28 Haziran 2012 Perşembe

Kürt ve Sosyalistim ama BDP’li ve Muhalif değilim!

Öyle oldu ki artık AKP polisi yolda kimlik ve üst aramaları için devriye atarken, kendi aralarında iddiaya giriyorlar; kimliklerini sorduğumuz kişilerden kaçı Kürt veya iktidara muhalif ve kaçı Kürtçü ve muhalif değil diye! Yine devriye atılan bir gün de polisler yolda yürüyen dört arkadaşı kimlik kontrolü ve üst araması için durdurup soruyorlar;
Adın ne? Brûsk. Oooo, arkadaşlar bunun GBT’sine bakmaya bile gerek yok, ismi yeter, kesin ‘teröris’tir. Takın kelepçeyi.
Bunun da adını sormaya gerek yok, baksanıza paltosuna! Söyle bakalım senin adın Deniz değil mi? Evet Deniz. Sen Türk müsün? Evet. Alın alı alın, alın bunu da merkeze.
Senin adın ne? Baran. Bak heleee, bunu da alın GBT ve üst aramasına gerek yok. Baksanıza kesin bunun da babası ‘terörist’. Öyle olmasa, ‘terörist’lerin üzerimize yağdırdığı mermilerin akışından esinlenip herhalde oğlunun ismini Baran koymazdı değil mi? Alın bakayım bunu da. Al al al.
Söyle bakalım, senin adın ne? Yağmur. Sen de Kürtsün değil mi? Evet. Hııı anladım!
E peki Baran, madem üçünüz Kürt, neden bir Türk ile arkadaşlık yapıyorsunuz? O bir Türk’ten çok şimdi bir Kürt; çünkü Deniz biz Kürtlerin ezildiğini görüyor ve bizi anlıyor; ondan dolayıdır ki yanımızda duruyor ve arkadaşlığımız devam ediyor.
E peki Deniz! Sen de onun gibi mi düşünüyorsun? Bundan dolayı mı Kürtlerin yanındasın? Evet.
Sen söyle Yağmur, kim bıraktı bu ismi sana? Babam. Baban neden bu ismi seçmiş? Yağmurlu bir günde doğmuşum da ondan. E pekiii! Neden diğer iki Kürt arkadaşının ismi Kürtçe’ de senin ki Türkçe? Neden arkadaşının ismi yağmur anlamına gelen Baran’da senin ki Yağmur? O sadece arkadaşım değil aynı zaman da amcamın oğlu. İsme gelince! E vallahi benim babam da Kürt ama amcam gibi BDP’li ve “koyu Kürtçü” değil. Vallahi AKP iktidarına karşı olan Muhalif Sosyalistlerden de değil. Sonrasında Polis, hadi oradan; şimdi olmasa da arkadaşlarını zindana koyduktan sonra kesin sen de onlar gibi olacaksın. Kesin şimdi bunlar seni örgütlüyorlardır. Arkadaşlar, hemen bunu da alın merkeze. Duyduk duymadık demeyin! Kim ki ‘Başbakanımız Erdoğan’ ve ‘AK’ Parti iktidarına karşı, hepsi ya zindana ya da toprak altına gönderilecektir, sonra ben duymadım, ben bilmiyordum, demeyin, sakın!
Bunu niye mi anlattım?
AKP polisi için Kürt ve muhalif olmak yetiyor. İster Asker ol, ister Sendikacı, ister Sanatçı, ister Tiyatrocu, ister Yazar, ister Prof, ister BDP’li fark etmez, yeter ki Kürt ol, Kürtlerle bağın olsun ve Kürtçe konuş...
Tıpkı dün Büşra Ersanlı’yı zindana koyup ve bugün de KESK Genel Başkanı Lami Özgen’i KCK’den dolayı gözaltına alıp sorguladıkları gibi…
Geçenlerde bir askerin Kürtçe konuştuğu için bir grup polis tarafından nasıl da vahşice dövüldüğünü bütün ülke izledi. AKP polisi için Kürt olmak, Kürtçe konuşmak, Kürt halkının özgürlük mücadelesine destek sunmak, AKP iktidarına muhalif olmak ve neredeyse Kürtlerle beraber aynı kaldırımda yürümek dahi suç.
Yine bundan birkaç hafta önce Urfa’da üniversiteye giden Mardin nüfusuna kayıtlı bir kadın arkadaş AKP polisinin şiddetine maruz kalmış. Polis, Urfa’nın en kalabalık AVM’sinde herkesin gözü önünde üniversite öğrencisi kadına “kafa” atmış ve kadın arkadaşın yüzü tanınmaz hale gelmiş. Yine aynı polis ve polisler demokratik eylemlere katılan gençlere; Ya seni içeri alırız, ya da işinden ederiz, şeklinde tehditlerle yönelerek Kürt gençlerini yıldırmak, baskılamak ve onursuzlaştırmak istiyormuş. Tabi bu tarz günü birlik tehditler münferitlikten çıkmış ve her an Türkiye ve Kürdistan’ın her bir ilinde farklı şekillerde yaşanmakta. Fakat gençler korktukları ve işlerinden olacakları endişesiyle gerekli yerlere başvurularını yapmamaktadırlar.
Biz 1996 yılında Amed’den Urfa’ya geldiğimizde adeta şoke olduk. Abemle beraber Urfa’da dolaşırken abem; Serhat senin de dikkatini çekti mi! Burası Amed gibi değil; burada polislerin gözlerinin içine bakabiliyorsun, demişti. Gerçekten de öyleydi. O yıllarda Amed’de polislerin gözlerinin içine bakamıyorduk. Şuanda bırakın polislerin göz ve yüzlerine bakmayı, ona bakmadığın halde onun bulunduğu yöne doğru dahi baksan; Ne bakıyorsun, gel bakayım buraya diyerek, seni yıldırmaya ve korkutmaya çalışıyorlar. Hatta bırakın Kürt olmayı öyle olmuş ki yolda iki sevgili veya bir aile kol kola yürüse, polisler, kadının yanındaki eşi veya sevgilisine aldırış etmeden hep birlikte kadına doğru ağızlarından salya akarcasına ahlaksızca bakıyorlar. Bu ve buna benzer birçok gözle taciz ve tecavüz durumu son yıllarda Kürdistan’ın birçok şehrinde yaşanmasına rağmen; Polistir, devlettir, güçlüdür, diye insanlar seslerini çıkarmıyor ve başlarını öne eğip yolarına devam ediyorlar. Çünkü tek bir tepki dahi verseler, yanındaki eşi veya sevgilisinin ne olacağı veya ne hale geleceğini daha dün Asker yakını kadın arkadaşın olduğu hal ve üniversite öğrencisi kızımızın uğradığı şiddet ve sonucundan biliyorlar. Birileri bu gidişe bir dur demeyene kadar da, nasıl dün bugünden kötüyse, inanın yarınlarda insanlarımız daha da savunmasız, bitkin, çaresiz, silik, bitik ve onursuz bir hale gelecekler.
Kısacası AKP Hükümeti ve polisi tüm Kürt ve muhaliflere karşı cephe almış ve karşılarında bir insan değil, bir koyun veya en azılısından bir düşmanı varmış gibi davranıyor, yaklaşıyor ve ölesiye dövüyor; olmadı gözaltına alıyor ve uydurma iddianameler hazırlayıp savcının önüne koyarak da zindanın yolunu gösteriyorlar. Arada bir canları sıkıldığında da nasıl Şerzan ve Aydınlarımızı kalleşçe arkadan vurdularsa, öylece katlediyorlar gençlerimizi. Nasıl olsa hesap soran yok!
Bu pratikler ancak düşüşte olan ve düştüğünü anladığı ama mevcut düşüş halini kurtarmak için de daha fazla saldırganlaşan bir iktidarın yönetim yapısında görülür.
Tehlike gittikçe büyüyor. AKP düşüşte ve şimdi hedefinde hangi kurumlar Kürt ve muhalif üyeler var bilinmiyor. Tüm parti ve sivil toplum kuruluşlarındaki Kürt ve muhalifler tek tek temizleniyor.
Dedik ya tehlike büyük. Onun için AKP iktidarına karşı olan BDP ve Muhaliflerden olmayan Kürtler, siz siz olun; Ben Kürdüm ama BDP’li değilim, Ben Kürdüm ama Kürtçü değilim, Ben Kürdüm ama solcu ve muhalif değilim, demeyin sakın! Aksine BDP’nin yanında veya AKP’ye karşı bir Kürt ve muhalif olmasanız dahi, kendinizi bir BDP’li ve AKP karşıtı olarak gösterin. Yoksa her milliyetten olan tüm BDP’li ve Sol-Sosyalist muhalif kesimlerden sonra inanın AKP iktidarı ve Polisinin hedefinde diğer tüm Kürtler gibi sizler de olacaksınız.
28.06.2012
Mehmet Serhat Polatsoy

26 Haziran 2012 Salı

Taraflı Altan, Taraf mı değiştirdi?

Hayret! Ahmet Altan, Türk Başbakanı Erdoğan ve AKP iktidarına ateş püskürüyor! Özellikle Roboski katliamından sonra yazdığı tüm yazılarında hem Erdoğan ve hem de AKP iktidarını eleştiren Altan, her bir yeni yazısında eleştirinin dozajını biraz daha yükseltiyor ve böylelikle yeni tarafının da sinyallerini vermiş oluyor!
Elbet normal şartlarda tarafsız olan bir yazarın yapması gereken de katliamcı bir mantığa sahip olan bu iktidar ve Başbakanı eleştirmek olmalıdır. Öncesinde değil de şuanda Altan, aynen öyle yapıyor!
O zaman bu hayret niye diye sorulabilir!
Niye mi?
Hayret çünkü bizim bildiğimiz Altan, daha düne (Roboski katliamı olmayana) kadar hem Erdoğan ve hem de AKP iktidarının politikalarını en üst düzeyde savunan, bunun için akademik ve romansı dili elinden bırakmayan, diğer tüm muhafazakâr yazarlara taş çıkartan cinste ve deyim yerindeyse fevkaladenin fevkinde on numara ve yine tabiri caizse tasmalı yazar ve basını görevini yürütüyordu.
Hayret çünkü Altan daha düne kadar her yazısında Kürt halkına tek çare olarak Erdoğan ve AKP’yi öneriyordu. Altan, kullanmış olduğu dil ve üslup nedeniyle yurtsever olan halkımızda dahi; “bu adam doğru söylüyor” algısı uyandıracak kadar tecrübeli yazılara imza atarak, Kürtler arası çelişki yaratmaya, halkı Kürt özgürlük hareketine karşı cephe almaya, onları yönlendirmeye ve bu yön doğrultusunda da önerilerini kabul ettirmeye çalışıyordu. Aslında Altan’ın yazılarındaki Kürtlere dönük önerileri, bir öneriden çok içerisinde tehdidi barındırıyordu. Altan adeta Kürtlere, MHP ve CHP ile ölümü gösteriyor ve AKP ile de sıtmaya razı olmak durumundasınız ve tek seçeneğiniz bu diyordu.
Liberal olarak bilinen Sayın Ahmet Altan, Taraf gazetesinde 13.Aralık.2009 tarihinde yazmış olduğu “Üç Seçenek…” başlıklı köşe yazısında resmen Kürtleri tehdit etmişti! Taraf bu tarihten sonra adeta bir zamanlar Kürt halkı ve Özgürlük mücadelesini tehdit eden psikolojik harekâtın basın ayağı olan Hürriyet gazetesinin yerini almıştı.
Bakın Altan 3 yıl önce kaleme aldığı, bizim unutmadığımız ama şimdi onun unuttuğu “Üç Seçenek…” başlıklı yazısında ne diyordu;
Bugün birçok insan “barışı” savunmakla ”AKP’yi savunmayı” eşanlamlı görüyor... AKP bir kitle partisidir… Barış sürecine AKP’den başka destek sunan kimse yok… Ortada Kürtlerin sunduğu bir barış projesi yok… PKK barışın önünde engel… Olması gereken; Ayrılma, Sürekli çatışma ve Birlikte eşit haklarda yaşama…
Sayın Altan üç yıl önceki ve “üç seçenek” sunarak Kürtleri tehdit ettiği bu yazısında, seçenekleri sayarken, bir-iki-üç diye sıralıyordu. Ayrılmayı, sürekli çatışmayı ve birlikte eşit haklarda yaşamayı belirtiyordu. “Ayrılmayı” zaten PKK’nin de istemediğini belirten Altan, “Sürekli çatışmanın” kimseye bir fayda getirmeyeceğini belirttikten sonra “Birlikte eşit yaşamın da” AKP’den geçtiğini üstüne basa basa söylüyordu. Bunu da Kürt tarafının bir “barış projesinin” olmadığına bağlayarak; PKK barışın önündeki en büyük engeldir, olarak açıklıyordu. Oysa Altan’da biliyordu ki barışın önünde engel olarak gördüğü aynı PKK’nin lideri Sayın Abdullah Öcalan’ın, barış sürecine katkı sunmak ve var olan siyasi, askeri tıkanıklığı aşmak için hazırlamış ve ilgili yerlere sunmuş olduğu bir  “yol haritası” vardı. Altan bu yol haritasını İmralı görüşmelerinin yapıldığı o günlerde de ve bir yıla yakındır tek bir görüşmenin dahi yapılmadığı ve Sayın Öcalan’ın hayatından endişe edildiği bu günlerde de hep görmezden geldi. Ayrıca Altan, AKP bir kitle partisidir, diyerek, tek partili dönemi savunmuştu. Sonra AKP’nin barış savunucusu olduğunu iddia ederek, aslında en büyük katliam savunucusunu kamuoyuna pazarlayarak Roboski katliamı gibi katliamların olmasına da davetiye çıkarmıştı.
O dönemlerde Sayın Altan, Erdoğan ve AKP’yi Kürdistan ve Türkiye kamuoyuna hiç çekinmeden pazarlıyordu. Aynı Altan bugün Erdoğan ve AKP için; 10 yıldır dolanıyorsunuz, nerede Kürt açılımı, nerede hukuk, nerede Avrupa kriterleri diye soruyor da soruyor.
Herhalde Altan bunun karşısında birilerinin; yahu 10 yıldır Erdoğan ve AKP iktidarına destek veren sen değil misin ki şimdi kalkıp pişkin pişkin bunları söyleyebiliyorsun, diyeceğini düşünemiyor olmalı. Evet şimdi değil ama daha düne kadar Erdoğanlı AKP hükümetinin on yıl ayakta kalmasını sağlayanların başında gelen Taraflı Ahmet Altan’dan başkası değildi.
Elbet insanlar geçmişleriyle yargılanmamalılar. Her insan hata yapabilir. Önemli olan aynı hataları tekrar etmemektir. Bu mantıkla gidersek Sayın Altan’ın değişmesi olumludur diyebiliriz. Ancak eğer o kişi, geçmişi ile ilgili bir öz eleştiri vermez ve kanına girdiği ilgili kesimlerden af dilemez de yeni ufuklara yelken açıp kendi bildiği veya bildirilen yoluna devam ederse, o zaman bu kişiye söyleyeceğimiz bir çift söz de olmalı diye düşünüyorum.
Şimdi sormak gerek Sayın Altan’a; ne oldu da tarafınızı değiştirdiniz, ya da şimdi ki hangi taraftasınız? Yoksa ortalıkta dolaşan fısıltılar doğru mu?
O fısıltılarda Taraf ve Altan şöyle tarif ediliyor;
Altan’a, tıpkı Ordu’yu AKP iktidarına bağlamak için servis edilen istihbarat bilgileri gibi, yeni bilgiler, geldi… Altan bir görevli… Altan DIA, MOSSAD, MI6 ve CIA’yı iyi tanıyor… ABD, Altan’a; geri çekil, sana daha çok ihtiyacımız var, demiş… AKP düşüşte, Erdoğan’ın ipi çekildi; “ne olur ne olmaz” sen en iyisi mi tarafını değiştir veya tarafsız bölgeye çekil… AKP sonrası diğer iktidarlarda seni yeni görevler bekliyor… Çabucak olduğun konumdan ve yarattığın izlenimden ayrıl ki sen de yargılanmayasın; çünkü düne kadar baş tacı ettiğin Erdoğan ve AKP’nin bütün kurmayları Roboski katliamından dolayı yargılanacaklar… deniliyor.
Yukarıda Altan’ın Erdoğan ve AKP’yi Türkiye ve Kürdistan kamuoyuna nasıl pazarladığını ve Kürtleri nasıl tehdit ettiğini ve şimdi de göklere çıkardığı Erdoğan ve AKP’yi nasıl alaşağı edeceğini bilmediğini ve tehdit ettiği Kürtleri de yeni yeni hatırladığını gördük. Tabi eğer bu hatırlamaksa!
Siz Taraf ve Ahmet Altan’ın şimdi durduğu yer ve olduğu tarafı anlayabildiniz mi? Vallahi ben anlayamadım!
26.06.2012
Mehmet Serhat Polatsoy

23 Haziran 2012 Cumartesi

Rozerin ve Şoreşger’den özür diliyorum!

Kızım Rozerin yedi ve oğlum Şoreşger 5 yaşındalar. Doğdukları günden bu yana her ikisiyle de –bildiğim- kadarıyla Kürtçe konuşuyorum. Anlamadıkları zamanlar oluyor tabi ve ben zaman zaman Kürtçenin ardından Türkçesini de söylüyorum ki iletişimimiz de bir sorun veya aksaklık yaşanmasın. Hevalim, yani Anneleri Kürt ama evde kimse Kürtçe konuşmadığı ve dolayısıyla hem aile hem de yetişmiş olduğu çevrede Kürtçe konuşulmadığı için benimle evlendiğinde tek kelime dahi Kürtçe bilmiyordu; aksine bir Kürt olarak aynı benim gibi bir Türk’e taş çıkartacak kadar diksiyonlu bir şekilde Türkçeyi iyi kullanıyor.
Bende yirmili yaşlara kadar neredeyse Erê ve Na’nın dışında tek kelime Kürtçe bilmiyordum. Babam eski komünist ve Kürt yurtseverlerinden bir devlet memuru iken (2001 yılında kaybettiğimiz) Annem, Lenin ve Marksın kitaplarıyla adeta babamın yanında büyüyüp yetişen iyi bir sosyalistti. Babam kendine komünist ve devrimci, annem ise hem bize hem de çevresine sosyalistti. Annem Suruç’un tanınmış ama evde Türkçe konuşan ailelerinden birinin kızıydı. Evlerinde Türkçe konuşulduğundan dolayı Annem Kürtçeyi, Babamla evlendikten sonra köyümüze gidip gelerek ve bir de babamla birlikte çıktığı sürgünlerde öğrenmişti.
Onlar devletin baskısından epeyce nasiplerini almışlardı ancak korkmuş ve sinmiş olacaklar ki evde bizimle tek kelime dahi Kürtçe konuşmuyorlardı. Hemen hemen her babada olan bencillik benim babamda fazlasıyla vardı. Hani; aman çocuğuma bir şey olmasın mantığı, var ya. Babamın hem bencilliğinden kaynaklı ve hem de tüm engellemelerine rağmen yine de Kürt özgürlük hareketi içerisinde yer almayı başarabilmiş ve HADEP’in hala konuşulan meşhur Dağkapı mitinginde yüzü maskeli bir görevli olarak yer almıştım. Sonrasında yürüttüğümüz legal faaliyetlerden kaynaklı bir gece evimiz basılarak nereye götürüp işkence ettiklerini bilmediğim on günlük hücreli günlerimin ardından sorgu sonrası 1995 yılının Mart ayında ERNK’den 12,5 yılla yargılanmıştım. Dava 3 yıl devam etmiş ve delil yetersizliğinden beraat etmiştim. O zaman henüz 15 yaşındaydım. Kürtlüğün ne demek olduğunu tam olarak anladığım zamanlardı.
-Amed’de büyüdüm ama devletin baskı, zulüm ve korkusundan olsa gerek, çevremizde Kürtçe konuşan hiçbir arkadaşımız yoktu. Ben Kürtçeyi 1996 yılında Amed’den kaçıp Urfa’ya yerleştiğimiz yıllarda öğrenmeye başladım. Kaçtık çünkü devlet tarafından ciddi anlamda rahatsız ediliyorduk; babam da; oğlum dağa çıkar, endişesiyle tayinini istedi ve on iki yılımızın geçtiği Amed’den ayrılırken her birimiz kamyonun arkasında Amed’in yollarda kalan havasını soluyarak kardeşlerimizle beraber ağlaşıyorduk. Tüm çevremiz oradaydı, Urfa’da kimseyi tanımıyorduk; yeni çevre ve yeni arkadaşlara da o ruh haliyle öyle hazır değildik; on beş yıl geçmesine rağmen hala Amed’deki arkadaşlarımla görüşüyor ve vazgeçmiş değilim-.
Çırılçıplak, el ve gözlerim bağlı olarak sorguda, ayaktaydım. Sorgu sırasında işkenceci ile aramızda geçen diyalog oldukça ilgi çekiciydi. İşkenceci dişlerini sıkmış bir ses tonuyla; Ulan o….. çocuğu, senin şimdi Ofis caddesinde kızlarla gezip tozman, gönül eğlendirmen gerekirken  ne işin var Apocularla dolaşıyorsun, ne b.. yemeye dağa çıkacaktın? O anda nasıl bir güç ve cesaret geldi bilmiyorum ama birden, başımı kaldırarak verdiğim cevap; Herhalde Kürt olduğumdan dolayı, olunca yeni işkence zamanının da böylelikle gelmiş olduğunu gördüm.
Ben Kürt ve Kürtçenin zorluğu ve ağırlığını verdiğim o cevap ve sonrasında aldığım işkence ile daha iyi öğrenmiştim. Ayda bir defa babamın neredeyse atletinin arasına koyup saklayarak getirdiği Welat gazetesini okuyabiliyor ama anlayamıyordum. -Kürtçe okumam o zamanlardan beri iyidir ama konuşmam yetersizdir-.
İşte Rozerin ve Şoreşger ile inatla bildiğim kadar Kürtçe konuşmam birazda, bu yukarıdaki yaşanmışlık nedeniyledir.
Şimdi tıkanıyorum. Çünkü ben mevcut Türkçe bilgilerimle kendimi Kürtçe ifade edemiyorum. Rüyasını Türkçe gören bir Kürt’ten başka ne beklenir ki? Bu da benim acizliğim; Türkçe okuyup yazdığım kadar Kürtçe okuyup yazsaydım şimdi bülbül gibi Kürtçe konuşurdum. Her ne kadar sistemin baskı ve zulmü olsa da, ben bu zihnimle Kürtçeyi şuana kadar öğrenmeliydim. Biliyorum, ben de hatalıyım.
Hata önce devlet, sonra yurtsever olduklarını iddia eden ailemiz ile bizlere Türkçeyi en ince ayrıntısına kadar öğreten Kürt olan Türkçe öğretmenleri ve sonuçta da bu zihnimle kendimi geliştirmeyip Kürtçe öğrenemeyen bende.
Dedim ya Kürtçe kelime haznem azdır ama bu güne dek yettiği kadar çocuklarımla tek kelime dahi Türkçe konuşmuyordum. Şimdi çok zorlanıyorum. Kızımın geldiği yaş itibariyle sorduğu sorular benim Kürtçe haznemden kaynaklı cevap vermemin önüne geçiyor.
Çocuklarıyla anadilinde konuşamamak ne zor, ben çok iyi biliyorum.
Hani zihnim diye tutturmuşum ya, işte benim zihnim ancak altı-yedi yaşlarındaki bir çocuk zihnidir; çünkü ben kızım ve oğlumun sorularına artık cevapsız kalıyorum. Şuanda ben çocuk onlar büyük...
Ben geride kaldım ve böyle giderse de maalesef Türkçeye zorlanıp sarılacağım! Bugünlerde arada sırada çocuklarımın sorduğu sorulara cevap olamıyor ve dişlerimi ve yumruğumu sıkarak annesine; sen cevap ver diyorum. Bunu niye mi yapıyorum; ileride, ben çocuklarımla hiç Türkçe konuşmadım deyip kendimi kandırmak, sözüm ona suçu annelerinin üzerine yıkarak da temiz kalmak istiyorum. Biliyorum benimkisi bir kaçış ve sahtekârlık, ancak ne yapayım; zoruma gidiyor. Kurtuluşu şimdilik bunda görüyorum.
Annem ve babam çocuklarıyla hiç ama hiç Kürtçe konuşmadılar; onun acısı ve görünür sonuçları var olduğundan dolayı ben, çocuklarımla kesinlikle Kürtçe konuşmalıyım diyorum. Annem ve babam oldukça bilinçli oldukları halde bizimle Kürtçe değil sistemin dili ve dayatması olan Türkçeyle konuştular. İşte ben o büyük hataya düşmemek için hem çocuklarımın ismini Kürtçe koydum ve hem de onlarla Kürtçe konuşmaya çalışıyorum.
Biliyorum! Şimdiden sonra onların sordukları sorular karşısında epeyce zorlanacağım, cevap veremeyeceğim anlar olacak ama ben ant içmişim ki çocuklarımla kesin kes Türkçe konuşmayacağım. Onun için bugünden tezi yok Kürtçeyi en üst düzeyde öğrenmeye, kendimi ifade etmeye ve çocuklarımın sordukları sorularına Kürtçe cevap vermek için mücadele alanımı kendimle savaşarak daha da genişletmeye çalışacağım.
Hazır okullar kapanmışken hem Kürt olan Türkçe öğretmenlerine, hem de Anne ve Babalarımıza bir şeyler söylemek istiyorum.
Özellikle yurtsever olduğunu iddia eden anne ve babalarımız! Sizler korkup sindikçe ve çocuklarınıza başka dillerde isimler takıp onlarla Türkçe konuştukça unutmayınız ki gelecekleri en iyi yer, belki de benim yerim gibi olacaktır! Sizin oto-asimilasyon pratiğinizden kaynaklı çocuğunuz benim gibi çaresiz ve aciz bir Kürt olacak! Ben Kürt olduğumu iddia ediyorum ama kendimi anadilimde yeterince ifade edemiyorum. Kürdüm diyorum ama çocuklarıma dahi cevap olamıyorum. Biyolojik yaşım 32 ama 6 yaşındaki bir çocuğa dert anlatamayacak kadar kıt zihin ve Kürtçeye sahibim. Yani başta baskıcı, sömürgeci, imha ve inkârda ısrar eden devlet sistemi, sonrada siz anne ve babalarımız... Sizler benim gibi çocuklar yetiştirdiğiniz ve devlet politikasının en iyi yürütücülerinden biri olduğunuz için hem tarih karşısında sorumluluğunuzu yerine getirmiyorsunuz hem de büyük suç ve günah işliyorsunuz.
Sizler, otuz iki yaşındayken 6 yaşındaki bir çocuğun zihnine sahip olmanın ne kadar kötü bir duygu olduğunu biliyor musunuz? İşte siz anne ve babalarımız, sizler çocuklarınızla Türkçe konuşarak böyle benim gibi nesillerin yetişmesine neden oluyorsunuz.
Birde yine yurtsever olduğunu iddia eden Kürt öğretmenlerimiz var tabi. Sizler dayak ile size öğretilen dili öğrenip üniversiteye kadar varıyor ve bir de hiç bir şey olmamış gibi sınav sonunda tercihlerinizde Türk Dili ve Edebiyatı veya Türkçe öğretmenliğini işaretliyorsunuz. Amacınız her ne kadar bir devlet memurluğu veya babasının yiğit evladı olmak gibi görünse de sizin bilinçaltınızda yatan sosyolojik gerçeklik daha öne çıkıyor! Hem baskı ve zulüm ile size dayatılan dil ve hem de bu dili yine kendi halkınıza öğretmeniz nasıl bir duygu? Eminim uyuduğunuz uykudan uyandığınızda oldukça pişman olacaksınız!
Bir Kürt anne ve babanın kendi çocuğuna başka bir dilde isim koyması, başka bir dilde çocuğunu eğitmesi ile Kürt insanlarımızın Türkçe öğretmenliği yaparak Kürt çocuklarına Türklüğü aşılaması, devletinin zor ile yapmış olduğu asimilasyon politikalarına ortak olmaktan başka bir şey değildir. Şuanda nasıl AKP içerisinde bulunan Kürt vekiller Roboski katliamına ortaksa, inanın sizler de bir o kadar ortaksınız.
Siz anne, baba ve öğretmenlerin yüzünden Kürt olduğumuz halde bizler Türkçe konuşuyor, kendimizi en iyi Türkçe ifade ediyor, rüyalarımızı Türkçe görüyoruz. Sizler bizi asimile edenlerle ortaklık yapıyorsunuz. Ben sizleri hiçbir zaman affetmeyeceğim; eğer ben de sizler gibi yaparsam kızım ve oğlumda beni affetmesin ve nefret etsinler.
Kızım Rozerin ve oğlum Şoreşger!
Eğer sizinle Kürtçe bildiğim halde tek kelime Türkçe konuşursam beni affetmeyin ve elinizden geldiğince benden uzak durun, nefret edin. İlk düşman olarak beni alın karşınıza ve hedefinize. Sizlere söz veriyorum, eksik olan kelime haznemi en üst düzeye çıkartıp,  Kürtçeyi iyi öğrenecek ve dün olduğu gibi yarınlarda da sizinle Kürtçenin dışında başka hiç bir dilde konuşmayacağım. Zaman zaman sizlere cevap olamadığım için sizlerden çok özür diliyorum. Bu güne kadar olan eksikliklerimden kaynaklı sizlerden beni affetmenizi talep ediyorum.
22.06.2012
Mehmet Serhat Polatsoy

22 Haziran 2012 Cuma

AKP’nin yarattığı savaş ortamı / Hüseyin ALİ

Özgür Gündem Gazetesi / Hüseyin ALİ 
Gerilla eylemlerinden sonra Türk basını, özellikle yandaş basın öyle bir propaganda pompaladı ki sanki Kürt sorunu çözülüyormuş ama bu eylemle sabote edilmiş. Tam barış olacakken bu eylemler yapılmış. Hep böyle oluyormuş. Böyle bir metafor yaratıldığı ve buna da bazılarının inandırıldığı anlaşılmaktadır.
Bu haberlere bakıldığında bu basının anlattığı Türkiye ile gerçek Türkiye aynı değil. Bu yönlü öyle bir psikolojik harekat yürütülüyor ki bazıları da gerçekten olumlu bir ortam varmış propagandasına inanır hale geliyor. Türkiye’de yürütülen psikolojik savaş dünyada görülmemiş düzeydedir. Öyle ki amiyane deyimle bir akıllıya kırk kere deli deyip delirtiyorlar ya da psikolojik savaşla düşüncelerini etkiliyorlar.
Bu nasıl bir çözüm ortamıymış biz anlayamadık. Kürt Halk Önderi bir yıldır tehdit, şantaj ve tecrit altında. Hatta Erdoğan neden asmadınız diye MHPíyi suçluyor ve milliyetçilik yarışına giriyor. Herkes de biliyor ki PKK tüm kongre, konferans ve toplantılarında “Önderliğimize yaklaşım barış ve savaş gerekçesidir” kararları almıştır. Bu Önderliğin tüm avukatları tutuklu, sağlığı ne durumda bilinmiyor. Hukuk dışı ve insanlık dışı özel bir uygulama var. Bu ortamda hangi yumuşama beklenebilir.
Dünyada görülmemiş bir siyasi soykırım politikası izlenmektedir. Bilinçli yurtsever Kürtlerin kökü kazınmak isteniyor. Her gün onlarca siyasetçi tutuklanıyor. Öyle ki Kürt Tıp öğrencilerinin tümü terörist ilan ediliyor, yüzü aşkın gazeteci içerde.
Askeri operasyonlar ise hiç durmadı. Tek bir terörist kalmayana kadar imha edeceğiz deniliyor. Kış ve bahar aylarında bitirme operasyonları yapılmadı mı? Bitirdik, bitireceğiz denilmiyor muydu? Diğer yandan Türk basını gerillalara çok ağır darbe vurulduğunu ve bitmek üzere olduğunu söylemiyor muydu? Türk ordusunun başarı hikayeleri her gün tv ve gazetelerde anlatılmıyor muydu? Bu ölen Kürt genç kız ve erkeklerinin canı can değil miydi? Bunlar öldürüldüğünde kim bu düzeyde bağırıp çağırıyordu? Bu eylem öncesi operasyonlar her dağa ve vadiye yapılmıyor muydu? Nasıl büyük operasyonlar yapıldığını bizzat bu TV ve gazeteler yayınlamıyor muydu? Başbakan ve bakanları her gün kök kazımaktan söz etmiyorlar mıydı?
Son eylemin de gerillaya büyük darbe vurup bitirme propagandaları yapmak isteyen ordu birliklerine yapıldığı ortaya çıktı. Türk ordusu baharla birlikte hiçbir yılda olmadığı kadar yığınak ve kuşatma hazırlıkları yapıyordu. Gerillaya yönelik kapsamlı saldırı için gerekli tepe ve alanların tutulduğunu Kürt basınından izlemiyor muyduk?
Şimdi gerçek buyken çözülüyordu, barış olacaktı ama bu eylem sabote etti demek çarpık anlayışın, psikolojik savaş düşünce tarzının kendini dışa vurumudur. Anlaşılıyor ki bu binlerce tutuklama normalmiş, bu tutuklamalar devam ederse çözüm de olurmuş. İmralı’da bu yönlü tehdit ve şantaj politikası varken çözüm ortamı olabilirmiş. Askeri imha operasyonları çözüm için yapılıyormuş. Kürt sorunu kalmamıştır, vatandaşların sorunu kalmış politikası çözüm ve barış politikasıymış. Bu akıllarla alay etmektir. AKP Hükümeti savaşı şiddetlendirmek için her uygulamayı yapacak, diyalog müzakere ve çözüm yolunu tamamen kapatacak ama bu çözüm ve barış ortamı olarak gösterilecek. Bu kadarına da pes doğrusu.
AKP’nin politikası tamamen savaşı şiddetlendirme ve çözümsüzlük politikasıdır. Bu eylem de bu ortamda olmuştur. Çözüm zemini oluşuyormuş, yumuşama varmış demek en başta da Türkiye toplumunu kandırmaktır. Kürtler zaten böyle olmadığını biliyor. Tam bir polis, savcı ve asker cenderesine alınmış bir Kürt toplumu var. AKP’nin akıl daneleri KCK operasyonlarıyla PKK’nin halk üzerindeki etkisini kırdık diyorlar. 1990ílı yıllardaki faşist terörü şimdi başka biçimde yürütüyorlar ve bununla övünüyorlar. Bu da çözüm ve barış politikası oluyormuş. AKP’nin akıl daneleri askeri ve siyasi operasyonlara dayalı bu politikayı PKK’yi etkisizleştirme ve halkı özgür kılma olarak değerlendiriyorlar. 1990’lı yıllardaki tüm politikalar da halkı PKK’den kurtarmak için yapılmıştı.
Siyasi ve askeri operasyonların son hızla sürdüğü ve hükümetin her gün on defa ezeceğiz, bitireceğiz dediği yerde çözüm ve barış ortamından söz etmek bir aldatma ve çarpıtmadır. Kimi kişi ve çevreler için ise kafayı kuma gömmektir. Gerçeği söylemek gerekirse İmralıídaki politikaların sürdüğü, siyasi soykırımların devam ettiği bir ortamda hiç kimse bir yumuşama beklememelidir. KCK Yürütme Konseyi Başkanıínın söylediği gibi: İmralıíyı görmezlikten gelen ve dışlayan hiçbir politikanın geçerlilik şansı yoktur. Öte yandan bu siyasi soykırım operasyonlarının sürdüğü, binlerce BDPílinin içerde olduğu bir ortamda BDP’nin de yapacağı hiçbir şey yoktur. Hiç kimse milletvekilleri dışarıda, BDP buna şükretmeli deyip durumu normalleştiremez. BDP de bu duruma normal bakamaz. Ancak AKP’nin bu politikalarına karşı mücadele edilerek demokratikleşmenin ve Kürt sorununun çözümünün önü açılabilir.
Dikkat edilirse Kürt Özgürlük Hareketi defalarca görüşme oluyormuş, çözüm için bazıları devreye girmiş gibi çıkan tüm haberleri ve açıklamaları yalanlamış, bunların AKP’nin saldırı ve savaşı tırmandırma ortamını örtme, beklenti yaratarak halkı bu faşist uygulamalara karşı mücadeleden alıkoyma olarak gündeme getirildiğini söylemiştir. Dolayısıyla görüşmeler oluyormuş, bazıları devreye girmiş gibi söylenen sözlerin de hiçbir pratik değeri olmayan sanal söylemler olduğu açıktır.
Özcesi siyasi soykırım operasyonları, İmralı’daki tecrit ve ezme konsepti sürerken çözüm ortamı vardır demek ya insanların gözünün içine bakarak yalan söylemektir ya da bu operasyonları ve bu politikayı normal görmektir. Bunu normal görenler iyi şeyler vardı ama bu eylem bozdu diyebilirler ve buna inanabilirler. Ama Türkiye ve Kürdistan’da yaşananlar ise bu düşüncenin tam tersini gösteriyor.
CHP-AKP görüşmesi mevcut ortamda hiçbir değişiklik yapmamıştır. AKP bunu kendi ezme ve tasfiye etme politikası açısından iyi bir araç olarak görmüştür. Geçmişin milli mutabakat politikalarıyla ezme anlayışı için bir imkan olarak ele almıştır. Zaten her gün teröre karşı ortak davranılmalı, terör ancak böyle biter tekerlemesini dillendirmektedir.
Leyla Zana’nın konuşmaları çözümle de barışla da ilgili olmayan konuşmalardır. Türkiye’nin güney Kürdistan’daki siyasi ilişkilerin başka bir tezahürüdür. Leyla Zana bunları söylemeden çok kısa bir süre önce güney Kürdistanídaydı. Zaten güneyli siyasetçiler AKP’lilerle ilişkileri gereği her zaman AKP iyidir demişlerdir. Bu söylemleri defalarca duymuştuk. Bu defa da Leyla Zana söylemiştir. Türkiye ve Kürdistan gerçeğini dikkate alarak değil, güneydeki siyasi güçlerin diplomatik söylemlerini önemseyerek bu konuşma yapılmıştır. Türk devleti güneyli güçler üzerinde sürekli baskı yaparak kendi lehlerine tutum almalarını dayatmaktadır. Zaten AKP bu destekle bir kısım Kürtler üzerinde beklenti ve oyalama politikasını sürdürmektedir. Dolayısıyla Leyla Zana’nın söyledikleri de çözüm ve barış için bir değer ifade etmiyor. Sadece Kürdistan’da etkisizleşen AKP’ye bir nefes verme anlamına geliyor. Zaten AKP de bunu ezme ve tasfiye politikasında önemli bir destek olarak görmüştür.
Özcesi AKP’nin hiçbir tutum, söylem ve uygulaması çözüm ve barış yönünde değildi. Türkiye’de böyle bir ortam yoktu. AKP tamamen savaşı tırmandıran bir politika izliyordu. Gerilla eylemi de bu ortamda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla çözüm için olumlu şey oluyordu ama bu eylem sabote etti söylemi gerçekleri ifade etmeyen bir psikolojik savaş harekatıdır, yani safsatadır.
Hüseyin Ali / Özgür Gündem Gazetesi

21 Haziran 2012 Perşembe

Leyla Zana'nın son çıkışının arkasında ne var? / CEMİL KILIÇ

Yazar: Cemil Kılıç  
Hemen belirtelim ki, eğer gerçekten de Avni Özgürel’in yansıtmaya çalıştığı gibi, Leyla Zana'nın bu son çıkışının arkasında, Qandil’den habersiz bir söz söyleyeceğine inanılmaz, diye ve türün misali bir durum ve ya bilinçli bir arka plan politikası yoksa ortada çok ciddi bir durum var demektir. Ki bana göre kesinlikle bu anılan anlamda, yani Qandile dayalı ve haberli bir yönlendirme durumu asla yoktur. Onun için de hakikaten mesele çok ciddidir. Dolaysıyla daha çok, Leyla Zana’nın bu çıkışının arkasında Qandılden Ziyade, doğrudan bir Uluslar arası güçlerin plan ve projeleri yatıyor. Bunu Radikal gazetesi muhabiri çok somut ve açık olarak ortaya koydu. Buna göre Leyla Zana,  ABD’li bir heyetle görüşüp konuştuktan sonra bu çıkışı yapıyor. Ancak burada daha ziyade ve en isabetli düzlem, yani esas  güç merkezi olarak Güney Kürdistan’ı ve MİT teşkilatını görmek, bilmek gerekiyor. Ayrıca bütün bunların arkasında da ABD’nin olması zaten işin tabiatıdır.
Dolaysıyla bir biçimiyle uluslar arası güçler tarafından örgütlenen bir karşı devrim operasyonuyla karşı karşıyayız. Bunun kokusu yayılıyor.  Bu gelişme çok ciddi bir durumdur ve asla küçümsenmemelidir. Peki, bu oyunda rol üstlenen Leyla Zana ne söyledi: “Burada bir gerçek vardı. Bunu hepimiz açıkça söyleyelim ve kabul edelim. Bu işi isterse en güçlü durdurur. O güçlü kimdir, şimdiki hükümettir. O hükümetin başı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Tarihin en güçlü hükümetinin başındaki isim isterse o iradeyi gösterir, buna gücü yeter ve bu sorunu da çözer. Ben onun bu işi çözeceğine inanıyorum. Buna dair umudumu da, inancımı da asla yitirmedim. Yitirmek de istemiyorum.”
Peki, aynı şekilde Leyla’nın bu içine girdiği konuma karşın, ya Selahattin Demirtaş, ne diyor ve ya bu durumu nasıl ele alıyor? Onun da dediği şudur: "Cumhuriyet tarihinde en sinsi asimilasyon politikalarını yürüten parti AKP olmuştur. Her kim ki Başbakan'dan umutluysa bu saflıktır, AKP gibi düşünmektir."
Gerçekten de Sayın Selahattin Demirtaş çok doğru söylüyor. Çünkü her şey bir yana, daha hiçbir dönemde, bu günkü gibi bir yılı bulan, Sayın Öcalan’a yönelik tecrit uygulaması söz konusu olmadı. Besbelli ki, bunun birince derecede mimarı ve sorumlusu da, bizzat Erdoğan’ın ta kendisidir. Her halde bu konuda hiç kimsenin bir kuşkusu yoktur. Bu halde Erdoğan’a inanmak ve güvenmek ne anlama gelir? Leyla Zana’nın kendisi, açlık grevine yatan insanları ziyaret etti ve onların kaygılarını paylaştığını söylemişti. Ve biliniyor ki, açlık grevinin esas amacı da, Öcalan’a uygulanan izolasyondu.  Çünkü politik nedenler bir yana, bu konuda hem ulusal ve hem de uluslar arası hukuk kurallarını bile hiçe sayılıyor, çiğneniyordur. Bu demek oluyor ki, Erdoğan öncesi bu düzeyde bir izolasyon sistematiği hiç hayata geçirilmedi. Ha keza gerilla güçlerine karşı da, hem kimyasal silah kullanımı ve hem de toplu halde katletmeler hiç bu denli yoğun olmadı. Yine Leyla’nın kendisinin de ifade ettiği gibi, özellikle de KCK adı altında soykırım operasyonları asla ve hiçbir zaman bu düzeyde yaşanmadı. O kadar ki,  en başta 5 milletvekili olmak üzere, neredeyse tüm belediye başkanları zindandalar. Yani Kürdistan davası karşılında rehin alınmış durumdalar.
Dolaysıyla bütün bunlara rağmen Leyla’nın içine girmiş olduğu bu pozisyon, tamı tamına bir saf değiştirme durumudur, konumudur. Onun için, açıkçası bana göre de şu anda ve hali hazırda Leyla Zana, tam bir AKP’li gibi düşünüyor ve pratik olarak da aynen öyle hareket ediyor. Aksi halde, yani  Avni Özgürel’in dediği biçimde bir gizli ajanda ya da politik arka plan operasyonu olmuş olsaydı, hiç kuşkusuz durum çok daha farklı olurdu,  olması gerekiyordu. En azında BDP’ye karşı bu denli suçlayıcı ve kırıcı olunmazdı. BDP ki, neredeyse kolu- kanadı kırılmış durumdadır. Bütün bunların arkasında Erdoğan’ın rolünü ve sorumluluğunu görmemek körlüktür.
Leyla’nın tutumunda, BDP’ye karşı eleştiriyi çok çok aşan bir durum da söz konusudur. Dolaysıyla bu düşmanlık da neyin nesi oluyor, diye düşünmek gerekiyor. Özellikle de BDP’ye karşı şu itham ve suçlaması asla kabul edilmezdir ve kesin süratle kedisine iade etmek gerekiyor. Yani diyor ki; “ Ak Parti’deki Kürt milletvekilleri duyguda Kürt, düşüncede Kürt değildir. BDP’dekiler ise düşüncede Kürt, duyguda değil. İkisi de olaya yarım yarım bakıyor. Yani düşüncede Kürt değil demekle Ak Parti milletvekilleri Kürtlerin geleceğine dair bir şey beslemiyor, düşünmüyor. BDP’liler ise geleceği düşünüyor, ama Kürtlerin duygusuna uzak olduğu için çok mekanik kalıyor. BDP’deki eksikliğin hissedilmesi çok önemli. Yani sadece BDP’li arkadaşlar sokak gösterilerine destek. Kamera karşısında sert ve güçlü mesajlar ya da cenaze törenlerinde halkla bir araya gelmenin haricinde kameralardan uzak sofralarda da insanlarımızla bir araya gelmeli, ekmeği paylaşmayı öğrenmeli. Tarladaki kadının terini silebilmeyi, emeğin ne olduğunu anlayabilmeyi, eşeksırtında eve su taşıyan teyzenin testisinden bir bardak su içmeyi bilmeli. BDP’nin dikkat edeceği bir önemli husus da kapalı kapılar ardında olumlu, Kürtlere yönelik kameralar önünde ise bunun tam tersi olan gerilim dilinden vazgeçmeli. Yani içeride başka, dışarıda başka konuşmamalı.”
Durum gerçekten de çok ciddidir. Doğrusu, galiba Zana’nın ağzından çıkanın kulağı hiç duymuyor. Zamanlaması bakımından da dikkat çekicidir. Beşir Atalay’ın yaptığı ‘teslim alma’ çağrılarının hemen ardından bunların söylenmesi oldukça önemlidir. Leyla ne söylediğinin farkındadır, her şeyi çok bilinçli ve planlı bir biçimde söylüyor. Çünkü ABD, Barzani ve Talabani böyle buyurmuşlardır. Emir büyük yerden, ne diyelim.
Açıkça belirtelim ki, Leyla Zana, içine girdiği bu pozisyonla, çok büyük bir komplonun içinde yer alıyor gibime geliyor. Yani Leyla Zana üzerinden devreye konulan bu plan ve projenin özü; daha önce fiyaskoyla sonuçlanmış olan Kemal Burkay operasyonun bir versiyonudur. Tabi bunun başarı şansı çok daha zayıftır. Zira eskilerinin bir kopyası ve ya karikatürü türündendir. Biz bu filimi daha önce de, Osman ve Botan ikilisi gibi zavallıların somut yaşamları üzerinden görmüştük, izlemiştik. Hiç kuşkusuz ki, belki Leyla’ya denilen çok inandırıcı hususlar olmuştur. İleri sürülen bunca vaat ve verilen çokça sözler de söz konusu olmuştur. Örneğin belki de bizzat İmralı’dan, Sayın Öcalan’dan vs. sözüm ona kimi haberler, mesajlar da getirilmiştir. Yani kısacası bu türden kimi entrika hamleleri de söz konusu olmuş olabilir. Yalınız ne olursa olsun, bu işin arkasında çok büyük bir hile ve entrika olduğu muhakkaktır. Sömürgeci ve emperyalistler bunu iyi kotarmışlardır. Şahsen bundan asla hiçbir kuşku duymuyorum.  İşte bunun için de, bu,  çok ciddi bir durumdur ve mutlaka üzerinde durmak gerekiyor. 
Özellikle BDP’nin iki yüzlülük yaptığını ve içerde başka dışarıda başka konuştuğunu iddia etmesi, tam bir provokatör pratiği ve ibret vesikasıdır. Şayet Leyla’nın dediği ve ileri sürdüğü bu iddialar doğruysa, besbelli ki BDP’liler,  halka karşı çok büyük bir ikiyüzlülük yapıyorlar ve bana göre derhal da istifa etmelidirler. Ama yok, eğer Leyla Zana iftira atıyorsa, tabi ki bu durum ve halde de BDP, bu terbiyesizliğin gereğini Leyla’ya layıkıyla bildirmesini bilmelidir. Bu tür konularda her kes ama herkes, mutlaka Kürdistan halkının emeğine ve değerlerine saygılı olmak zorundadır. Çok hassas bir tarihi süreçten geçildiği bu günlerde, halkımızın moralini bozmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Oportünistlik yapmayıp, doğruyu söyleyecek olursak Leyla’nın bu girişimleri ihanetle eşdeğerdedir.
Hele özellikle bu arada Diyarbakır’ın efsane ve halkın sembolik önderi ve de Kürdistan davasının rehini, esiri durumunda olan Hatip Dicle’yi çok iyi düşünmek ve anmak gerekiyor. Gerçekten de onu düşünmenin ve anmanın tam zamanıdır. Acaba ta o günden bu güne ayarlı bir sömürgeci plan mı vardı? Biliniyor ki,  sömürgeci Türk-AKP ve onun faşistçe bir darbesiyle, hak gaspıyla yerine milletvekili yaptığı bir onurdan mahrum Oya Eronat gerçekliği vardır. Bunun arkasında da Erdoğan’ın olduğu çok iyi biliniyor. Bu gerçekliğe rağmen, şimdi Leyla Zana kalkmış AKP’yi ve Oya Eronat’ı hem meşru gösteriyor ve hem de üstelik onu BDP’lilerle ayni değerler kefesinde resmediyor, böyle bir karşılaştırma yapıyor.
Açık ki Leyla’nın, BDP’lilere yönelik yaptığı bu ithamlar çok büyük bir akıl dışılıktır, vicdansızlıktır. Fakat ne yazık ki, güya Leyla Zana şimdi bunu bir ustaca politika yapmak adına kotarıyor ve yapıyor. Adeta elbirliği etmişçesine tüm Türk basının da bu çıkışı olumluyor, destekliyor ve sahip çıkıyor. Bu bile başlı başına çok manidardır.
Her şeyden önce bu tutum ve duruş, hem politik hem de ahlaki olarak en başata Hatip Dicle’ye karşı bir yoldaşlık terkidir ve ona karşı sırtını dönme hareketini içeriyor. Herkes de bunun çok iyi farkındadır, bilincindedir. Peki, buna rağmen neden Leyla Zana, Hatip Dicle’yi satı ve Oya Eronat’ın lideri Erdoğan’a inanmaya ve güvenmeye başladı? Bu ileri günlerde çok daha net ortaya çıkacaktır. Ne diyelim, işte burası Türkiye.
Bu vesileyle bir kez daha Sait Rıza’yı saygıyla ve nimetle anmak gerekiyor. Çünkü Sait Rıza’nın bu vasiyeti, her Kürdün beyninde ve ruhunda mutlaka baki olmak zorundadır. Dediği şudur; “Ben sizin hilelerinizle baş edemedim, bu bana ders olsun, ama bende sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun.” İşte bu tarihi değerde ki deyişini asla ve hiçbir zaman unutmayalım. Dolaysıyla şimdi bu ruhun ve vasiyetin sembolik temsilcisi olarak bizzat Hatip Dicle’yi görmek gerekiyor.
Bütün bunların politik arka planında veya merkezinde ABD’nin olduğunu sağır sultan bile biliyor. Hiç kuşkusuz ki,  Leyla Zana’ın, tüm bunlardan bağımsız olduğunu ben de düşünmüyorum. Bunlar, Avni Özgürel’in Qandil kâşifi, CHP’nin çıkışı ve Barzani ile Talabani hattı üzerinde yaşananlardır. İlerde de bu konuları irdelemeye devam edeceğiz.
Cemil Kılıç
16.06.2012

19 Haziran 2012 Salı

Erdoğan’ın Çizgisi ve Leyla Zana

Türk Başbakanı Erdoğan 2009 yılında gazetecilerin: DTP ile görüşür müsünüz? sorusuna karşılık; Eğer DTP, Bulgaristan Hak ve Özgürlükler Partisi “çizgisine” gelirse onlarla görüşürüm, demişti. DTP, Erdoğan’ın bahsini ettiği çizgiye gelmedi ve bir dönem Sayın Ahmet Türk’ün yumruklanması ve DTP’nin kapatılmasıyla son buldu.
Bu süreç içerisinde Erdoğan, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile bir görüşme gerçekleştirdi. Fakat Erdoğan bu görüşmeyi Türk Devletinin Başbakan’ı değil AKP Genel Başkanı sıfatıyla gerçekleştirmişti. Yani devletin yetkili organı adına değil bir parti olarak..! -Zaten ileride artık Devlet, AKP olacaktı. Fetullah Gülen istihbarat örgütü AKP’ye can suyu olup Türk Devletinin her hücresinde yer almasına yardımcı olacaktı ve öyle de oldu-.
Aslında ta o zamanlar şimdi Sayın Zana’nın “desteklemek, onlara yanlarında olduğumuzu hissettirmek, teşvik etmek, bu işi en güçlü olan Erdoğan çözer” dediği işin (demokratik açılım-Kürt sorunu) içinin boş ve oyalamadan ibaret olduğu belliydi!
DTP kapatıldı ve derken BDP siyaset sahnesindeki yerini aldı. AKP Devleti gizliden gizliye BDP’nin kongrelerine de müdahale etmeye çalıştı ve tıpkı Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlıda kendi vekillerinden oluşan “Kürdistan valileri” gibi kendi zihniyetini BDP’nin içerisine yerleştirmeye çalıştı. En azından biz bu müdahalenin tutmadığını KCK operasyonlarına verilen içerdeki sızmaların istihbari bilgileri dışında, bir “çatlak” olmadığından biliyoruz.
AKP Devleti Kürt hareketini bölmek, parçalamak, duyguda kopuş ve çelişki yaratmak için BDP ile devam ettirdiği “çizgiye çekme” saldırı konseptinde önce, Kürt halkının gönlünde büyük bir yeri olan Şıwan Perwer’i devreye aldı. Ardından ülke içerisinde BDP geleneğinden olmayanları Kürt aydını diye Kürdistan ve Türkiye kamuoyuna yutturmaya çalışarak bununla paralel Türk medyasında servis etti. O da tutmayınca Sayın Öcalan ve PKK’nin -Kürt halkına kan kusturan- “Jitem ve Ergenekonla ilişkisi var”, denilerek “Çürükler” konuşturuldu. Olmadı ta Avrupalardan “bir kedisi bile olmayan” sesini kendisine bile duyuramayan Kemaller ihraç edilerek, Kürt halkı ve hareketi arasında çelişkiler yaratılmaya çalışıldı.
Tabi bunlar arasından belki de en etkili olacağı düşünülen isim ve bu defa kesin tutar gözüyle bakılan Sayın Şıwan Perwer’di. Şıwan’ı nasıl ikna ettiler, onu çizgiye (!) nasıl çektiler bilmiyorum ama onun bu çıkışı “etkili ve başarılı olmadığı” gibi, onu seven milyonlarca Kürdü de adeta yasa boğdu.
Bizler Kürt halkı ve Özgürlük hareketinin, önce Kemalist ardından Yeşil-Kontra devletinin bu ve buna benzer pratikleriyle on yıllardır karşılaştığını biliyoruz. Kürt halkı, “Erdoğan’ın istediği çizgiye” gelmeyeceklerini ve Kürt özgürlük hareketi, Önderliği ve çizgisine bağlı olduklarını, hem ölüm pahasına serhıldanlarıyla rejim güçleriyle çatışmalarında, hem de zindanlara rağmen yılmaz inançlarıyla her fırsatta sergileyip dile getirdiler.
Ancak tüm bunlara rağmen AKP Devlet zihniyeti pes etmedi ve bu defa da sözüm ona Sayın Leyla Zana üzerinden Özgürlük Hareketini sıkıştırma, çelişki yaratma ve bunun üzerinden güvensizlik yaratarak psikolojik baskı ile oyalama, halkları boş umutlara sevk etme ve imkâna göre bir çatlak oluşturma niyetindeler.
Tabi Sayın Zana’nın Erdoğan’a güç verici, BDP, PKK ve Sayın Öcalan’a “basit yaklaşıcı” söylemleri, diğer “ihraç ürünlerinin” söylem, konum ve pratiklerinden farklı okunuyor. Sayın Zana diğerleri gibi BDP ve geleneğinin dışında değil tam kalbinde ve üstelik BDP’li bir vekil. Her ne kadar son zamanlardaki çıkış ve duruşu soğuk ve BDP içinde “özerk” bir profil çiziyor gibi görünse de, onu diğer sözde Kürt aydınlarından farklı kılan yanı hem uzun yıllar Özgürlük hareketinin içerisinde ve BDP’li vekil oluşu ve hem de aynı Sayın Şıwan Perwer gibi Kürt halkının gönlünde çok büyük bir yeri olması.
Kürdistanlı bir Kürt yurttaşı olarak ben şahsen Sayın Leyla Zana gibi birisinin Kürt halkı, Hareketi ve Önderliğine sırt dönerek Roboski faili Başbakan Erdoğan’ın safında yer alacak kadar alçalacağını düşünmüyorum. Hem on yıllarca zindan yatmış büyük bedeller ödemiş birisinin böyle bir pratik içerisine gireceğini ve bizler tarafından bir çırpıda silinip atılacağını da düşünmek istemiyorum.
Ancak aklıma takılan bir şey var! Onu da paylaşmadan yazıyı sonlandırmayacağım.
Hani Erdoğan Başbakan değil de AKP genel başkanı sıfatıyla Sayın Ahmet Türk ile bir görüşme yapmıştı… Görüşme öncesi Erdoğan; Eğer DTP, Bulgaristan Hak ve Özgürlükler Partisi çizgisine gelirse onlarla görüşürüm demişti… Sonra DTP çizgiye gelmeyip kapatılmıştı… Ardından BDP de –hala- çizgiye gelmesi için çok zorlanmış, gelmemiş ve en üst düzeyde KCK operasyonları adı altında yürütülen siyasi soykırım operasyonlarında tüm üye, seçilmişleri, belediye başkanları ve milletvekilleri tutuklanarak zindanlara hapsedilmiş ama diğerleri gibi bu defa BDP kapatılmadı ya! Hani kapatarak değil de açık bırakarak ama içini boşaltmak için de ellerinden geleni yaparak süreci devam ettiriyorlar ya. Hani Kürt sorunu var deyip çözmemek gibi... Kürt “yok” demek tutmayınca, bu defa “var” ama öyle kalsın, sürünsünler pratiğinde olduğu gibi...
İşte tam burada bir “çizgi meselesi”, Özgürlük Hareketini “Erdoğan'ın istediği çizgiye” çekme istemi var. BDP çizgiye gelmedi tamam ama açıkçası Sayın Zana’nın açıklamalarına objektif yaklaşıldığında ortaya çıkan tablo, hani biraz “çizgiye gelme” kuşkusunu uyandırmıyor da değil! Sayın Zana’nın açıklamasının her yanı açık; yani birkaç yorumu beraberinde barındırıyor. Buna kimileri bir taktik, kimileri özgürlük hareketine arkasını döndü, kimileri de Leyla Zana saf, iyi niyetli ve biraz da cahil, olarak bakıyorlar. Dolayısıyla olgunlaşan bir tartışmadan sonra Sayın Zana’nın çıkıp ikinci bir açıklama yapması ve Kürt halkını da rahatlatması gerekiyor.
Son olarak Sayın Leyla Zana'nın; Erdoğan ile görüşebilirim ve Erdoğan'ın da; teklif gelirse görüşürüm, diye yanıt vermesi Zana'nın, Bulgaristan Hak ve Özgürlükler Partisi “çizgisine” geldiğinin işareti ve BDP'yi de bu çizgiye çekme isteği olarak yorumlanabilir mi? bilmiyorum ama acele etmememiz gerektiğini düşünüyor ve Sayın Zana’nın ikinci açıklamasıyla da birkaç güne kadar zaten her şeyin netleşeceğini umut ediyorum.
18.06.2012
Mehmet Serhat Polatsoy
Not: Eğer Sayın Leyla Zana önümüzdeki günlerde Hürriyet’e yapmış olduğu açıklamayı hakikat temelinde bir netliğe kavuşturmaz ve yine bu temelli pratikle sonuçlandırmazsa, kafamdaki soru işaretlerinden kaynaklı taşlar daha bir yerli yerine oturacağından bu konuda ikinci ve hatta üçüncü bir yazı yazma gereksinimi doğacaktır.

12 Haziran 2012 Salı

Süreç Öcalan’ın Suriye çıkış sürecidir!

Gelinen mevcut süreci; 2009 yılı Nisan ayında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Kürt sorunu konusunda iyi şeyler olacak” sözü ve ardından DTP’nin kapatılarak yöneticilere siyasi yasak getirilmesi ve bugün BDP’ye yönelik baskılardan ve siyasi soykırım operasyonlarının başladığı günlerden itibaren ve bugün yine Beşir Atalay tarafından “Kürtçe dil konusunda” falan filan diye kendisinin dahi içeriğinin ne olduğunu bilmediği yeni süreçten doğru yorumlamaya kalkarsak gelinen sürecin, 3 yıl öncesine dönüp bir tekrardan ibaret olduğunu görürüz.
Tekrar sadece siyasal alanda değil, askeri ve psikolojik anlamda da bir dejavu halidir. Bunun en büyük göstergesi Kürdistan’da yürütülen askeri operasyonların bir üst aşamaya geçmesiyle oldu. Buna göre PKK gerillalarına dönük yürütülen hava ve kara operasyonları devam etmekle birlikte, nokta operasyonları, kontra birlikler ve insansız hava araçlarının yer tespiti sonrası Roboski ve benzeri sivil ölümlerinin de yaşandığı kimyasal saldırılar ile de bu durum derinleştirildi.
Bir tekrar var ki o da Sayın Öcalan’ın Suriye çıkış ve esir alınma süreci ile PKK’nin ‘teslim alınmak istenmesi” süreciyle olan benzerliği…
On üç yıl önceyi hatırlayacak olursak; o dönemde de Ortadoğu’da (Öcalan’ın çıkışıyla ertelenen) bir kaos süreci vardı, şimdi de. O dönem de de uluslararası sömürgeci güçler Öcalan’ın yakalanması için devredeydi, şimdi de Kandil’in boşaltılması ve PKK-KCK Başkanlık Konseyi üyelerinin teslim alınması için devredeler. O dönemde de Kürt işbirlikçiler vardı, şimdi de.  O dönemde de YNK, KDP ve Mesut Barzani vardı, şimdi de… O dönemde olmayan Neçirvan Barzani de bu döneme yetişerek, rolünü almışa benziyor!
Son günlerde Beşir Atalay’ın tekrar sahnelenmesi boşuna değildir. Türk Başbakanı Erdoğan ve Beşir Atalay’ın Güney Kürdistan hükümet ve liderleri adına söylediği sözlerin Kürt halkı tarafından kabul edilebilirliği yoktur. Kaldı ki KCK Siyasi Komitesi de; İrademiz dışındaki her karar yok hükmündedir, diyerek, “ilgili çevrelerin AKP yetkililerinin söylemlerinden kaynaklı bir cevap vermesi gerekiyor, halkımız bunlardan bir cevap bekliyor”, diye TC yetkililerinin söylemleri nedeniyle Güney Kürdistan’dan bir yalanlama veya doğrulama istedi.
Erdoğan, bir televizyon programında öyle bir şey söyledi ki iddia ediyorum Erdoğan’ın insanın kanını donduran bu sözleri herkesin ama herkesin dikkatinden kaçtı. Erdoğan sarf ettiği söz ile adeta Sayın Mesut Barzani’yi dönemin, TC Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in yerine koydu.
Erdoğan’a sorulan; ''Mesud Barzani ve Neçirvan Barzani ile ikili görüşmeleriniz oldu, bakanlarınızın görüşmeleri oldu. Bugüne kadar ki taahhütlerinden, sözlerinden, imzalanan çerçeve anlaşmasının ötesinde Türkiye ile işbirliği konusunda daha somut öneriler, vaatler geldi mi size?'' yönündeki bir soru üzerine Erdoğan; ''Olumlu gelişmeler var. Başta Mesut Barzani olmak üzere kendileriyle burada, orada yaptığımız görüşmelerde olumlu adımları her ne kadar istediğimiz noktada değilse, terör açısından da ama belli olumlu adımlar atılıyor'' diyerek cevapladı.
Yine Erdoğan’a sorulan bir başka soru da; ''Barzani ile temaslar, Kandil'in sökülmesi gibi güvenlik politikalarını da içeriyor mu?'' üzerineydi. Erdoğan’ın bu soruya verdiği yanıt ise yine insanın tüylerini diken diken eder nitelikteydi.
Erdoğan; ''Barzani bir defa bu işlerden çok rahatsız, ben söylediklerini söylüyorum. Onlar da “artık sabrın son demlerini” oynuyorlar. 'Biz bundan rahatsızız' diyor. Hatta biliyorsunuz, Ulusal Kürt Kongresi'ni toplama niyeti de sadece bundan dolayıdır. Ve 'Biz silahı bırakmalarını kendilerinden isteyeceğiz, çünkü Türkiye ve bizim aramızda herhangi bir sıkıntı olamaz, olmamalı. Bunu ortadan kaldırmalıyız, bununla ilgili atılması gereken her türlü adımı biz atacağız' diyerek Mesut Barzani’nin ağzıyla konuştuğunu belirtti.
Düşünebiliyor musunuz Mesut Barzani; Biz artık sabrın son demlerini oynuyoruz, demiş!
Erdoğan’ın “Başbakanla Gündem” programında söylediği bu sözlerin üzerinden günler geçmesine rağmen ne Güney Kürdistan ve KDP yetkililerinden ne de direkt Sayın Mesut Barzani ve Neçirvan Barzani’den bir tekzip gelmedi.  Açıkçası Erdoğan’ın hem Neçirvan Barzani ve hem de Mesut Barzani ile ilgili söyledikleri yenilir, yutulur şeyler değildir. Umarım yalan ve çarpıtmadır, diyor ve sonuca gelmek istiyorum.
Şuanda yaşanan süreç ile 13 yıl önceki süreç aynı! Sayın Öcalan’ın Suriye’deki günleri, sonra çıkması ve esir alınmasıyla, PKK’yi çıkarıp, teslim almak istenmesi süreci aynı. Hatta aktörlerin dışında bütün söylemler de bire bir aynı; hala tekzip gelmemesinden dolayı işin ilginç yanı da bu defa “sabrı tükenen” bir TC Komutanı değil Güney Kürdistan Federe Devlet Başkanı ve bir Kürt olan Sayın Mesut Barzani..!
Eğer dün 1998 uluslararası komplonun başlangıcı sürecinde yaşananlarla şimdinin benzer olan yanları… Ve olmasını hiçbir zaman istemeyip uzak ihtimal olarak gördüğüm (ancak Erdoğan’ın sözlerine rağmen Güney’den tekzip gelmemesi nedeniyle) “Birakujî’ye doğru evirilebilecek Güney Kürdistan’ın süreci susarak izleme politikası ve sömürgecilerin yanında yer alma belirtileri birkaç güne kadar yine bu temelde yaşanmaya devam ederse… Çok değil birkaç haftaya kadar “Kandil’e dönük nokta operasyonları” yapılabilir ve şiddetli çatışmalarla hem Kürdistan ve hem de Türkiye yangın yerine dönerek bir iç savaş da yaşanabilir! Sürecin kolonyalistlerin isteği temelinde son bulmaması Kürt Özgürlük Hareketinin her alanda etkin ve sonuç alıcı direnişiyle Kürt halkının “Ulusal Konferansın” tez elden yapılmasıyla ilgili taraflara baskı kararlılığına bağlıdır. Dün olduğu gibi bugün de Kürt halkının ilk ve tek gündem maddesi “Ulusal Konferansın” toplanması ve hakikat temelli sonuç alınarak ortak Kürt politikası oluşturulması olmalıdır.
11.06.2012
Mehmet Serhat Polatsoy

9 Haziran 2012 Cumartesi

Erdoğan ve Gülen’in BİMCELL İstihbarat Servisi

Türk Başbakan’ı Erdoğan’ın oğlu tarafından 2008 yılında Cüneyt Zapsu’dan alınan BİM marketler zinciri her yıl daha fazla büyüyerek ülkede adeta küçük esnafı iş yaptıramaz hale getirdi. Gıda ve sayısız birçok sektörde faaliyet yürüten ve gemiciklerle ünlü oğul Erdoğan şimdi de hızlı bir şekilde iletişim sektörüne giriş yaptı. Bu sektörü diğer iş alanlarından ayrı kılan ve bizi ilgilendiren yönü, işin istihbari yönüdür. Çünkü bugün her bir GSM operatörü, bir Echelon gibi olmasa da bütün her yere dağıtmış oldukları ağlar sayesinde istedikleri kişinin yer tespiti ve dinlemesini kolaylıkla yapabiliyorlar. Bu işlemin ne denli ahlak dışı ve yine ne kadar kolay yapılabildiğini en son basına da yansıdığı kadarıyla ortaya çıkan Turkcell ile AKP iktidarının işbirliğiyle öğrenmiş olduk. KCK adı altında yürütülen operasyonlarda tutuklananların büyük bir bölümü telefon dinlemelerinden dolayı oldu. Çünkü tutuklananların büyük bir bölümü Turkcell kullanıcısıydı! Polis ve Savcılar iddianame hazırlar ve ilgili kurumlara verirler; bu ilgili kurumlar da direkt Turkcell’in merkezine bilgi vererek, ilgili kişilerin dinlenmesini sağlarlar, böylece tutuklanmalar yaşanır. Bir telekomünikasyon şirketi olan Türkcell’in AKP iktidarının polis ve savcılarıyla işbirliğine giderek KCK adı altında yapılan tutuklamalarda büyük rolü olduğunu gördük.
Nasıl 2002 öncesi TC Devletinin hükümet sözcüleri kendi basın-yayın ağlarını oluşturup iktidarlarını daha bir sağlamlaştırmak istemişlerse, şimdi de AKP iktidarı diğer hükümetleri de sollayıp bir Tansu Çiller’i dahi aşarak hem kendi “askeri birlik ve hem de istihbarat” kuruluşlarını; hem resmi ve hem de devlet içinde devlet yapılanmasına giderek oluşturmak istemektedir.
Türkiye’de Devlet içinde devlet olarak faaliyet yürütenler olarak göze çarpanların başında Cemaat lideri Fettullah Gülen ve AKP lideri Erdoğan geliyor. (Devlet içinde devlet derken; mevcut devletin katliamcı zihniyetini perdelemiyoruz. Mesele Kürt ve Kürdistan oldu mu devletin ta kendisi de olsa, devlet içinde devlet de olsa politika değişmiyor. Şuanda devlet Fetullah Gülen ve Erdoğan’dır. Hani yarın diğer gün olur da devlette söz sahibi olamazlarsa diye, şimdiden kendi içlerinde özel ekipler kuruyorlar). Fetullah Gülen, ABD eliyle girdiği dünyanın her ülkesine okul açarak hem oralarda misyonerlik çalışması yürütüyor ve hem de öğretmen ve ticaret erbapları eliyle o ülkelere dair istihbarat topluyor.
Fettullah Gülen şimdilerde çok güçlü ve geniş ağı sayesinde de adeta bir Echelon Ağ servisinden farksız-eksiksiz faaliyet yürütüyor. Diğer iktidar güçleri gibi Erdoğan ve Gülen cemaatinin de geleceğe dönük ciddi hesapları olduğu biliniyor. Bu gizli hesapların başında “Özel Tim ve Özel İstihbarat Servisi” geliyor.
Sanırım AKP iktidarının ikinci dönemiydi ve bir CHP’li vekil AKP’nin tamamı “örtülü ödenekten” karşılanmak üzere, Erdoğan’ın kendisine ait bir “Özel Tim” ve “Özel İstihbarat Birimi” kurduğunu iddia etmişti. Bu iddia TBMM’ye taşındı ve AKP yetkilileri tarafından ne samimi bir cevap verildi ne de bu konu CHP tarafından bir daha gündeme getirildi! Buna göre geçen yıl kurulan “Özel Birlikler” içinden en seçkin bir birlik kurularak işin “Özel Tim” ayağı da sessiz sedasız tamamlanmış oldu. Diğer taraftan ise işin “Özel İstihbarat” yanı da, BİMCELL ve ‘hizmet’ adı altında dünyanın her bölgesinde faaliyet yürüten “Hafiyelerle” tamamlanmışa benziyor. Geriye sadece Türkiye ve Kürdistan’daki diğer GSM operatörlerini saf dışı bırakmak ve vatandaşları BİMCELL’e mecbur kılarak her bir bireyin hareket ve ne konuştuğunu bilmek kalıyor.
Şimdi Soru; Şuanda bütün dünyanın her yerinde geniş istihbarat kurumları olan bir örgüt ve yine Türkiye’de bütün devlet imkanlarını elinde bulunduranlar neden daha fazla ve bağımsız istihbari çalışmalar içerisine girmek isterler?
Demek ki Fetullah Gülen ve Erdoğan’ın bir İmparatorluk hayalleri var ve bu hayaller ve iktidarda kalmanın da yolunun ancak bir “askeri özel birlik ve istihbarat ağı” ile mümkün olabileceğini düşünüyorlar. Aslında doğru (!) düşünüyorlar; istihbarat bir iktidar için olmazsa olmazdır.
***
Bir krallık, imparatorluk, devlet ve yöneteni için istihbaratın önemi ve gerekliliği, tartışma götürmez bir gerçekliktir. Öyle ki istihbarat bir iktidar için olmazsa olmaz kabilindedir. İstihbarat günümüz teknolojisinde olduğu gibi geçmiş tarihlerde de hep üzerinde önemle durulması gereken bir stratejik alan olarak zaferlerin tamamlayıcısı olagelmiştir. Dünyadaki her yönetim, sistem ve kurumun ilk olarak binlerce yıl öncesinde “hafiyelerle” yürüttüğü istihbari faaliyetler bugünlerde süper güçler tarafından, “Echelon Ağı” ile uydu üzerinden hem tek tek bireyleri kontrol amacıyla ve hem de istenilen tüm devletlerdeki bilgileri elde etmek sureti ile kullanılmaktadır.
Devletler hem iç hem de dış istihbarat için ya devlet ve kurumlarına bağlı veya sadece iktidardaki kişi veya zümreye bağlı olarak hem iletişim ve hem de askeri anlamda istihbarat elemanlarından oluşan “özel askeri-istihbari birlikler” kurarlar. Bu birlikler bir taraftan ya demir yumruk ile ülkeyi yönetenlerce, ya da diğer taraftan direkt devlete ait birlikler olarak faaliyetlerini yürütürler. Amaç, hem kendi iktidarlarına karşı faaliyet yürütenler için içte ve hem de diğer devletlerin işleyişlerinden bilgi sahibi olmak ve yine onlardan gelebilecek tehlikelere karşı önceden bilgi sahibi olup ona göre tedbir geliştirmek amacıyla dışta, yine hem günümüz teknolojisine başvurmakta ve hem de binlerce yıl önceki hafiye sistemleriyle ulaşabildikleri bilgileri istihbarat servislerine taşımaktadırlar.
Bir devlet ve iktidar için istihbaratın önemi, hem Filozof ve hem de bir Komutan olan Çinli Sun Tzu tarafından şöyle özetlenmiştir; Bilge hükümdarlarla iyi bir komutanın kolaylıkla savaş kazanıp zafere ulaşması istihbarata bağlıdır. Yine Napolyon Bonapart; İyi bir mevkide konuşlandırılmış bir casusun temin edebildiği bilgi ve haberlerin, bazen birkaç tümen askerden daha fazla önem arz ettiğine, dikkat çekerek, aslında istihbaratta nitelin niceliğe olan üstünlüğünü belirtmişti.
Şimdi de dikkatinizi Nizamülmülk’ün istihbarat için öne sürdüğü yöntem ile günümüz Gülen Cemaatinin kullandığı yöntem ve işleyişine çekmek istiyorum.
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın veziri ve aynı zamanda devlet adamı bir Acem olan Nizamülmülk’ün eseri olan Siya-setname’de Nizamülmülk; Dünyanın dört bir köşesine tüccar, seyyah, sufi, eczacı ve derviş kılığında casuslar gönderilmeli, diyor.
İlginçtir!
Şuanda da Fetullah Gülen cemaatinin çalışma şekli tam olarak ve eksiksiz Nizamülmülk’ün önerdiği çalışma sistemidir. Fettullah Gülen Cemaati hizmet adı altında; Dünyanın dört bir köşesine bugün ki tüccar, seyyah, sufi, eczacı ve derviş görevi gören kılıklara bürünmüş ajan/casuslar göndermektedir. Hatta Gülen cemaatinin istihbari faaliyetleri ve elde ettikleri bilgileri ABD ile paylaştıklarını öğrenen kimi ülkeler bu cemaate ait okulları kapatıp üyelerini de sınır dışı etmişlerdir.
Yine Erdoğan’ın ilham aldığı Sultanlardan olan Osmanlı Sultanı II. Abdulhamid, istihbaratın önemini anlamış ve kendisine bağlı “Yıldız İstihbarat Teşkilatını” kurmuştur. Abdulhamid bu teşkilatı kurmasının nedenini devlet güvenliği ve iktidara bağlayarak; Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri Vezir ve Sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet güven içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir istihbarat teşkilatı kurmaya bu düşünce ile karar verdim, demiştir.
Evet!
Ne hikmetse Fettullah Gülen’e bağlı Işık evleri ve Işık üniversitelerinin isim ve bir kısım faaliyetleri de bir nevi bu teşkilatın faaliyetlerini yansıtmaktadır.
İstihbaratın her iki yönü olan hem bilgi ve hem de askeri amaçlı birlikler Çavuşesku tarafından da kurulmuş ve Securitate adı bu birliklerle Çavuşesku, ses getiren pratikleriyle bir döneme damgasını vuran kişi olarak tarihin karanlık sayfalarına geçmişti.
Şimdi de öyle görülüyor ki Fetullah Gülen ve Erdoğan tarihin karanlık sayfalarına geçmek istiyorlar. Sanırım onları tarihe taşıyacak olan planlar dâhilinde kurulan ve bir devlet için gerekli olan; denetimine geçmiş Ordu/Özel Tim/İrşat Timleri ve yine denetimindeki MİT ve Özel İstihbarat ekipli BİMCELL’de çoktan kurulmuşa ve faaliyetlerine başlamışa benziyor. Bu askeri ve istihbari karakterli örgüt sadece Kürtler için değil aynı zamanda Türk ve diğer halklar ve hatta bölge ülkeler için de büyük bir tehdittir. Özellikle Kürt halkının BİMCELL’den uzak durmaları kendi lehlerine olacaktır.
09.06.2012
Mehmet Serhat Polatsoy

8 Haziran 2012 Cuma

PKK direnişini Neçirvan ve CHP mi kıracak?

Aklım almıyor!
Kış boyunca bu kesimler neredeydi?
Çok gerilere gitmeden belirtmek gerekirse; 2011’in sonbaharından başlayan ve kış boyu devam eden askeri operasyonlar olurken… On aydır PKK önderliği tecrit altındayken… Son teknolojik silahlarla ve üstüne üstlük savaş suçu işlenip kimyasal kullanılarak en alçakça saldırılarla Gerillalar yandırılır ve paramparça edilirken… Roboski katliamı ve ilkbahara değin yüzlerce gerilla ve halk Türk ordusunun namlu ve teknolojik canavarlarının hedefi haline gelip toprağa düşerlerken… Hala devam eden ve On bine yaklaşan BDP’li seçilmiş, üye ve çalışanlar zindanlara doldurulurken acaba, Sayın Neçirvan Barzani ve CHP neredeydi?
Kimse savaşların yaşanmasını ve insan ölümlerini onaylamaz; biz de onaylamıyoruz. Ancak ortada bir tezgah var ve bu tezgahın boyutları tahmin edilemeyecek kadar geniş çaplı ve içerisinde bırakın uluslararası sömürgeci güçleri ve bu yeni konsept ile yine “yeni bir gömlek giydirilmek istenen CHP’yi”, maalesef Güney Kürdistan yönetimi de var gibi! Öyle bir tezgah ki bugün gördük; Erdoğan-Barzani görüşmesi sonrası Federal Kürdistan Bölgesi seçimleri dahi “süresiz bir tarihe” ertelendi. Sakın kimse “ne ilgisi var” demesin!
Bu güne değin Kürt isyanları hep yerel işbirlikçi hain ve alçakların sömürgecilerle olan beraberlikleri nedeniyle kanlı bir şekilde bastırıldı. Sömürgeciler maalesef Güney yönetimini kullanmak istiyorlar; Ben şahsen Güney’in böylesi bir hataya düşeceğini ve sömürgeci oyununa alet olacaklarını düşünmüyorum; fakat diğer taraftan Güney yönetiminin sömürgecilerin niyetlerinden haberdar oldukları da her hallerinden belli olmuyor, değil! Açıkçası Kürt Ulusal konferansın sürekli olarak ertelenmesini de planın bir parçası olarak görüyor ve bundan dolayı ürkmüyor da değilim!
Sömürgeciler dün olduğu gibi bugün de Kürtleri kullanmak istiyor; kimisini oyalayarak kimisini üç-beş Dolar ve Euro ile teslim alarak, kimisini de böyle Kılıçdaroğlu gibi aslını inkar ettirip CHP gibi bir partinin başına koyup günü geldiğinde kullanarak…
Döneminde isyan önderi ve Kürt halkının liderleri olan Abdurrahman Paşa, Mir Bedırxan, Alişêr, Seyit Rıza, Şêx Sait, Melle Mustafa Barzani ve diğerlerinin mücadelelerinin, ruhunu satmış alçakların sömürgeci uşaklığından kaynaklı başarıya ulaşamadığını her bir Kürdistanlı bilir. Ondan dolayı ABD ve TC’nin Güney üzeri PKK’yi sıkıştırma girişimlerine bu temelde bakmak gerek, diye düşünüyorum. Diğer taraftan temennimiz Güney’in, böylesi bir oyuna alet olmamasıdır.
Sömürgeciler her fırsatta diğer Kürt güçleri gibi PKK hareketinin de içini boşaltmak, mevcut devrimci yapısını bozmak, halktan koparmak ve marjinalleştirmek için her türlü çaba içerisine girmiş ve diğer isyanlarda kullanmış olduğu strateji ve taktikleri Öcalan önderlikli PKK hareketinde de pratikleştirmişlerdir; ancak bu defa yanılmışlar ve tüm planları PKK hareketinin direniş kalelerine çarpıp pasifize olarak geri dönmüştür. Çünkü PKK milyonlarca halkın desteğini alan bir direniş hareketidir.
Gelinen sürece bakacak olursak Sömürgeciler, PKK direnişini kırmak ve teslim almak için siyasi soykırım dalgasına önce DTP ile başladılar. Ardından tutmayınca Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan’a karşı İmralı’da onur kırıcı ve ahlaktan yoksun pratikler içerisine girdiler. Bu oyun Sayın Öcalan’ın doğal ama görülmemiş insanüstü direnişi nedeniyle sömürgecilerin bir dönemi daha başarısızca kapatmasına neden olmuştur. Sonrasında Öcalan ve PKK’nin barış niyetiyle -katliamcı yönü görmezden gelinerek- TC ile yoğunlaşan diyaloglarında bu defa, tekrardan bir aldatmaca olduğu fark edilince Sayın Öcalan sürecin artık bu şekilde ilerleyemeyeceğini açıklayarak geri çekildiğini belirtmişti. “Vay direnen sen misin” diyerek ABD’nin taşeronu Erdoğanlı AKP eliyle Sayın Öcalan tecrit içinde tecride mahkum edilmiş ve hiç bir hukuk kuralı tanımayarak ne aile ne de avukatlarıyla on aydır tek bir görüşme dahi yaptırmamıştır. Bununla paralel olarak yine bir satılmış kişilik adı üzerinden düzmece iddianamelerle Öcalan’ın avukatlarına dönük operasyonlar geliştirilmiştir. Yine DTP ile başlayan siyasi soykırım operasyonları BDP ile devam ettirilmiş ve seçilmiş milletvekilleri, belediye başkanları ve partili yöneticilerinin de aralarında olduğu sekiz bine yakın çalışan zindanlara hapsedilmiştir.
Tüm bu gelişmeler yaşanıyorken Güney yönetimi ve CHP yoktu da, şimdi HPG’nin kararlı ve sonuç alıcı direnişleri sırasında neden varlar?
Kimse bu oyuna gelmemeli!
AKP sıkışmış ve Kürdistan’da meşruiyeti kalmamışken kimse CHP’nin demokratikleşeceği yanılgısına kapılmasın. CHP’nin bu çıkışının AKP’yi kurtarma ve daha fazla halk ve gerilla katliamlarına davetiye olduğu bilinmelidir. CHP’nin bu oyununa alet olmak demek AKP’yi bu düşüş ve sıkışmışlık halinden kurtarmak anlamına gelecektir ki; hele hele CHP’ye “yeni Kemalistler” gömleğini kimse giydirmeye kalkmasın; kimse bunun ardına düşerek Kürt halkını aldatmaya çalışmasın. Kimseler; yok CHP’nin girişimi iyidir; olumludur, tarzından Kürt halkını yeni bir beklentiye sokucu açıklamalara girişmesin. Sonbahar ve kış aylarında olmayan bir CHP’yi kimseler bizlere “yeni” diye yutturmaya kalkmasın. Kim ki CHP’yi samimi görüyorsa işte onlar ABD ve TC’nin planlarına ortak oluyorlar, demektir. Onlar AKP’nin sıkışmış halini kurtarmaya çalışanlarla birlik oluyorlar, demektir. Öyle CHP’nin, Türk meclisindeki parti liderleriyle yapacağı görüşmeye kimse olumlu temelde anlam katmasın; bu CHP’nin 80, 90 ve 2000’lerde de zora giren iktidarları kurtarma politikasıdır; bu görev sömürgeciler tarafından hem resmi ve hem de doğallığında CHP’ye verilmiştir. Bilinmelidir ki CHP’nin bugün ki girişimi üç yıl önceki “demokratik açılım” safsatasının rol değiştirmiş halidir.
Evet AKP düşüşte ve ne Erdoğan’ın ne de AKP’nin Kürd ve Kürdistan nezdinde hiçbir anlam ifade etmediğini en son Amed’de hep beraber gördük. Tam da böyle bir zamanda… Tam da halkın AKP devletini elinin tersiyle büyük bir kararlılık ve inançla ittiği bir dönemde… Tam da HPG’nin aktif ve sonuç alıcı eylemlerinin olduğu bir süreçte, aynı “demokratik açılım” safsataları gibi başlatılan sürece benzer bir süreçte, böylesine girişimlere destek sunmak, “konuşulabilir, tartışılabilir, Kürtler daha önce müzakerelerde kaybetti” tarzından söylemlere girmek, yanılgıdan başka hiçbir şey değildir. Konuşulamaz ve tartışılamaz diyorum çünkü sömürgeciler şimdi de süreci böyle götürmek niyetindeler. Kış ayına kadar bu tartışmalarla Kürt halkını ve hareketini oyalamak niyetindeler.
“Seninki de önyargı ve belki yeni başlayacak bir süreci baltalamak’tır” diyenlere karşı; Sömürgecilerin Öcalan ve PKK’siz gerçekleştirmek istediği BOP planında, Kürd halkı için “böylesi bir süreçte” düşüneceği olumlu hiçbir şey yoktur, derim. Sömürgeci ne yaparsa bu süreçte kendisi için yapacaktır. Demokratikleşme ise, o da sömürgecilerin istediği bir tarzda Yeşil Kuşak teorisyenlerinin istediği bir Türkiye ve Türk yaratımıyla olacaktır. Evet ben sömürgeci ve uşaklarının alayına karşıyım; onun bütün sistemlerinin girişimlerine önyargı ile bakıyorum.
Açıkça söylüyorum; Kim ne derse desin ben, hem CHP’nin girişimini ve hem de dün Erdoğan ve Neçirvan Barzani görüşmesi sonrası Türk medyası tarafından bilinçli bir şekilde “iddia” adı altında servis edilen; “Erdoğan ateşkes mi istedi”, haberlerinin bir tuzak olduğunu ve bu yaz ayında böylesi bir konsept temelinde Kürt tarafı kandırılarak “direniş kırma” gerçekleştirilirse de, önümüzdeki kış ayının hiçbir kışa benzemeyeceğini, sömürgecilerin bu defa Kürd halkına onlarca Roboski yaşattıracağını tekrardan uyararak belirtmek istiyorum.
Dün Sayın Neçırvan Barzani ile yapılan görüşme ve bugün CHP'nin Erdoğan ile gerçekleştireceği görüşmenin özü PKK direnişini kırmaya dönüktür; amaç aktifleşen HPG'yi durdurmak ve Kürt hareketini yeni bir beklentiye koymaktan başkası değildir. Uyarıyorum, TUZAK'tır; bu oyuna gelmeyin.
Demedi demeyin!
06.06.2012
Mehmet Serhat Polatsoy