Homo-Sapiensler, yani bireysel yaşamdan komünal yaşama geçişin çıkış noktası olan günümüz insanının bu yetmezliği, düşkünlüğü, iktidar para ve güç hırsı nedir, diye soruyorum. Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi kuramıyla yaşamıma yön vermeye ve bu temelde de, yazılar yazmaya çalışıyorum. Öyle uzun bir köşe yazarlık serüvenim yok. Son beş yıldır, ömrümün geri kalan kısmında okuduklarımı ve hala okumaya devam ettiğim araştırmalarımın neticesinde yazıyorum. Sömürgeciyi genç yaşta tanıdığımdan, sömürgeci gücü tanımayan anlayışlara ve beraberinde sömürgeci gücün yanında mazlumun karşısında duran kişi, kurum, şahsiyet, kuruluş, örgüt ve devletlere yazılarımda ateş püskürüyorum; onlara çok sert yöneliyorum. Bir yerde buna; Hakikati elinin tersiyle iten anlayışlara tahammül edemiyorum da, diyebiliriz. Farklılıklara değil, mazluma karşı sömürgeci sistemin yanında duran ve onunla işbirliğine giren, kendi halkına ihanet edenlere tahammül edemiyorum, diyorum.
Ben siyasetçi değilim. Düşüncelerimi olduğu gibi yazılarıma yansıtan bir Kürd neferiyim. Bir gerilla komutanı da değilim. Bir örgüt lideri de değilim. Sömürgecilerin çanak yalayıcılığını ve uşaklığını da yapmıyorum. Yazılarım da savunduğum komünal yaşam aşkının peşinde ve bu yaşama karşı duran tüm anlayışların tepesindeyim. Biliyorum, oldukça sert yazıyorum. Ama bu sertliğin içerisinde zerre kadar “hakaret” yoktur. Sadece sömürgeciye karşı öfke ve kin vardır. Hakaret etmediğim gibi, hele hele sömürgecileri tanımayıp yanlışa düşenlere hiçbir şekilde bir söz söylemiyorum. Sadece ahmaklara kızıyorum. Zira kimsenin olmayan onuruyla da oynamıyorum. Şimdi bazıları; bak herkese onursuz diyor, diyecek. Ama onlara söyleyeceğim şey şudur ki; çok heveslenmesinler, yazının tamamını okusunlar.
Olmayan ve sömürgeciler tarafından alınan onur diyorum. Sömürgeci sistem hangi birimizde onur namına bir kalıntı bırakmış ki, birileri onur ile oynasın? Bu defa ben sert yazınca da, hakaret gibi geliyor, onura saldırı gibi anlaşılıyor. Halbuki sömürgeci sistemin her gün, her an, her saat, günün yirmi dört saati bir şekliyle bizi taciz ve tecavüz ettiğini görmüyoruz veya göremiyoruz. İnsanlığın düşmanı senin onurunu ayaklar altına almışken, sende ulusal anlamda, namus adına tek bir zerrecik dahi bırakmamışken, ona saldırmak yerine kalkıp kendin gibi taciz ve tecavüze uğrayan bir “Aydın ya da Yazara”, artık ne derseniz deyin, SANSÜR uygulamak, kendini dev aynasında görmek olduğu gibi köle olduğun halde burnundan kıl aldırmamak anlamına da gelecektir.
Ortadoğu halklarının en büyük handikabıdır; kendini olduğundan farklı göstermek. Yahu sen sömürülüyorsun, tüketilmiş, yozlaştırılmış, silikleştirilmiş, verimsizleştirilmiş, heyecansızlaştırılmış, ziftleştirilmiş ve mücadelesizleştirilmiş bir yaşam sürüyorsun. Sömürgeci sana böyle bir yaşamı reva görüyor. Sen her gün, her an; kendince sömürgeciyi nasıl yenerim diyorsun ama görüyoruz ki bırakın onu yenmeyi, sen O’nlaşmışsın. Sen sömürgeleşmişsin. Sen katiline benzemişsin. Seni katleden ve düşüncene kelepçe takan, zincirlere vuran bir sisteme bürünmüşsün. Neden? Çünkü sömürgecinin sana gücü yetiyor. Elinde imkan var ve o, bu imkanını kullanıp seni ve halkını SANSÜR’lüyor. İyi de, şimdi senin de bana mı gücün yetiyor? Hem sansürü yiyeceksin, hem de SANSÜR mü uygulayacaksın? Durup iki yumruğunla kafanı sıkıştırıp düşündüğünde bu yaptığın sana da saçma gelmiyor mu? Sana zavallı “bê çare” demezler mi?
Sansür neden uygulanır, biliyor musun? Sen eğer seni sömüren sistemi onların planlarını veya o sistemden nemalanan, işbirlikçi ve hainleri teşhir ve deşifre edersen, ondan dolayı seni susturmak isterler ve sana SANSÜR uygularlar. İşte, O nasıl bir sistem ve seni engelliyor ise, sende o’nlaşmış ve beni engellemişsin. Ben asla ve asla bunu kabul etmiyorum.
Uzun bir girişten sonra RojevaKurdistan internet sitesinin yazımı neden SANSÜR’lediğine geçelim.
RojevaKurdistan (yeni site editörü) neden benim yazıma “SANSÜR” uyguladı, biliyor musunuz?
Çünkü ben sömürgecilerin ve onların işbirlikçilerinin planlarını deşifre ediyordum. Rojevakurdistan sitesi işbirlikçi bir sitedir demiyorum, sakın yanlış anlaşılmasın. O sitede yazan diğer yazar arkadaşlar ve Hasan Bildirici dahil hepsi çok değerli insanlar. Hepsinin Kürdistan ulusal mücadelesine öyle veya böyle benden daha fazla emeği geçmiştir. Kaldı ki ben emek verdiğimi de iddia etmiyorum. Sadece düşüncelerimi paylaşıyorum. Ancak ben burada rojevakurdistan’a çöreklenmiş bir “kliğin” varlığından söz ediyorum. Bu klik özel bir görev ile rojevakurdistan sitesinin tepesine kadar çıktı. Rojevakurdistan’ın yeni bir yönetimi var. Bu yeni oldu. Çünkü Sayın Bildirici; On yıldır bu görevi yürütüyorum, yoruldum, diyor. Öyle sanıyorum ki sitenin şu anki yöneticiliğini yapandan, Hasan Salah adlı (güya) okuruna kadar, Kürdistan Özgürlük Hareketini, aşağılayan, hakaretler üzerine hakaretler düzen ve Uluslararası bir komplo ile 13 yıldır hücrede tutulan, son altı ayı aşkındır ağır bir tecrit altında tutulan milyonların önderi olan ve bir halkı küllerinden var eden Sayın Abdullah Öcalan’ı aşağılayan ve hakaretler düzen bir süreci yürütüyorlar. Kürdistan Özgürlük Hareketi’ni ABD’ye peşkeş çekmeye çalışıyorlar. Üstüne üstlük bunu doğallaştırıyorlar. Ona dönük yazılar yazarak gündem oluşturmaya ve Hareketi hem ülke de hem de Avrupa’da sıkıştırmaya çalışıyorlar.
Benim “ Barzani’nin Derin Türkiye İlişkisi “ “ http://mehmetserhatpolatsoy.blogspot.com/2012/01/barzaninin-derin-turkiye-iliskisi.html#comment-form “ başlıklı yazımı neden siteden kaldırdıklarını içeren açıklayıcı bir not “rojevakurdistan” yönetimi tarafından hala tarafıma iletilmiş değil. Sadece saygı duyduğum ve sevdiğim, onun saflığı ve iyi niyetine inandığım ve Kürdistan davasında ne kadar samimi ve sadık olduğunu bildiğim Sayın Hasan Bildirici’nin bir notu ve Rojevakurdistan’a yeni katılan ve yönetime geçen ve aynı zamanda Editörlüğünü yapan Faysal Dağlı adındaki ABD sevdalısı olarak gördüğüm, tam olarak nereye, kimlere, hangi odaklara bağlı ve Özgürlük Hareketinin Avrupa ayağı içerisine çöreklenmiş daha başka hangi isimlerle birlikte sömürgeciliğin yeni sürecini yönetiyor olduğunu tam çözemediğim bir kişinin şahsıma karşı hakaret içerici bir notunu aldım.
Hasan Bildirici’nin Mehmet Serhat Polatsoy’a göndermiş olduğu notu olduğu gibi yayınlıyorum;
Değerli M. Serhat Polatsoy
Sitenin teknik işleriyle ben ilgilenmiyorum. Sadece yazı asıyorum. O işi de yavaş yavaş başka arkadaşlara devrediyorum. 10 yıldır ayni isi yapmaktan yoruldum. Son yazının kurgusu birçok arkadaşın tepkisini aldı. İnsanlar Amerika ile ilişkileri savunabilir, bu bir görüştür. Bu savunuldu diye insanlar aşağılanamaz. Barzani ile ilgili yorumlarda ağır hakaretler var. Bilmiyorum, ben artık arkadaşlarla yazıları üzeri tartışmıyorum. M. Serhat Polatsoy tarzından söz ediyorsun. Bu da olabilir. Yazı alanında iddialı olduğunu söylüyorsun. Bu güzel bir şey. Ancak yazılar asgari bir adalet içermeli.
“Rojevakurdistan”ı şimdiye kadar büyük çoğunlukla tek başıma götürmeye çalıştım. Bu ağır bir yüktü. Site Artık bir yönetime kavuşuyor. Dün aksam bazı arkadaşlar yazılarındaki tarzdan duydukları rahatsızlığı dile getirdiler. Son yazıdan ben de çok rahatsız oldum. Ben hiç bir arkadaşın kırılmasını ve bazı noktalardaki uyuşmazlıkların büyük bir alınganlık konusu yapılmasını istemem. Bu durumda hem bizim hem senin için yapılabilecek en doğru şey,  yazılarını bir süre “rojevakurdistan”a göndermemek olacaktır. Bu durum herkese bir düşünme zamanı sağlar.
Selamlar
Hasan Bildirici
Sayın Bildirici’den gelen bu not, benim yazımın sitede hala olduğu ama yer kaydırıldığı bir zamanda gelen nottur.
Görüldüğü üzere, 21.Ocak.2012 tarihinde rojevakurdistan’da yayınlanan ve önce okunma oranı düşsün diye yazı sıralaması kaydırılan ve 22.Ocak.2012 tarihi akşam saatlerinde de yayından kaldırılarak “SANSÜR”e uğrayan “Barzani’nin Derin Türkiye İlişkisi” başlıklı yazımda Hasan Bildirici’nin ve temasa geçtiğim birçok kişinin hem fikir olduğu gibi “onur kırıcı bir söz ve hakaret yok”. Yani yazımın SANSÜR yemesinin nedeni, hakaret ve onura saldırı değil. Öyleyse bir yazı, içerisinde bu tarz sorunları da barındırmıyor ise, neden önce yayına alınıp, sonra kaldırılır? İşte bunun şifrelerini Sayın Bildirici açık ve net bir şekilde bizlere veriyor.
Sayın Bildirici;
Son yazının kurgusu birçok arkadaşın tepkisini aldı. İnsanlar Amerika ile ilişkileri savunabilir, bu bir görüştür. Bu savunuldu diye insanlar aşağılanamaz. Barzani ile ilgili yorumlarda ağır hakaretler var, diyor… Yani hakaret yazıda değil, yazıma okurlar tarafından yapılan yorumlarda var. Bunu Sayın Bildirici’nin kendisi bizzat hem bana gönderdiği notta dile getirmiş, hem de birkaç kişiye daha söylemiş.
Her şey açık değil mi? Birçok arkadaşın tepkisini aldı diyor, Sayın Bildirici. Anlamadığım şey, ben, birçok arkadaş denilen kişilere göre mi yazı yazacağım, yoksa benden kendilerinin yazarları olmamı mı istiyorlar? Sonra; İnsanlar Amerika ile ilişkileri savunabilir, bu bir görüştür. Bu savunuldu diye insanlar aşağılanamaz, diyor Sayın Bildirici. Yine anlamadığım şey, bu cevabın benim yazımın yayından kaldırılmasıyla ilgili hiçbir bağlantısı yok. Öyle tahmin ediyorum ki, benden iki gün önce yazı yazan Faysal Dağlı’nın ABD sevdasıyla ve “aldığı görev” ile ilgili bir sorun var. Yazımın konusu bir yerlere değmiş olacak ki bir yerlerden düğmeye basılmış olacak ki, önce yayınlandı ve sonra yayından kaldırıldı. Açıkçası bu sansürün arkasında tehlikeli bir anlayışın yattığını düşünmekteyim. Şimdi, ROJ TV’yi susturan zihniyetlerle beni susturan zihniyetlerin bir olmadığını kim inkar edebilir? Sömürgeci egemen güçlerin birlik olup ROJ TV’yi SANSÜR’lemesiyle, “rojevakurdistan” sitesindeki ABD karşıtlığıyla bilinen ve Kürd özgürlük hareketinin paradigmasını benimsediğini söyleyen bir yazarın SANSÜR’lenmesinin zamanlaması sizce rastlantı mı, yoksa yeni başlayan sürecin bir göstergesi mi?
Sayın Bildirici; Dün aksam bazı arkadaşlar yazılarındaki tarzdan duydukları rahatsızlığı dile getirdiler. Son yazıdan ben de çok rahatsız oldum. Ben hiç bir arkadaşın kırılmasını ve bazı noktalardaki uyuşmazlıkların büyük bir alınganlık konusu yapılmasını istemem, diyor. Buradan da anlaşılıyor ki birileri rahatsız olmuş. Ne yapalım, Serhat Polatsoy tarzı da böyledir. Birileri rahatsız olsun ki hakikatler açığa çıksın, değil mi? Yoksa sırf birileri rahatsız olmasın diye tarzımı değiştirecek değilim.
Avrupa’da çok tehlikeli işler dönüyor. Sanıyorlar ki biz Kuzey’de yaşayanlar diasporadan habersiz bir şekilde, onlara ağlıyoruz! Bizler orada bütün İnsani kurum, kuruluş ve basın çalışmalarında faaliyet gösteren ve bir yerlerden sömürgeciliğe göbek bağıyla bağlı sızıntı kişiliklerin tehlikeli icraatlar içerisine girdiklerini biliyoruz. Kim PKK’nin olmadığı bir toplantıda Suriyeli muhaliflerle görüşmüş ve oradaki kazanımları boşa çıkarmaya dönük planlamalara dahil olmuş, kim MİT ile PKK’nin Avrupa’da yalnızlaştırılması üzerine temaslarda bulunmuş, kim ROJ TV’nin internete çekilmesinde rol oynamış, kim ABD’den aldığı görev ile Kürd halkını PKK’yi sıkıştırması ve baskı kurması için, ABD ile görüşmesi, ona el pençe durması, ondan özgürlük dilenmesi için rol üstlenmiş, kim Kürd sitelerinde Kuzey, Doğu ve Batı halkını Güney Kürdistan’a bağlama projesinde, kim, Kürd sitelerinde “okur” adıyla farklı farklı isimlerle PKK’yi ve Sayın Öcalan’ı ABD ve onun işbirlikçilerine teslim olmaları yönünde çağrıları yapıyor ve akademik bir dille yorumlar yapıyor, hepsini biliyoruz. Günü geldiğinde hepsi tek tek açıklanacak ve Kürd halkı onların tek tek yüzüne tüküreceklerdir. Bugün Kürd halkı üzerinde AKP’nin tüm baskı araçlarıyla katliam politikalarını onaylayıp, PKK ve Sayın Öcalan’ı, Kürd halkının kanına girmiş Ergenekon ile ilişkilendirecek kadar alçalan Burkay ne ise bahsettiğim “klik” te onun, Kürd halkınca tanınmış, sevilmiş ve emek verdikleri sanılan Avrupa’daki uzantısıdır.
İşte bu klik iş başında ve nasıl Kuzey’de BDP’ye KCK adı altında siyasi operasyonlar yapıyorlarsa, Avrupa’da PKK’yi yalnızlaştırmaya ve Kürd sitelerinden de ABD ve Sayın Barzani politikalarını benimsemeyenleri tasfiye etmeye, olmadı kendilerine bağlamaya, o da olmadıysa sindirmeye çalışıyorlar.
Bu “klik” işe, rojevakurdistan’a çöreklenme ve beni SANSÜR’lemeyle başladı.
Bu klik, Kürdistan Özgürlük Hareketinin ABD’ye tavır aldığı bir zamanda ve ABD elçilikleri önünde eylemler yaptıkları bir zamanda, bunca ağır siyasi ve askeri operasyonlara maruz kalındığı bir anda ve bunun tek sorumlusu ABD, Türkiye, diğer Sömürgeci güçler ve onların işbirlikçileriyle hain takımıyken ve ben bu alçakların oyunlarını bir şekliyle boşa çıkarıcı yazı yazmışken, çok fazla kendilerini gizleyemezlerdi.
Yazımın siteden kaldırıldığını gördüğüm anda Editör Sayın Faysal Dağlı’ya bir not düştüm:
Not şöyle başlıyor; Öncelikle selam ve saygılarımı iletiyorum. Öyle sanıyorum ki rojevakurdistan ile yollarımız ayrılıyor. Sömürgeciler düşünceye kelepçe vuruyor diye AHİM'e giderken, biz özgürlük isteyenler, kendimiz gibi düşünmeyenlere “sansür” uyguluyor ve mahkum ediyoruz. Sayın Hasan Bildirici, son yazımdan dolayı birilerinin rahatsız olduğunu söyledi. Öyle sanıyorum ki Editör olarak siz de rahatsız oldunuz. Yoksa yazının siteden kaldırılması sizi rahatsız ederdi ve siz onurlu her bir insan gibi rojevakurdistan'dan ayrıldığınızı açıklardınız. Hasan Bildirici, birileriyle tartıştıklarını söylüyor. Birileri huzursuz olmuş. Kızmışlar. E ne olacak, en iyisi mi kimse kızmasın, biz Polatsoy'u siteden uzaklaştıralım... Hasan Salah adlı ( ABD'nin PKK masasından sorumlu ve Kürd siteleri için görevlendirilmiş ) kişi bir halkın önderi ve mücadelesine olmadık hakaretler sıralarken, onun yorumları yayınlanırken, benim Sayın Barzani'ye olan eleştirilerim suç sayılıyor. Sayın Faysal arkadaş, ben rojevakurdistan'ın bu tavrını ahlaklı bulmuyor ve bu site ile yollarımı ayırıyorum. Lütfen sitedeki diğer kalan yazımı da geri çekin ve Mehmet Serhat Polatsoy'u "şu nedenden dolayı siteden uzaklaştırdık diye rojevakurdistanda MANŞETTEN bir haber verin. Yani benim gibi bir katliamcıyı teşhir edin. Ahmet Altan'ın, Cengiz Çandar'ın ve diğerlerinin yazılarını asmaya devam edin. Hasan Salah'ı da boş geçmeyin. Onun, Önder Öcalan'a dizdiği hakaretlerin üzerine yeni hakaretler eklemesine müsaade edin ama Polatsoy'un yazısını siteden kaldırın ama Polatsoy ile yollarımızı ayırdık diye manşetten haber verin. Çünkü ben bugün itibariyle bu konuyu tüm Kürd siteleri, paylaşım siteleri ve mail kutumda olan 3000 bine yakın Kürd gazeteci yazar, aydın, kurum ve kuruluşların tamamına bildireceğim. Konuyu ve ilgili yazıyı paylaşacağım nota asacağım. Onlar da beni mahkum ederse, e ne yapalım. Kendi adıma oluşturduğum blogspot var, bundan sonraki yazılarımı oradan yayınlarım. Ama sadece gülüyorum biliyor musunuz? Durumumuz çok kötü. Yahu Hasan Bildirici ve benden rahatsız olanlar, siz düşüncenizden dolayı sürgünde değil misiniz? Eğer öyleyse beni niye sürgüne göndermeye çalışıyorsunuz. TC sizi gönderdi diye siz Kürdistan'i faaliyetlerinizden geri durdunuz mu? Bu mantık sömürgeci mantık değil mi? Sansür, sömürgecilerin işi değil mi? Türk medyası Banu Güven, Ece Temelkuran ve önceleri birçok kişiyi uzaklaştırmadı mı, biz onlara işte Türk devleti böyledir şöyledir demedik mi? Bir şey söyleyeyim mi; bizim de Türk devletinden aşağı yukarı kalır yanımız kalmamış. Siz rojevakurdistan olarak sesimi kesmeye beni susturmaya çalışıyorsunuz, ama ben direneceğim, nasıl faşist işgalci sömürgeci Türk devletine karşı gerçek ismimle Kürdistan'da direniyorsam, beni susturmaya çalışan zavallı insanlara karşı da direneceğim. Sesim hiç olmadığı kadar yüksek çıkacak. Bu kararı alan akıllara şaşmadığımı belirtiyor sadece acıdığımı haykırmak istiyorum. Acıyorum bize, çünkü bizler acınacak kadar kötü durumdayız. Size tekrar selam ve saygılarımı sunuyor, tüm Kürdistan'i çalışmalarınızda üstün başarılar diliyorum. Mehmet Serhat Polatsoy
Bu notuma karşılık bakın yazımı rojevakurdistan’da yayından kaldıran Sayın Faysal Dağlı bana gönderdiği notta ne diyor;
Serhat Polatsoy, sende siyasi ahlak, aile terbiyesi olsa, onuruna düşkün olsan, tanımadığın, uzağındaki insanların onurlarına saldırmazdın. Benim üzüldüğüm bir şey varsa böyle şeyler yazabilecek denli seviyesiz biri ile aynı sitede bulunmuş olmaktır. Kendini illa Türklerden birine de benzeteceksen, Emin Çölaşan sana uyuyor! Magandalık belgeni de olduğu gibi sana iade ediyorum.
Hem Sayın Faysal Dağlı’ya gönderdiğim not, hem de onun bana gönderdiği notu olduğu gibi yayınladım. Takdir sizindir. Sayın Dağlı’nın bana saldırmasını gerektirecek ve beni Emin Çölaşan’a benzetecek ne var yazım da?
Mesele ne biliyor musunuz? Tek mesele belli yerlerin planlarını teşhir etmek ve bunun rahatsızlığını duymak. Ama ben Kürdistan özgürlük hareketinin karşısında duran ve Kürd halkının kazanımlarını boşa çıkarmaya çalışan Sömürgeci güçler başta olmak üzere, tüm işbirlikçi ve hain takımını rahatsız etmeye devam edeceğim. Sayın Faysal Dağlı bu işin içinde mi, bu “klik” ile beraber mi hareket ediyor, yoksa buna alet mi oldu, bilemiyorum. Bildiğim tek şey, Sayın Faysal Dağlı’nın bana SANSÜR uygulama yanlışlığına düşmesidir.
Dil, üslup ve tarzım birilerine çok sert, birilerine göre de bunca yaşanan hainlikler ve alçaklıklar karşısında hafif geliyor. Kime göre hain ve alçak sorusu can alıcıdır. Tabi ki bu hain ve alçaklar, Bağımsız Birleşik Özgür Kürdistan’ın onurlu tesisi önünde duranlardır. Bakın, devlet demiyorum. Devleti reddediyorum. Devlet, kelimenin tam anlamıyla bünyesinde, iktidar ve tekçiliği barındırıyor. İktidar, bir devlet istiyor; bu mantık da hainlik ve işbirlikçiliği doğuruyor. Tarihe bakın göreceksiniz. Devlet demek iktidar demektir. Bu iktidar mantığı da beraberinde tekelciliği getiriyor. Para, Güç ve İktidar’da maalesef ahlaksız toplumları meydana getiriyor. Bin yıllardır iktidar savaşları yaşanıyor. Bu savaşlarda kan, gözyaşı, acı ve sürgün gördü halklar. Krallar ve İmparatorlar zulmetti insanlığa. Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçişin sağlandığı zamanlarda en büyük savaşlar yaşandı. Dinlerin İmparatorluk adı altında ve devlet adı altında gizlenmiş iktidar hesaplarının acısını çekti halklar. Biz bunun en belirgin örneğini İslam Devlet’inde gördük. İslam’ı kullananların, İslam adı altında iktidarlaştıklarını ve halklara nasıl zulüm getirdiklerini gördük. İslam’ın felsefi yanının nasıl iktidar mantığıyla yok edildiğini gördük. Yanlış anlaşılmasın. Buradan İslam’a ve dinlere karşıymışım gibi bir algı çıkmasını istemem. Aksine Dinlerin toplumlar üzerindeki Felsefik ve Ahlaki boyutunu sonuna kadar destekliyorum. Tek tek her bir bireyin insanlığa sömürü ve yıkıcılık getirmediği takdirde fikir, düşünce, kimlik ve Din’ine sonuna kadar saygı duyuyorum.
Ne zaman ki Hz. Muhammed yaşamını yitirdi, o zaman iktidar kavgaları başladı. O zaman zulüm ve işkenceli uzun yıllar başladı. Peki kime karşı? Kendinden olmayan diğer din ve mazlum halklara karşı! Neden böyle oldu sorucu da can alıcıdır. Çünkü bu savaşların nedeni, İktidar ve bir Devlet’e sahip olmaktı. Bu da beraberinde rant, güç ve parayı getirdi. Bunların bulaştığı her yer ve insanlık yozlaştı. Ta on binlerce yıl evveline döndü insanlık. Sapiens, Neandartel oldu çıktı. Bırakın onu Primatlar bile iktidar mantığının çok ilerisindeydiler. Böyle bir mantıktan farklılıklara tahammül çıkar mı? Çıkmıyor, açıkçası çıkacağa da benzemiyor!
Oysa biliyoruz ki, Kâinatta, her bir evrende galaksi, her bir galaksi de yıldız sistemleri ve her bir yıldız sistemleri içerisinde de milyarlarca yıldız var. Sadece içinde olduğumuz Samanyolu galaksisinde iki yüz bine yakın yıldızın varlığından söz ediliyor. Bunların hepsi canlı ve hepsinin tekbir görevi var kâinatı sorunsuz bir şekilde işleterek doğallığında yol almaktır. Hepsi bir birinden farklı olsalar da doğallığında nefes alıyorlar. Milyarlarca yıldız var ve hepsinin görevi farklı. Nasıl hiçbir canlının parmak izi bir birini tutmuyorsa, hiçbir yıldız da ikiz görev taşımıyor. Başka bir şey de, iki farklı –alternatifli- yol var ve bunu dalga-parçacıktan anlayabiliyoruz. Bunu insana uyarlasak bile en basitinden ışık, tek yol ile ulaşmıyor. İnsanlığın hepsi birden aynı görüşü savunamaz. Her birinin kendine göre farklılığı var. Kainatta böylesine farklılıklar önümüzde duruyorken ve her bir insanın parmak izi birbirinden farklıyken, biz ezilmiş bir halk olan Kürd halkı neden farklılıklara tahammül gösteremiyoruz? Neden illa sömürgecilere benzemeye çalışıyoruz?
Bu kadar bilgi önümüzde duruyorken, farklılıklara tahammül göstermemek niye? Buradan çıkan sonuca göre, eğer katliamcı planları teşhir ve deşifrenin dışında bir nedeni yoksa bana SANSÜR uygulamalarının bundan başka bir nedeni olabilir mi?
Öyleyse son yazım bir yerlere dokundu ve ondan dolayı yayından kaldırıldı.
Yaşım 32. Öyle çok yaşlı biri de değilim. Ancak buna rağmen birçok kişi; çok heyecanlısın, bir genç gibi elde avuçta durmuyorsun, inatçısın, hiç idare edemiyor ve beklemiyorsun demektedirler. Açıkçası onlar mı haklı yoksa ben mi, bilemiyorum! Bazen kendi kendime soruyorum; Ben deli miyim, diye! Sonra, radikallik ne, liberallik ne diye başlıyorum düşünmeye. Ta ilk insanlığa kadar gidiyorum. En azından bilimin bizlere açıkladığı veya aydınlattığı insanlığa kadar! Sonra “hakikat” geliyor aklıma. Nedir diye soruyorum. Vicdan. Vicdan’ı buluyorum. Birden komünal, kollektif yaşamı tesis eden sapiensler geliyor aklıma. Ama onu da günümüzde bulamıyorum. Onur, şeref, haysiyet ve namus kavramları ahlakta karşılığını buluyor. Ahlak, politika üretiyor. Düşünsenize iktidarcı devletin ve bazılarının ısrarla istediği Devletin tesis ettiği bir ahlakı! Günümüzde ne kadar kötü sonuçlar doğurduğunu hepimiz görüyoruz. Politika mı Ahlakı belirler, Ahlak mı Politikayı! Benim vicdanım olmazsa ahlakım da olmaz. Gerçeği vicdanım bana söylüyor, diyorum.
Öyleyse ben Radikal mi olmalıyım, yoksa Liberal mi?
Sömürgecilerin yarattığı bir toplumsal gerçekliğimiz var. Vicdan’dan yoksun ve komünal, kollektif yaşamdan uzak. Adeta, Sapiens çağında Neandartel yaşamını dayatıyor sömürgeciler. Zor ile yaşatıyorlar. Radikalliği gençlik olarak yorumluyorum. Gençliğin gelecek olduğunu biliyorum. Ama nasıl bir gençlik sorusu da can alıcıdır. Genç iken radikal olan bir gençlik mi veya ömrünün sonuna kadar gençlik heyecanıyla ve aynı kararlılıkla yaşam süren bir gençlik mi? Ya da genç iken yine radikal olan bir gençlik mi, sonra yaşı kemale erdiğinde olgunluk kılıfı altında Liberalleşen bir bunaklık mı? Birincisi daha cazip geliyor ve Hayır diyorum ben Radikal olmalıyım. Her daim genç olmalıyım. İşte ben ömrümün sonuna kadar Radikal bir genç olarak kalmak istiyorum. Liberal görüş, kapitalizmin bir ideolojisi, emperyalistlerin günümüzdeki tiyatro oyuncularının arkasına sığındığı nane sêlê’nin bir diğer versiyonudur.
Gençler olmazsa Kürdistan özgürlük hareketi PKK bu noktaya gelemezdi değil mi, yine gençler ve savaşanlar olmasaydı Güney Kürdistan Federe Devleti diye bir şey yoktu değil mi? Öyleyse gençlere kızmayın. Bırakın sizi eleştirsinler. Hem bedel verecekler, ölümü göze alıp yol yürüyecekler, hem de sen gençsin, orada dur bakayım diyecekler. Hiçbir genç kabul edemez bunu. Ben de etmedim/etmiyorum ve etmeyeceğim de.
Radikal bir genç, para, güç ve iktidardan bir şey anlamaz. O hep, ben savaşayım ve ülkemi sömürgecilerden, işgalcilerden ve postal seslerinden kurtarayım der. Bunları gençler yapar. Ama sadece elde silah yapmazlar, ele silah alıp kuşananlar en onurlularımızdır. Onurlu yaşamı Kandil’de, Bagok’da, Cudi’de, Serhat’ta,  Amanoslar’da, Toroslar’da ve Dêrsim’lerde arar ve bulurlar.
Kimi gençler de benim gibi, ya kırsala çıkmaya çalışmış ve engellenmiş, yakalanmış işkence görmüş, sonra evlenmiş ve neden bir daha denemedim, neden sistemin daha bir köleleştiren ve sistemleştiren evliliğine düştün deyip, yine de zararın neresinden dönersen kâr’dır anlayışıyla Özgürlük Mücadelesine olduğu yerden destek sağlamaya çalışan bir genç gibi mücadele yürütüyordur. Kimisinin elinde silah, kimisinin kalem vardır. Benim silahım da kalemimdir. Bu kalem bir taraftan sömürgecilere sıkıldığı gibi, diğer taraftan da Kürd halkının özgürlüğü önünde duran, işbirlikçi, ajan ve hain takımına sıkılıyor.
Ondandır tüm yazılarımda hem Sömürgecileri işliyor hem de bu uşak takımına kalemimi doğrultuyorum. Onları sorguluyorum. Çünkü yanlışları var. Ne yapayım! Onlar yanlışa düşmesin, ben de sorgulamayayım.
Geleceğimiz olan gençler. Nasıl ki bu gençlere ihtiyaç duyuyorsak ve yardım istiyorsak, öyle de onların eleştirilerine anlam vereceğiz ve tahammül göstereceğiz. Kabul edilir veya edilmez, dinleyeceğiz. O zaman şöyle bir soru gelecek; Gençler kararlar almada olgun değil ki? Bir taraftan gençler olacak ve savaş verecek, diğer taraftan olgun denilen yaşlılar, karar verecek. Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor o zaman, genç ölecek ama kalan yaşlılar yaşayacak ve yaşam böyle gidecek, öyle mi? Sonra da buna doğallık diyeceğiz.
Ben böyle doğallığı kabul etmiyorum.
Bu yazıyı okuyan birçok yaşlı; sen gençsin, ne anlarsın, ister kabul et ister etme diyecekler. Onlar sanıyorlar ki bir genç on sekizli yaşlarda gençtir ve öyle kalmalıdır. Sonra olgunlaşmalıdır! Olgunlaşma sürecini ben bir meyvenin “çürüme” süreç ve süresine benzetiyorum. Meyve, doğallığında çürüyor. Bu meyvedeki çürümeyle beraber, tat da gidiyor. Buradaki tadı, radikallik olarak ele alırsak, buradan “olgun” diye tabir edilen bireylerin büyük bir bölümünde radikallik yoktur, diyebiliriz. Bir de GDO’lu ürünler var. Bunlar samandan farksızdır. Bir samanın dahi doğallığı varken, bunların ki yoktur. Onlar Liberallerdir. Onlarda doğallık yoktur, çünkü çok geç çürürler. Bu da sadece kandırmacadır. Yanlıştır. Burada iktidar, para ve güç var. Bir yanlışlık var. Yanlış bir yaşam var. Ya da yaşamı yanlışlıkta arama var. Özcesi, “yanlış hayat doğru yaşanmıyor”. Yaşandığı an sorunlar çıkıyor. Zorluklar çıkıyor. Oysa doğallığında olsa, her şey olacak. Zorluk o an çıkıyor ve sen “an içinde yoğunlaşarak”, var olan sorun ve zorluğu aşabiliyorsun. Ya da o an aşamıyorsun diyelim. Ama insandaki kararlılık ve mücadele azminin, her şeyin üstesinden gelebileceğini biliyoruz. O an aşmadığın ve sürüncemede bıraktığın tüm her şey canlılığını yitiriyor, yozlaşıyor ve dedikodu kültürü ortaya çıkıyor. İnsan evrenin öznesidir. Evren var ve kainat hala genişliyorsa, bu kainatın canlılığını ortaya koyuyor demektir. Aslında İnsan, kainatın ta kendisidir. İnsanı çözmeden evren ve kainatı çözme arayışları ne kadar yanlış ve zor ise, genç insanı çözmeden hakikati aramak, o kadar yanlıştır. Gençlik gelecek olduğu gibi, şaşmaz bir hakikattir de.
Bu açıklamayı bir kitapçık haline getirmek ve sizleri daha fazla sıkmak istemediğimden, Kürdistan Basını ve Kamuoyuna başlığıyla yaptığım açıklamamın sonuna gelerek, diyorum ki;
“RojevaKurdistan”ın içine çöreklenmiş o klik dağılmadan ben, bu sitede yer almayacağım. Ben rojevakurdistan’ın adına yaraşır bir şekilde yayınlarına devam etmesini temenni ve umut ediyorum. Çok sevip saydığımı ve Kürdistan özgürlük hareketine bağlılığını bildiğimi ifade ettiğim Sayın Hasan Bildirici’nin yorulmamasını, bir köşeye çekilmemesini, sömürgecilerin Kürd halkını daha bir onursuzlaştırmaya çalıştığı bu dönemde, bu sömürgeci uşaklarına ve çanak yalayıcılarına meydan vermemesini ve tekrar rojevakurdistan’ın editörlüğünü almasını rica ediyorum.
Çünkü şuan ki editör Amerikancıdır. Benim yazımı yayından kaldırmasının bir diğer nedeni de benim Anti-Amerikancı duruşum nedeniyledir. Bu sitenin adında Kürdistan kelimesi var. Bu isim öylesine bırakılmış bir isim değil ki? Yoksa AKP’nin “demokratik açılım” adı altında katliam yapmasıyla, “Kürdistan’i” bir site olduğunu iddia ederek Kürdistan’ın kazanımlarını Amerika’ya peşkeş çekmekle arasında ne gibi bir farklı kalır. Hem adın Kürdistan, hem Amerikancısın, olacak şey mi? Bu biraz da AKP’nin modeline benziyor. Nedir o model; Hem demokratik açılım diye Kürd halkını kandıracaksın, hem de bu katliamlarını meşru kılmak için Hüseyin Çelik gibi bir devşirme Kürde açıklamalar yaptıracaksın, hem Kürdistan adıyla site olacak hem de Kürdistan’ı Amerika’ya peşkeş çekmeye çalışacaksın.
Bu durum; Anadilde eğitim görmemiş ve en az bir nesil yetiştirmemiş bir halkın milliyetçilik yapmasına benziyor.
Sen önce bir Kürdistan adını kazan. Dört parçadaki halkın birleşsin. Ondan sonra muhalefet mi yapıyorsun, parti mi kuruyorsun, git ne yapıyorsan yap. Öyle katliamlardan geçirilmiş bir halkın değerleriyle oynamak Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzer. Haddini bileceksin. Ben Sayın Hasan Bildirici’nin bunlara prim vereceğini sanmıyorum. Dediğim gibi, zaman dinlenme ve yorulma zamanı değil. Ne demek yoruldum ve bir köşeye çekiliyorum. Kürd halkının düşmanları katletmekten yoruldu mu ki sen de yorulup bir köşeye çekileceksin? Aksine her zamankinden daha çok çalışacak ve Bağımsız Birleşik Özgür Kürdistan’ı tesis edene kadar mücadele yürüteceksin. Bu senin asli görevindir. Kürd halk önderi Sayın Öcalan’da, Barzani’de, Talabani’de Kürd halkının liderleridir. Hata yapmadıkları sürece onlar, dört parça Kürdistan’ın başlarının tacıdır. Hem rojevakurdistan madem dört parça Kürdistan’ı ve her parçadaki onurlu özgürlükten yana Kürdistan’i örgütlerin görüşlerini yansıtıyorsa, o zaman ABD yanlısı bir editöre sahip olması bu sitenin objektifliğini ortadan kaldıracağı gibi Kürdistan ulusal davasına da hizmet etmez, edemez anlamına gelecektir. Editörü Amerikancı olanın Anti-Amerikancı görüş sahibi bir Yazara tahammül etmediğini düne kadar şahsımda gördük. Bence ya Sayın Faysal Dağlı’nın editörlüğüne son verilmeli ya da sitenin adı “rojevakurdistanê” değil, “rojevaemrikanê” olmalı. Çünkü bu mantık, bu anlayış bu gün kendini dizginlese bile yarın bir şekliyle yine kendisine hâkim olamayacak – tıpkı bunca yıl kendisini gizleyip, beni sansürleyerek deşifre ve teşhir olduğu gibi- ve yine huzursuzluk ortaya çıkacaktır. Ben Sayın Faysal Dağlı’nın editörlüğünü yaptığı bir sitede yazarlık yapamam ki zaten gördüğünüz gibi düşüncelerime SANSÜR uyguluyorlar. Yok, eğer “rojevakurdistan” özüne döner de eski -düşüncelere tahammül gösteren- çizgisini yakalarsa işte o zaman ben de bu sitedeki köşeme geri dönerim. Ama bugün ki koşullarda, bu şartlarda, Amerikancı editörlüğünde ve Amerika’nın sözcülüğünü yapan “okur” adı altında süreci yöneten Hasan Salah adlı (Gerçek ismi tarafımca ve Kürd halkınca bilinen ve günü geldiğinde açıklanmak üzere saklı kalan) kişinin varlığının olduğu bir yerde, yokum.
Gözden kaçırmamamız ve inkar etmememiz gereken bir başka gerçekte şudur ki; şu anda Heronların, Predatorların ve en gelişmiş teknolojik canavarların altında yaşam mücadelesi veren, kimyasallara maruz kalan, bombardımanlar sonucu etlerinin her parçası Kürdistan’ın her bir dağına dağılan PKK gerillaları ve komutanlarıdır. On üç yıldır tek kişilik hücrede tutulan da ne Sayın Barzani ne de Talabani’dir. Bugün Sayın Öcalan tarihte eşi benzeri görülmemiş bir direniş sergileyerek halkının onurunu korumaya çalışmaktadır. Bunun üzerine ağır bir tecrit ile senin Amerikan tarafından teslim alınmak isteniyor. Kimse kendisini kandırmasın. Kimse böylesi zor bir süreçte yok Amerikancıları eleştiriyorsun, yok -algı sapması yaratarak- Barzani’ye saldırıyorsun, demesin. Sayın Barzani’ye, Sayın Talabani’ye ve Sayın Öcalan’a (kazanımları satmadıkları ve Kürd halkının onurunu korudukları sürece) sonsuz saygım olduğunu daha önce de belirttim. Ondan sonra Kürdistan özgürlük hareketi öyle üç-beş ruhunu satmış, işbirlikçi, hain, ajan, şakşakçı ve çanak yalayıcılarının komplolarına pabuç bırakacak bir hareket değildir. Kimse gizli işler çevirdiğini sanmasın. Ne ben, ne de başkaları! Bugün sizlere veya bana bir yerlerde yer veriliyor, zerre kadar dokunulmuyor ve saygınlık gösteriliyorsa bu Hareketin hümanist karekterli yapısında ileri geliyor. Bedel verenlere saygılı olmaz ve oturduğumuz yerden bunca kazanılan değerleri üç-beş TL, Dolar veya Euro’ya satıp çarçur etmeye kalkarsak, Kürdistan özgürlük hareketinin küllerinden var ettiği onurlu halk, günün birinde bizim haddimizi bildirir.
Devrimci Selamlarımla
Bağımsız Köşe Yazarı
Mehmet Serhat Polatsoy
26.01.2012
Not: Bundan sonraki yazılarıma “ http://mehmetserhatpolatsoy.blogspot.com/ “ sayfasından ulaşabilirsiniz.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Barzani’nin Derin Türkiye İlişkisi

Güney Kürdistan’da oldukça ilginç gelişmeler yaşanıyor. Aslında normal şartlarda bu gelişmeler ilginç değil, aksine doğaldır. Fakat Güney Kürdistan (göründüğü kadarıyla) ‘güçlü bir yönetim’ olmadığından orada yaşanan gelişmeler tarafımca ilginç karşılanıyor! Sayın Barzani önderlikli Güney Kürdistan yönetimi nedendir bilinmez ama tam anlamıyla Türkiye’nin arka bahçesi konumunda faaliyetler yürütüyor. Bu belki birilerine hoş ve güç anlamında da mantıklı gelebilir. Arkana Türkiye ve ABD gibi bir gücü almak cazip gelebilir. Ama sömürgeci ile bir kez dahi diyaloga (!) girsen, bir kez dahi sırtını sıvazlasa, ardından neler neler istenileceği de biliniyor.
Demedi demeyin! Hem Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, hem de adım adım sömürgecilerin tuzağına düşen Güney Kürdistan yönetimini yarınlarda, büyük tehlike, zorluk ve katlanamayacağı sonuçlar bekliyor.
Nasıl mı?
Dün Eski Irak Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda Sünni mezhebinin etkin temsilcilerinden olan ve Irak tarafından yargılanma amacıyla aranan Tarık El Haşimi’ye evinin kapılarını açan Mesud Barzani, bugün Lübnan Kuvvetleri Lideri Semir Ca’ca’ ile Suriye Ulusal Konseyi adlı rejim karşıtı örgütün Lideri Burhan Galyon’u da ağırladı.
Dün Haşimi’den kaynaklı Şii’lerin tepkisini alan Güney Kürdistan, bugün de yeni ağırladığı misafirlerden kaynaklı aldığı tepkileri fazlalaştırmışa benziyor. Açıkçası Güney Kürdistan’ın böylesi gelişmeler karşısında doğabilecek negatif sonuçlara katlanabilmesi, yönetimin mevcut haliyle, oldukça güç görünüyor. Ortadoğu kaynayan bir kazan ve normal şartlarda (!) Güney Kürdistan da bu kazanın içerisine atılıp kaynatılacak ve buharlaştırılacak kadar oldukça güçsüz bir yapıdır. Nasıl olur da bu yapı böylesi yiğitliklere imza atar diye düşünmeden edemiyor insan.
Ortadoğu gibi bir yerde zayıf ve güçsüz olan örgüt ve devletlerin arkasında başka devlet ve güçler olmazsa, tek bir adım dahi atamazken hayret (!) Sayın Mesud Barzani önderliğindeki yönetim oldukça cesur adımlar atıyor.
Öyle sanıyorum ki Sayın Mesud Barzani ABD ve Türkiye’ye çok güveniyor! Zaten bu güven Türk istihbaratçısı Sinirlioğlu’nun Güney Kürdistan’dan çıkmamasıyla da ortadadır. Öyle ki Güney Kürdistan Sinirlioğlu’nun evinden sonraki ilk uğrak yeri olmuş! Hem neden bu sömürgeci güçlere güvenmesin ki..!
Baksanıza PKK’nin sessizliğini fırsat bilen birkaç “artık, kaçkın ve ABD sevdalıları” bir taraftan PKK’yi “it ve mitlerle” ilişkilendirirken, diğer taraftan ABD’ye “el pençe divan durup, yalvarmasını” istiyorlar.
Konumuza dönecek olursak, Barzani’nin, özellikle bir Erdoğan ve Yeni Türkiye sevdalısı olan Haşimi’yi kabul edip evinde barındırması Şia’ları çılgına çevirmişken, üstüne üstlük bir de Semir Ca’ca ve Burhan Galyon’un gelmesi sözün tam anlamıyla Güney yönetimini hedef tahtasına oturttu. Yarın öbür gün Güney Kürdistan’da patlayan bombalar duyarsak, hiç şaşmayalım.
Sahi sormak gerek, neden hem Haşimi, hem de Suriye ve Lübnan’lı muhalif güçler Türkiye değil de Güney Kürdistan’da görüşüyorlar?
Yoksa Türkiye Kıbrıs’ın yerine Güney Kürdistan’ı mı düşünüyor! Belki de ABD istemiştir, kim bilir!
Bu arada Güney Kürdistan’ı büyük zorluk, tehlike ve katlanamayacağı sonuçlar bekliyor derken, bunları biraz açmak istiyorum.
Özellikle belirtmek isterim ki, kendimce açacağım duruş tamamıyla onursal bir duruş ekseninde ve Kürd ulusal bilinç çerçevesindedir. Yoksa kendini ve halkını satabilecek bir duruş kastedilmemektedir. Hele hele ABD veya Türkiye’ye el pençe divan durup, Kürd ulusunun onurunu ayaklar altına alan bir mantaliteyle mümkün değil.
Her ne kadar şu sıralar PKK’yi ABD’ye yollamak isteyenler olsa da, bu yazı “o yolcuları” pek açmaz.
Yaşanabilecek zorluk, tehlike ve sonuçlarının ‘birinci’sine gelecek olursam;
Son yaşanan gelişmeler de gösteriyor ki Güney Kürdistan yönetimi, temelinde Sünni mantıkla ittifak arayışlarına girip Türkiye ve bölge Sünni grupların temsilcileriyle anlaşmalar ve görüşmelerde bulunuyor. Eğer Sayın Barzani bu ilişkilerine (Şii’leri ötekileştirerek) devam eder ve bölgede Sünni iktidar hesapları içerisine girerse, Irak, İran ve bölgedeki Şii örgüt ve güçler ciddi anlamda harekete geçeceklerdir. Ortadoğu’yu yeniden dizayn rolü verilen Türkiye’nin Güney Kürdistan ile işi bittiğinde de ve Şii’ler dizayn sonrası hala mevcut güçlerini yitirse veya korusa da, Şii’ler bunu unutmaz ve Güney Kürdistan, Şii’lerin intikam amaçlı hedefinde olur. Bu son ya kaçınılmaz olacak, ya da Güney Kürdistan sömürgenin de sömürgesi olacaktır.
İkincisi;
Hatırlanacak olursa Sayın Celal Talabani ve Mesud Barzani katıldıkları “vana açma” töreninde Türkiye ile olan dostluklarının bir kez daha pekiştiğini söylemişlerdi. Barzani; “Petrol anlaşmamızı ve ihaleyi bir Türk şirketine verdik”, diye duyurmuş ve hem Talabani hem de Barzani ısrarla, “bu ihale ve anlaşmanın Irak anayasasına uygun olduğunu” üstüne basa basa belirtmişlerdi. Takdir edersiniz ki bu anayasa işgal edilmiş bir ülkeye ABD tarafından sunulmuş bir anayasadır. Sömürgeci yasanın uygulamada olduğu yerde, yapılan tüm anlaşmalar sömürgeci lehine olur ki mevcut anlaşmaların da böylelikle Güney Kürdistan’ı esirleştirdiği netlik kazanmış ve ortadadır. İhaleyi alan şirket bir Türk şirketi ve bu şirket, petrolü çıkardıkları yetmezmiş gibi, Bakü- Ceyhan boru hattı üzerinden de çıkardıkları petrolü bütün dünyaya pazarlayabilecekler. Esirliği kabul etmek isteyenler hiçbir şeye benzetemeyebilirler ama açıkçası ben bu petrol anlaşmasını, 1925 İngiltere –Ankara ve 1945 ABD-Türkiye esirlik anlaşmasına benzetiyorum.
Üçüncüsü;
Sayın Mesud Barzani’nin tüm Kürd ulusunu ümitlendiren “Bırakujî” olmayacak açıklaması hafızalardadır. Açıkçası Sayın Barzani’nin bu vaadi, o zamanlar bana, Türk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘iyi şeyler olacak’ söylemini hatırlatmış ve bunun altında başka bir şey olabileceği tehlikesini sezdirmişti. Şimdi de içinde olduğumuz süreç, sezgilerimde beni destekler niteliktedir. Evet, belki Bırakujî olmadı ve olmayacak, ancak ben Türk devletinin HPG gerillalarının üzerine “Tamil vari” gidişi ve Barzani’nin “öz be öz” kardeşlerinin kanının dökülmesi karşısındaki sessizliğini Bırakujî’den farksız görmüyorum. Ha pêşmergeler ile gerillalar çatışmış, ha da sömürgecilerin yönelimlerine ses çıkarmamışsın, hiçbir fark yok. Sömürgeci gücün tamil vari planının başarı sağlaması halinde, ortada Pêşmergeler ile savaşacak Gerilla kalmayacağından, Bırakujî olmayacak sözü rahatlıkla söylenebilir. Bu sözün söylenebilmesi için de elbet bir güven gerekiyor. Öyle sanıyorum ki Sayın Barzani’nin Bırakujî olmayacak sözü, böylesi bir güven teminatından sonra söylendi. Yani sömürgecilerin Kuzey Kürdüne karşı planladığı askeri ve siyasi tüm operasyonlardan Sayın Barzani’nin haberi var!
Yine belleklerdedir; Sayın Barzani PKK’ye, ABD ve AB’ye yalvarması, yakarması için çağrıda bulunmuştu; git uluslararası güçlerle görüş demişti, git siyaset yap, üç-beş asker öldürmekle olmaz, bak biz Kürdistan’ı kurtardık, artık silahla bir yere varılmaz, diyordu. Sayın Barzani bir taraftan PKK’ye; git ABD’ye teslim ol derken, diğer taraftan da Türk devletine; biz kan dökülmesinden yana değiliz, bu iş siyasi yollardan çözülmeli diyordu. Ama yaşanan olaylar karşısında gördük ki Güney Kürdistan yönetimi Türkiye’ye, resmi hiçbir kınama mesajı göndermedi. Sadece YNK ve KDP ağzıyla hem son Roboski katliamı hem de önceki bombalamalar ve katliamların kınandığı açıklaması geldi. Tıpkı Türk Başbakanı Erdoğan’ın Başbakan değil, AKP Genel Başkanı sıfatıyla Ahmet Türk ile görüşmesi gibi.
Görebildiğim kadarıyla Mesud Barzani liderliğindeki ve büyük ihtimal yarınlarda Neçirvan Barzani’ye geçecek olan Güney Kürdistan yönetimi, şimdiden Askeri anlamda işgal, (en basitinden Türk savaş uçaklarının her gün Güney Kürdistan sınırına tecavüzü) siyasi anlamda teslimiyet ( Türkiye’nin arka bahçesi), ekonomik anlamda da sömürülüyorken( Güney’de faaliyet gösteren firmaların tamamına yakını Fetullah Gülen bağlantılı), öyle görünüyor ki Fetullah Gülen okullarıyla (beyaz ölüm hücreleri olan Türk okulları) da yarınlarda, kültürel anlamda asimilasyona tabi tutulacaktır. Bu durumun farkında olmamaları imkansızken, “halkımız Bağımsızlık derse, biz Bağımsız Kürdistan’ı ilan edeceğiz”, demeleri, ne akla mantığa sığıyor, ne de kimse kusura bakmasın samimi geliyor!
Dördüncüsü;
2011 Ekim ayında yapılması planlanan ama hem Talabani hem de Barzani tarafından, “çatışma ortamı ve sınır ötesi operasyonlar” bahane edilerek Hewlêr’de yapılması beklenen “Kürd Ulusal Konferansı”nın iptali…
Kürd ulusunun hayatının söz konusu olduğu bu konferansın böylesi bir bahane ile iptali açıkçası Kürd halkını çok üzmüştür. Tam da sömürgecilerin Kürd halkının –özelde- Kuzey temsilcisi PKK gerillalarına saldırdığı bir zamanda birlik olunması gerekirken ve Konferansın gerçekleştirilip tüm parça Kürdlerinin ortak tutum ve karar almaları gerekirken, sömürgeciye yarar bir pozisyon alarak konferansın iptali, Kürt’ten çok işgalcilere yaramıştır. Senin kardeşinin kanı dökülecek ama sen bir araya gelmemek için sömürgecinin işgaline seyirci kalacaksın. Bu olacak şey mi? Aslında Sayın Barzani ve Talabani’nin “bir Kürd kedisini bile vermem” ile “Bırakujî olmayacak” sözlerinin ne kadar da içi boş olduğu ta o zamanlardan anlaşılmıştı. Sürece dikkatlice bakıldığında; yoğun anlamda “siyasi soykırım ve askeri imha operasyonlar” ının “Kürd ulusal konferansının” iptaliyle birlikte doruğa ulaştığı görülecektir.
Beşinci ve sonuncusu;
Sayın Barzani ve Talabani neden Kürd halk önderi Abdullah Öcalan için “ulusal temelde ama onurluca” birkaç girişimde bulunmuyor? Nedenini ben söyleyeyim; Çünkü Sayın Barzani Kürdistan’ı sadece Güney parçasından ibaret sanıyor. Tıpkı Kore’nin sadece Güney Kore ile sınırlı olduğunu sanan ABD’ye bağımlı ve kardeş halk Kuzey halkını satan Güney Kore yönetimi gibi. Sayın Barzani ve Talabani, Kuzey, Doğu ve Batı Kürdünü satar mı,(!) bilinmez ancak bilinmelidir ki Kürdistan, Doğu, Batı, Kuzey ve Güney’iyle Kürdistan’dır. ABD’yi bir Tanrı ve yenilmez güç olarak görenler, Kürdistan’ı ABD ve işbirlikçilerine peşkeş çekmemelidirler. Tarih ABD ve sömürgecilik karşısında onurlu bir direnişe geçmeyen ve Kürd halkının tamamının onuru ve özgürlüğü için mücadele yürütmeyip karşısında duran ve işgalci güçlerle her türden işbirliği içerisine girerek ruhunu satan kişiliklerden mutlaka hesap soracaktır.
*
Umarım yukarıda paylaştığım tüm kaygılarım yersiz, iddialarım asılsız ve mesnetsizdir! Zira kahin de değilim. Ancak birilerinin planları suya düşecek, kalbi kırılacak veya huzursuz olacak diye de gördüklerimi ve “bildiklerimi” yazmadan yapamam. Bu benim Kürdistan halkına olan onur ve namus borcumdur.
21.01.2012

14 Ocak 2012 Cumartesi

Kürd Hareketine Açık Mektup - Kürd Hareketi Legal Alandan Çekilmeli

Sistemleşmek o’nlaşmaksa, Kürd legal hareketi çoktan sistemleşmiştir. Şimdi değil, Kürd hareketi ta HEP’ten bu yana sistemin içerisindedir.
Çok eskiden beri ben HEP’in Kürd özgürlük hareketi tarafından bilinçlice kurulduğunu düşünmüyordum. Hala da böyle düşünüyorum. Tabi DEP, öz be öz Kürdistan özgürlük hareketinin isteğiyle kuruldu!
Neden mi?
Ya Kürd legal alanı işgalci Türk sömürgeciliği tarafından yönlendirilecekti ya da olacaksa bir legal siyasal parti, bu da özgürlük hareketinin etkisinde olacaktı. Öyle veya böyle DEP’ten BDP’ye kadar gelen legal alan pratiği, Kürdistan özgürlük hareketini istemeden büyük zorluklar altında bıraktı.
Hatta Sayın Öcalan’ın 93 ateşkesinin altında yatan neden de biraz buydu, diye düşünüyorum.
Henüz silahlı savaşa başlamış bir örgüt nasıl olurda sistemin içerisinde legal faaliyet yürütebilir? Yürütemez tabi. Mantıklı da olmaz. Ancak PKK’nin bundan başka bir şansı kalmamıştı. Ya DEP’i kuracak ve çizgisinde siyaset yapacaktı. Ya da HEP, PKK karşısına çıkarılacaktı. PKK bunu göze alamadı ve zorunlu olarak legal ayak ile yola devam edildi.
Legal siyaset hiç olmamalıydı.
Legal siyasetin PKK etrafında oluşması, PKK’nin etkin kadrolarının bu alanda da faaliyet yürütmeleri olacaktı ki, sırf bundan dolayı kadrolar zindanlara dolduruldu. 90’lı yıllarda PKK’nin yirmi bine yakın kadrosu cezaevindeydi.
Legal alan deşifreyi beraberinde getirdi. Türk sömürgeciliği PKK’yi askeri alandan siyasi alana çekmeye ve böylelikle yetişmiş ve yetişecek tüm kadrolarını deşifre etmeye başladı.
Türk sömürgeciliğine bağlı tüm siyasal oluşumlar, onun kontrolünde olur ki, özgürlüğü için direnişte olan Kürd, bilerek sistemin kucağına oturmak istemez. Bundan dolayı Türk sömürgeciliği, Kürdistan özgürlük hareketinin tüm legal çalışmalarına izin verdi.
İzin vermeliydi, çünkü deşifre olmamış on binlerce insan vardı.
Legal alan örgütlülüğünü arttırdıkça, sistem Kürd halkını bir bir fişlemeye başladı.
Bence legal alan büyük bir hataydı. Evet belki zorunlu olarak bu alana girildi veya belki erken girildi ama bu hata bugün ki deşifreleri ve tutuklama zeminlerini yaratıp ortaya çıkardı.
Türk sömürgeciliği 30 yıldır bir taraftan askeri ve siyasi operasyonlara son hız devam ederken, diğer taraftan da Kürd hareketinin tüm legal çalışmalarına izin verdi; Hala da veriyor ve Kürdistan özgürlük hareketi bu alanda faaliyet yürütmeye devam ederse, yine izin verecek ve mücadele olduğu yerde kala kalacak. Çünkü deşifre her an yaşanacak ve bu Türk sömürgeciliği için ele geçmez bir fırsattır.
Çünkü legal alanda yürütülen çalışmalar, sömürgeciyi hiçbir şekilde zorlamıyor, aksine legal siyasal alanda faaliyet yürüten tüm kadrolar yorgun düşüyor. Bu alan kitleyi olduğu gibi kadroları da kendinden geçiriyor. Sömürgeci bunu çok iyi bildiğinden Kürd hareketinin legal alan çalışmalarına izin veriyor, sonra da tepesine biniyor. Adeta alay ediyor.
Sabahtan bu yana yaşanan baskınlar neticesinde BDP, tüm teşkilatlarına genelge göndermiş. Direnişe devam demiş. Elbet bir direniş olmalı ve olacak; sömürgecilik karşısında elbet el pençe divan durulmayacak; ancak bu saatten sonra bir fayda getireceğini de düşünmüyorum. Uyanılmalı artık. Türk sömürgeciliğinin Kürd halkına yaptığı “zorba bir erkeğin, zavallı bir kadına yaptığı alçaklık” gibidir. Irza geçmedir. Tecavüzdür. Dayaktır. Tabiri caizse fahişeleştirmedir. Karılaştırmadır.
Kürd hareketi legal alandan çekilmeli derken, Sömürgeciyle baş edemez anlamında söylemiyorum. Sadece yer üstünde legal değil de, “yer altında” illegal bir şekilde çalışmalarına devam etmeli diyorum. Bu bilinç, kararlılık, istihbari birikim ve tempo Kürd hareketinde var. Evet, 21. Yüzyılda Kürd hareketi hücre biçiminde örgütlenmeli ve düşmana ağır darbeleri, düşmanın Kürdistan’daki kurumlarını her haliyle işlevsiz hale getirmeli, diyorum. Bir yerde buna mecbur kılınıyor. Sömürgeci Kürdistan özgürlük hareketini isyana tahrik ediyor. Bunun karşısında Kürdistan hareketinin oldukça yeterli savaş deneyimleri var ve direniş bu temelde de yürütülebilmeli.
Yok eğer bu haliyle, yani sistem içerisinde istenildiği kadar direniş geliştirilsin, Türk meclisinde Türk kimliğiyle, Türk olmaktan başka, Türk’e köle olmaktan başka hiçbir şey ele geçmeyecektir. Sen istediğin kadar örgütlen, sistem tarafından fişleneceksin.
Gördük işte, Van’a Türk bayrağı, Diyarbakır’a kelepçe bıraktılar. Dün de Sayın Sakık, kendisine bırakılan mermiyi göstermişti. Başka ne olacaktı ki, sömürgecinin gül atması beklenemez ki.
Sömürgeci, gel örgütlen diyor. Sonra da sen örgütlenmeye mi çalışıyorsun. Ala sana örgütsel çalışmanın sonucu operasyonlar, diyor.
İşte ondan dolayı her yazımda, sömürgecileri tanımayanların önce sömürüldüğü, ardından sömürgeleştiğini ve sonrasında da sürüngenleştiğini üstüne basa basa söylüyorum.
TC, legal alan Kürd özgürlük hareketini neredeyse sürüngenleştirmiş durumdadır. Buna rağmen hala legal siyasette ısrar etmek, diri ve onurlu Kürd halkını daha bir sömürgeci sisteme peşkeş çekme anlamına gelecektir ki, bu BDP’nin de istediği bir sonuç değildir.
Sanırım kimseler ABD veya AB’nin Türk sömürgeciliğini durduracağını sanmıyor. Bütün kararların ortaklaşa alındığı tüm herkesçe biliniyor. Buna rağmen hala legal siyasette ısrar etmek, inanın hem halkı hem de hareketi daha fazla yozlaştırır.
Çekilin meclisten ve sistemden kopun. Sistemin içerisinde tekbir saniye bile kalmak ona ortak olmaktır. Sisteme ha direkt ortak olmuş ve AKP’nin yanında yer almışsın, ha da onun tuzaklarına düşmüş ve dolaylı ortak olmuşsun; bunu bildikten sonra hala sistemle barışmayı istemek, birey anlamında kişinin kendisine ihaneti, toplumsal anlamda da Kürd halkına ihaneti sayılacaktır.
Biline ki, Kürd özgürlük hareketi legal alanda faaliyet yürüttüğü müddetçe parti çalışanları ve kadroları deşifre olacak, bu deşifre hali ise fişlenip, dışarıda basın açıklaması yapacak tek bir bireyi dahi bırakmayana kadar hepsi Türk sömürgeciliğince çürüten zindanlara gönderilecektir.
Halk diri ve hala ayaktayken, neden legal alandan çekilme kararı alınmasın ki?
Hem bu karar bir Türk meclisinde, Türk sömürgeciliği altında kalındığı kadar yüzsüzce de olmaz. Aksine onurluca olur. Türk meclisinde, Türk sömürgeciliğin altında geçen her bir gün Kürdistan’ın canından can, halkından onur götürüyor. Bu sömürgeci devletin her gün her an Kürd halkının ırzına geçmesine müsaade etmeyin. Kürd halkını onursuzlaştırmayın.
Bence bugünden tezi yok Kürd özgürlük hareketi tüm legal faaliyetlerini askıya almalı ve tüm kurumlarını fes etmeli ve BDP’yi meclisten çekmelidir. Unutmayalım ki Türk sömürgeciliğiyle girişilecek her uzlaşı özgür Kürdü biraz daha onursuzlaştıracaktır. Adı üzerinde sömürgeci bunlar. Sömürgeciyle onurlu bir sözleşme imzalanabilir mi? Her zaman gel gitler içerisinde faaliyetlerin olur ama hiç sonuç alamazsın. Her an ve her dem kararsızlık içerisinde kalırsın. Bu da beraberinde karamsarlığı getirir. Ama radikal adımlar atarsan, ne kararsızlık kalır, ne de karamsarlık. Unutmayalım ki; Kararsızlık ve karamsarlık da düşmandan daha düşmandır.
13.01.2012

11 Ocak 2012 Çarşamba

Erdoğan’ın Kürdistan Madalyası ve Sömürgeciyi Hafife Alma

30.Haziran.2010 tarihinde yazdığım “Abdulmecit süreci mi geliyor” başlıklı köşe yazımda, ileriki süreçlerde olabilirliğine ve hatta büyük bir ihtimalle olabileceğine dikkat çektiğim Kürdistan Madalyası, şimdilerde güncelleşmiş bulunuyor.
Biliniyor ki Abdulmecit, Osmanlıya karşı ayaklanan Mir Bedırxan Bey güçleriyle savaşmak için Kürdistan’a sefere giden komutanlarına “Kürdistan Madalyası” adıyla madalyalar takıp onları ödüllendirmişti...
Gördük ki dün Türk Başbakanı Erdoğan da, hem TSK’yı alkışlamış ve tebrik etmiş hem de Roboski katliamının gerçekleştirildiği Qıleban (Uludere) kaymakamına ödül vermiş ve yılın Kaymakamı seçmiştir.
Moskova müzesine gidenler, sergilenen bu madalyaları mutlaka orada görmüşlerdir. Bu madalyalar o döneme ışık tutar nitelikte olup, faşizmin ve sömürgeciliğin ne denli tekrarcı, tekçi ve bir o kadar da vahşi emelleri bağrından söküp atamadığını kanıtlar niteliktedir.
Dün Emevi, Abbasi, Osmanlı ve Eski Kemalist Türkiye’nin Kürd ve Kürdistan halkına yönelimi nasıl ise, gördük ki bugün de Yeşil Türkçü Yeni Türkiye’nin yönelimi aynı ve öyle görünüyor ki “yeterli tedbirler alınmasa” yarınlarda da aynı (!) olacağa benziyor.
Buradan da anlaşılıyor ki bu zulüm cenderesini parçalamak, öyle “günü kurtarma amacıyla sarf edilen siyasal sözler” ve “sömürgeciyi tanımayıcı ve tanımlayamayıcı dönemsel stratejik ve taktiksel askeri kısır döngülerle” olmuyor.
Dünü unutan ve bundan dolayı uzun yıllar yanlış stratejilerle bir siyaset ve savaş yürütmek, bugün ki gibi katliamları beraberinde getirdiği gibi, dünü yaşayarak yarınlara baskın giremeyecek yanlışlıklarda ısrar da, yok oluşları beraberinde getirecektir.
İçinden geçtiğimiz süreç her ne kadar bir Çiller dönemine benzetiliyor ve buna rağmen yeterince tedbirler alınmıyorsa da, yaşanan olaylar ile görüyoruz ki mevcut sürecin seyri Çiller’i ve hatta İnönü ile Atatürk’ü dahi aştığı, sıkça ve değindiğim “süreç bildik sömürgeci süreçtir” uyarısıyla ifadesini buluyor.
Halk arasında; sakalımız yok ki sözümüz para etsin, diye bir tabir var. Ben o dönem bu yazıyı kaleme aldığımda; gençsin, heyecanlısın, süreci iyi analiz edemiyorsun, ne katliamı, ne kimyasalı, ne söylüyorsun, neden halkı ümitsizliğe itiyorsun, bu karamsar yazılar gazetede yayınlanmaz tarzından hem “Özgür basın geleneğinden olan gazetemizden, hem de aydın ve yazar çevrelerinden yoğun eleştiriler alıyordum. Eleştirilerin birçoğunun kapısı; “azıcık Liberal ol”, demeye çıkıyordu. Hem gençsin, heyecanlısın diyorlardı, hem de Liberal ol diyorlardı. Bu söz sahiplerine anlam veremiyor ve neden benim bu genç yaşta görebildiğim tehlikeleri bu yaşlı arkadaşlar göremiyor diye, onlara kızıyordum. Hem gençlik gelecektir, diyeceğiz, hem de gençliği radikalliğinden koparmak için elimizden geleni yapacağız. Beni genç ve heyecanlı gören yirmi yıllık ve belki kırk yıllık yaşlı arkadaşlara; Siz, heyecansız, silik, bitik, verimsiz ve sorgulamadan uzak bir genç gördünüz mü diye, soruyordum. Aslında öyle çok fazla genç de değilim; belki genç kalmak istiyorum, belki kanımca anlamlı ancak bazı çevrelerce anlamsız bir radikal tavır ve tutum sergiliyorum; bilmiyorum!
Hatta Abdulah Gül’ün ‘iyi şeyler olacak sözü sonrasına denk gelen yazılarımda da aynı düşüncelerimi paylaşmış ve bugüne kadar da aynı dili sürdürmüş ve hala da sürdürmeye devam ediyorum. O zamanlar bana ne diyorlardı bilmiyorum ama birçok yazımın ana fikrini oluşturan tespit ve öngörülerim çıktıkça herhalde şimdi de ben bunları dillendirdikçe kesin; bu kişi çok “ukala” diyorlar veya diyeceklerdir.
Olsun, desinler. Nede olsa, o’nlar bizden çook önceleri mücadele içerisindeler ve o’nlar bizim gittiğimiz bu yoldan çooktan dönmüşler ve o’nlar bizden çook önceleri felsefeyi yemiş yutmuşlar!
Olsun, Kuantumik düşünce ekseninde halklara, örgütlü, özgür tercihli ve sezgili bir toplumsal yaşam sunma arayışında olan Kürd özgürlük hareketimizin, bir de benim gibi, mevcut paradigmayı benimsemiş ve iki yollu alternatif düşünsel ve yaşamsal yöntemle söylediğinin birçoğu çıkan ama her ne kadar “dinlenmese ve zaman zaman yerden yere vurulsa da”, genç ve heyecanlı (eğer kabul görürse) bir o kadar da “ukala” bir yazarı olsun, ne yapalım.
Ben ömrümün sonuna kadar genç kalmayı düşünüyorum. Çünkü gençlik heyecanı ile ahlakın birleşmesi ve bunun bir felsefeyle harmanlanması bana büyük bir yaşam hazzı veriyor. Ben daima genç kalacağım diyemiyorum, çünkü hem toplumsal doğa, hem de fiziki doğada mutlaklığın olmadığını biliyorum. Buna rağmen yine de vicdanımdan ayrılamıyor ve hakikati tüm yazılarımda yaşamsallaştırmaya çalışarak genç kalacağım, diyorum.
Sıkça tekrarladığım gibi; Sömürgecileri tanımayanlar önce sömürülür, ardından sömürgeleşir, sonrasında da sürüngenleşir giderler.
11.01.2012

4 Ocak 2012 Çarşamba

AKP, Kaymakam’ı Öldürtmek mi İstedi?

Türk ordusunun Qıleban Roboskî’de düzenlediği hava saldırıları sonucu bombardımana tabi tutulan 35 Kürd yurttaşını bir kez daha anıyor, katliamı düzenleyen Yeşil Türkçü Gülen-AKP Devletini bir kez daha öfke ve nefretle kınıyorum. Dün HPG’nin, bugün de BDP eş başkanı Sayın Selahattin Demirtaş’ın dediği gibi; Bu katliamın hesabı sömürgecilerden mutlaka sorulacaktır. Eli kanlı katiller bu katliamın hesabını mutlaka vereceklerdir.
Doğrudur, bu ve daha önceki katliamın hesabı sömürgecilerden sorulmalıdır.
İlginç gelebilir belki ama; aslında Türk ordusu da hesap sorulmasını beklemektedir!
Nasıl mı?
Sömürgeciler ve onların şer güçleri tekrar devrede ve Kürd halkını “isyana” çağırıyorlar!
Sömürgeciler Kürde, “direnişi bırak” ve “isyan et” diyorlar.
88 yıldır TC devletinin başında yer alan her bir yönetici veya asker;  Kürdlerin en basitinden bir hak aramasında dahi, “isyan” demiş ve bu temelde Kürd halkının üzerine gidip, hem varsa örgütlü yapıyı yok etmiş ve hem de önderlerini asarak, katletmişlerdir. Böylelikle Türk tarihine geçen 28 Kürd isyanı, sözde Şaki ve Eşkıya dedikleri Kürd isyancı ve önderlerinin katledilmeleriyle bastırılmıştır.
Türk devletinin Roboskî katliamıyla ne anlatmak istediğini; bir önceki yazımda belirtmiş ve sömürgeci, bir taşla iki ve hatta daha fazla kuş vurmak istiyor, diye açmıştım.
Birincisi; Kürdistan özgürlük hareketi PKK ve Kürd halkını sindirme amaçlı olduğunu…
İkincisi; Kürd halkını ekonomik anlamda çökertme sonucunda, buraları insansızlaştırma ardından kurulacak “Tampon Bölge” planlarının hayat bulması olduğunu…
Üçüncüsü ise; tüm bunlar tutmadıysa Dêrsim vari katliam…
Dikkat ederseniz AKP, Qıleban Kaymakamını savunmasız bir şekilde taziye evine gönderdi. TV’lere yansıdığı kadarıyla, henüz taziye yerinden ayrılıyordu ki, halkın öfkesiyle karşılaştı. Sonrasında yaşananları hepimiz izledik. Kürd halkının işgalci Türk Kaymakamını elde güller ile karşılamasını sanırım kimse beklemezdi. Otuz beş yurttaşını, kardeşini, abesini, oğlunu henüz yitirmiş acılı halk, gelen sömürgeci ustasını omuzlarda taşıyamazdı ve böylelikle az da olsa öfkesini Türk devletinin yetkilisine gösterdi.
Ancak!
Burada dikkatimi çeken bir şey oldu!
Bırakın Qıleban’ı, Kürdistan’ın politize olmamış halkına sahip her hangi bir ilçesinde bile bir Türk Kaymakamı herhangi bir taziyeye veya bir ziyarete gitse dahi, Kaymakam’dan önce polisler Kaymakamın gideceği yere yarım saat önceden gider ve orada güvenlik tedbirlerini alarak Kaymakamı beklerler. Polislerle beraber yine devletin kolluk gücü olan Kaymakama tahsis edilmiş koruma orduları da cabası…
Ben görüntülerde önce iki kişi, sonra da halktan birkaç kişinin dışında Türk Kaymakamının yanında ve onu koruyan kimseleri görmedim. Yani sözüm ona ‘koskoca Türk Kaymakam’ını koruyan tek bir görevli dahi yoktu.
Peki bu Kaymakamı kimler ve neden, savunmasız bir şekilde taziyeye gönderdiler. Burada amaçlanan neydi?
Dikkat ederseniz, sömürgecinin bunca yönelimlerine rağmen ne HPG gerillalarından, ne de Kürdistan ve Türkiye’nin her yerinde olduklarından bahsedilen “öz savunma” ’güçlerinden “son zamanlarda”, öyle sonuç alıcı eylemler görmüyoruz. Yani sömürgeci, KCK’yi oldukça ciddi anlamda “tahrik” etmesine karşın, ne söylenildiği ve istenildiği gibi “devrimci halk savaşı” başlatıldı, ne de şehir merkezlerinde sömürgeci yuvalarına karşı eylemler geliştirildi. Elbet burada işgalci sistemin askeri ve emniyet gücünün marjinalleştirme adına yaptığı gözaltı ve tutuklama operasyonlarını göz ardı edemeyiz. Daha dün Türk askerlerinin Bılikan’da köy basıp köylüleri gözaltına aldığını ve Kürdistan ile Türkiye’de emniyet güçlerinin gözaltı ve tutuklama operasyonlarını gördük.
Ancak, tüm bunlara rağmen KCK’nin gücünün böyle kısıtlı olmadığını da çok iyi biliyoruz.
Öyleyse bunca katliam ve tutuklamalara karşın KCK, hala neden yerinde duruyor?
KCK, neden hala tahrik (!) olmuyor?
İşte tamda burada sömürgecinin hem 36 gerillayı, hem de 35 Kürd köylüsünü katlediş yöntem, biçim ve zamanlaması bana, Dêrsim vari bir yönelimin temellerinin atıldığını gösteriyor.
Yani sömürgeci KCK’yi tahrik ederek “erken doğuma” sebebiyet vermek istiyor.
Sistem bunca yönelim ve tahrikin zamanlamasını da iyi ayarlıyor.
Buna göre sömürgeci;
Hem kış şartlarından dolayı gerilla hareket kabiliyeti zayıf diyor ve saldırıyor, hem halkı “devrime” hazırlayacak olan siyasal alan yürütücülerinin zindanlara tıkılması sonucu çalışmaların sağlıklı yapılamamasını fırsat bilerek tutuklamaları fazlalaştırıyor, hem de HPG’nin “öz savunma” çalışmaları yürüten kadrolarının az da olsa bir kısmının sistemce zindanlara gönderilmesi ve “infaz” edilmesi ve bir şekliyle yakalanması sürecinde, KCK’nin tümden kuşatıldığı düşüncesiyle, tahriklerin dozajını arttırıyor.
Bir taraftan bunlar olurken, diğer taraftan Türk basını ve yazarları hem zombileşen Türk-Türkiye haklarını, hem de AKP’ye bağlı maalesef uykuda olan Kürtleri, yazmış oldukları yazılarla Dêrsim vari katliamlara hazırlıyorlar. Bakmayın MİT ajanı olduğu iddia edilen Ahmet Altan’ın “duygusal ama sahte” olan yazılarına. Altan’ın görevi ‘doğruyu söyleyerek’ Kürd halkının “gazını” almaya dönüktür. Ahmet Altan, aldığı görev gereği Kürd halkının “gazını” almaya çalışıyor.
Göreceğiz ki Altan, Çandar ve onun gibileri yarınlarda, hem dağlarda ve şehir merkezlerinde HPG gerillalarının eylemleri, hem de Gülen yuvaları ve işbirlikçi iktidar sevdalısı Kürt hainlerinin inlerinde TAK ve benzeri isimlerle eylemler olduğunda, asker ve sivil ölümleri yaşandığında, nasıl da PKK’ye kan kusacaklardır. Kimseler bu yeminli sömürgeci uşaklarına aldanmasınlar. Düşünüyorlar ki, 35 sivilin katledilmesi olayının üstü ancak Liboş takmalı yazar ve çizerler ve satılık İmamlarla örtülür.
Kürdistan ve Türkiye halklarını utanmadan aldatmaya çalışan bu ne olduğu belli olan satılık kalemşor ve istihbarat basınının çizo-vizoları, bir yerde sahte sözlerle ayrılmayı gündeme koyarken, diğer yerde de PKK’siz bir Kürd halkının hülyası içindedirler. Tıpkı ideoloji ve önderden yoksun, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki yeni yönetimler gibi, teslim alınmış ve göbek bağıyla sömürgeciliğe bağlı olan yeni yönetimleri ABD menşeili Gülen-AKP devletine bağlamaya çalışıyorlar ve katliam senaryolarının üstünü de Kürd halkı ve basınının yıllardır söylediği gerçekleri yazarak örtmeye ama PKK’siz bir çözümü dayatmaya çalışıyorlar.
Bunlar,
Siz bireysel anlamda “beyaz Kürt” olarak her şeyi isteyin ama toplumsal anlamda “özgür Kürd” olarak hiçbir şey istemeyin. Hele hele “demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü”  paradigmanın sahibi PKK’nin peşinden sakın ama sakın gitmeyin. Giderseniz biz sizi “yabani ot” ilan eder ve kök saldığınız o kayalıkların altından kimyasallarla çıkartırız, demek istiyorlar.
Hemen burada bizim(!) Atatürk ödülüne layık görülen Burkaylar-ımız ve kişiliğini ve ruhunu sömürgeciye kiralamış veya satmış alçak beyaz Kürdistan haini Kürtlerimiz ile yeminli PKK düşmanları sahneye çıkıyorlar.
Peki ne diyor bunlar?
Bunlar; Siz, siz olun PKK’den desteklerinizi çekin, yoksa demedi demeyin, Dêrsim vari bir kırım gündemdedir. Gelin size yeni bir önder ve yeni bir hareket verelim ve gelin Gülen-AKP devletine teslim olun, diyorlar. Hem Liboş çizo-vizolar ve hem de işbirlikçi hain Kürtler bir yerde ortaklaşıyor ve Kürd halkını PKK’den kopmadığı müddetçe yeni yeni katliamlarla tehdit ediyorlar. Psikolojik savaşın hem işbirlikçi ayağı ve hem de Türk basını ayağı mevcut süreçte, direnişte olan Kürd halkını korkutmak ve sindirmek için görevlerini layıkıyla yerine getiriyorlar.
Bunlar Kürd halkına;
Siz halk olarak bir iradesiniz; ne İmralı, ne PKK, nede BDP sizin haklarınızı savunmuyor diyor demesine de, bu iradeyi Sayın Öcalan ve PKK’nin verdiğini ve bir halkı küllerinden var ederek mücadele ve direniş azmi kattığını dile dahi getirmiyorlar. Kürd halkını Öndersiz ve İdeolojisiz bırakmak ve teslim almak istiyorlar.
Sömürgeciliğin Koçgiri, Zilan ve Dêrsim’de nasıl ve hangi tezgahlarla halkı isyana davet ettiklerini ve hareketin önder ve savaşçılarını nasıl katlettikleri biliyoruz. Bunlarda oyun bitmez. Her bir oyun, zaman ve mekana göre yöntemi değiştirilerek tekrar tekrar sahnelenir.
İşte ben de iddia ediyorum ki,
Kim veya kimler Qıleban Kaymakam’ını Roboskî’ye göndermişse, onlar Kaymakam’ın ölmesini istemiş ve ardından; “İsyan var, devletin Kaymakamı öldürüldü” diyerek, savaş uçaklarını Qıleban ve belki Kürdistan’ın her bir bölgesine gönderip, Dêrsim vari katliamlara girişeceklerdi.
Kürd halkı ve Kürdistan özgürlük hareketi bilmelidir ki, sömürgeciler yeni yeni katliamlar planlıyorlar ve PKK’yi “erken doğuma” zorlayıp, tuzaklarına çekmeye ve mümkünse bu yolla hem gerillayı, hem de direnişe geçen Kürdü imha etmeye çalışıyorlar.
Süreç, hiç tahmin etmediğimiz büyük tehlikelerle dolu ve biliyoruz ki Kürdistan özgürlük hareketi tüm bu tehlikeleri biliyor. Ancak, eğer “belirsizliğe” müdahale gecikir de meydan sömürgecilere bırakılırsa, işte o zaman, Sömürgeciye hizmet eden yeminli PKK düşmanları, ruhunu ve kişiliğini üç-beş kuruşa satmış işbirlikçi ajan kiralık veya satılık beyaz Kürtlerle, Altan ve Çandar gibilerinin istedikleri olabilir ve dahası telafisi mümkün olmayan acılar yaşanabilir.
04.01.2012