30 Ağustos 2012 Perşembe

Abdullah Gül’de ‘çip’ mi var?

İnsanlığın başına bela olmuş Kapitalist modernite yürütücülerinin tek derdi, dünya insanlığının üzerindeki hegemonyasını yarattığı liberal ideoloji ekseninde önce korumak ve sonra da ömrünü uzatmaktır. Olmadı eski ideoloji yürütücülerini tek tek sistemden pasifleştirip yenilerini, yine piyasaya sürmektir.
Sistem, kendi programını dünya insanlığına kabul ettirmek için ilk elden işe, bir robot yaratmakla başlar. Bu robot öyle filmlerde izlediğimiz gibi bir demir yığınından oluşmuyor ama yaratılan canlının da aynı robotlar gibi bir “çip’i” bulunuyor. İstenildiğinde takılıp yeni bilgiler yüklenen, beklemeye alınan ve fişi yani çipi çekilen bir robot...
Bir robot düşünün ki et ve kemikten oluşuyor ve sinir damarları namına, ruh namına hiç bir şey yok ve saf çip’ten oluşuyor. Hani saf çelik gibi… Hoş, çeliğin de bir ruhu var ya, hadi neyse!..
Sistem bu robotları dünya insanlığını kontrol altında tutmak için yaratıyor ve yine bir çocuk büyütür gibi büyüterek, kendi dönemsel devrimlerine hazırlıyor. Günü geldiğinde de atom bombasına gerek kalmadan dünyanın herhangi bir bölgesindeki ülkeyi bu robotlarla teslim alabiliyor. Dedik ya bu robotlar insan kılığında ve bir et ile kemikten yaratılıyor. O’na verilen can ise üfürükle değil teknoloji ile oluyor. Sistemin teknolojik nimetleri robotu halkına sevdirmek için önce mağdur ediyor, sonra yok olma aşamasındayken birden basın pompalaması sonucu halk eliyle iktidara taşıyor. Hani zaten halk yeni bir lider arıyor ve eskisinden bıkmış ve hazır ya, işte o sebepten…
Hani aynı zaman da mağdur bir siyahi olan Hüseyin Barak Obama’yı ABD başkanı yapmaları… Dr.Qasımlo’nun katili ve eski CIA-DIA ajanı olduğu iddia edilen Ahmedinejad’ı Tahran Belediye Başkanlığından Cumhurbaşkanlığına getirmeleri ve yine iddialar arasında olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Başkanlığı ve birkaç aylık cezaevi ile önce tanıtma ve sonrasında mağdur ederek halka sevdirme ile Türkiye’nin Başbakanlığına çıkarılması gibi… Önce yarat ve sonra sistemini bu robotlarla sorunsuz bir şekilde yürüt.
Bu insansı robotlarda görülen ruhsuz ve duygusuzluk nüveleri; duyar ama söylemez, söyler ama yalan konuşur, bilir ama umurunda olmaz, görür ama görmemezlikten gelir… Yani kısacası bunların kalpleri yaratılıştan itibaren mühürlü, gözleri mazlumdan yana kör, dillerinden ise kan damlar. Bu insan görünümlü çip’li robotlar sömürgeci icatları olmakla birlikte, sistemin politikalarını pratikleştirmekle de onlara hizmet ederler.
Yarat, koru-kolla ve sistem için ömrünü uzat. Olmadı mı?
Çek fişini gitsin.
Tıpkı Atatürk, (belki) Hitler, İnönü, Saddam Hüseyin, Turgut Özal, Yaser Arafat, Ecevit, Usame Bin Ladin ve diğerlerinin yok oluşları gibi…
Bunları niye mi yazdım?
Diyorlar ki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü zehirlediler! Hatırlayacağınız üzere daha önce Başbakan Erdoğan için de kanser oldu söylentileri yayılmıştı ama Başbakanlık çevresince bu haberler yalanlanmıştı.
Bizler elbet Hacettepe Üniversitesinde neler döndüğünü bilemeyiz ancak hem Gül ve hem de Erdoğan’ın tedavileri bu hastanede yapılıyor. Buna göre bir çok çevre tarafından yorumlanan; yoksa Hacettepe Hastanesi ABD’nin denetimindeki Profesörler tarafından mı yönetiliyor, sorusu akıllara gelmiyor değil.
Yoksa Abdullah Gül robot mu?
Akıllara gelen bir başka soru da Gül’ün sağlık sorunları üzerine yapılan yorumlar ve Taraf gazetesinin bugün manşetine taşıdığı haberden çıkıyor. Eğer anket doğruysa ve gerçekten Türkiye yeni liderini arıyor ve Erdoğan kanser ve Gül’ü de zehirlemiş iseler Başbakan ve Cumhurbaşkanı yukarıda tanımlamasını yaptığımız Robot özelliklerine mi giriyor?
Ne yani!
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül çipli bir robot mu ki fişi çekilsin?

30.08.2012 / Mehmet Serhat Polatsoy

28 Ağustos 2012 Salı

Kürtleri din adına yargılama cüreti!

Kürtleri din adına yargılama cüreti! / 25.08.2012 Özgür Gündem Gazetesi / Mehmet Serhat Polatsoy
Dîlok’ta yaşanan patlama sonrası hem Başbakan Erdoğan ve hem de Bülent Arınç’tan pek de alışık olmadığımız beyanatlar duymaya başladık. Bu bir devrin başlangıcı ve İslam revizyonizmi mi yoksa ‘bireyin öfkesine hâkim olamaması mı’ olduğunu ileriki günlerde yaşayarak göreceğiz ama Erdoğan ve Arınç’ın sözlerine karşılık özellikle AKP’ye oy veren muhafazakârlar ve genel anlamıyla Kürdistan ve Türkiye halklarının derinlemesine bir tahlil yapması şart oldu. Şart çünkü Başbakan ve Yardımcısının sözlerine bakacak olursak çoktan kendilerini birer peygamber olarak sunmaya başladılar bile.
Erdoğan ve Arınç’tan ‘pêxember’lik ilanı!
Nasıl mı?
Bakın Erdoğan yine Kürtleri hedef alan son konuşmasında, peygamberlik edasıyla ne diyor?
-          “Bunun bedelini bu zalimler bu dünyada da ödeyecekler, ebedi âlemde de ödeyecekler. Rabbim şüphesiz ki rahimdir. Kime? Müslümanlara. Rahmandır, tüm insanlara... Ama şunu bilelim ki, rabbimizin merhamet sıfatı ne kadar yüceyse, bu işin hesabını sorma noktasında da o kadar şiddetlidir. Onun için cehennem vardır. Kimlere? İşte bu zalimlere, işte bu teröristlere. Cennet de Allah’a kul olanlaradır.
İslam inanışına göre Dinin peygamberi olan Hz. Muhammed bile (cennetle müjdelenenlerin dışında) “kimin cennete kimin cehenneme” ve dahası “kimin cezalandırılıp cezalandırılamayacağını” bilemiyorken yukarıya taşıdığımız açıklamasına bakılırsa Erdoğan, peygamberlik geleneğini de aşan bir edayla tüm bunlara hüküm koyabiliyor. Buna göre Erdoğan kendisini Yunan Mitolojisindeki; Enyalios-Harp Tanrısı, Algos-Izdırap Tanrısı, Herakles-Kuvvet Tanrısı, Thanatos-Ölüm Tanrısı, Ares-Savaş Tanrısı ve Daimon-Zekâ ve İlahi Kudret Tanrısı yerine koymaktan hiç çekinmiyor.
Erdoğan cephesinde bunlar olurken Başbakan yardımcısı Arınç ise Erdoğan’ı ve Peygamberliği dahi aşıp direk Tanrı katına çıkıyor ve “sizi affetmiyorum, azabım çok acı olacak” diyor.
Bülent Arınç katıldığı bir TV programında Sayın Aysel Tuğluk’a, “Sizi affetmiyorum. Siz, eylemden gelen eyleme giden sırtında silahı olan o insanlar kucaklaşamazsınız” dedi ve ekledi;
- “Allah’ın ‘Kahhar’ ismi şerifinden kaçının. Allah’ın kahredici gücü size mutlaka yetişir. 75 milyonun bedduasını aldığınız anda nereden çarpıldığınızı anlayamazsınız. Allah bu yaptığınız işten dolayı sizden razı değil. Siz bundan da utanmıyorsunuz. Milletten de utanmıyorsunuz. Milletin acısına ortak olacağınız yerde bu acıya ortak olanlara ortak oluyorsunuz”. “Dağın üstünden aşacağız, yolları bulacağız. Terör belasını bitireceğiz. Bu cennet vatanımızda mutluluk içinde yaşamaya devam edeceğiz” dedi ve yeni Din’in AKP görüşü etrafından şekilleneceğini ve peygamberlerinin de kendileri olduğunu ve Hz. Muhammed’in de yok hükmünde olduğunu, Allah bu yaptığınız işten dolayı sizden razı değil, diyerek hiç korkmadan beyan edebildi.
*
Peygamber kelimesi özünde Kürtçe bir kelime olmakla birlikte,“ pê-xem-ber “ olarak hecelenir. Pêxember’in karşılığı ise ‘düşünceye öncülük eden kişi’ anlamına denk gelir ki Kürtler, ondan dolayı Hz. Muhammed ve diğerleri için peygamber değil pêxember diye hitap etmektedirler. Buna göre Erdoğan ve Arınç’ın hümanizma diye bir kitapları var ve halklar arkalarından gidiyor da biz mi bilmiyoruz, yoksa faşizmin İslami söylemlerle perdelenen halini mi dışa vuruyorlar!
Kaynaklar, İslam dininde ‘yüz yirmi dört bin’ peygamber olduğunu söyler ancak Kuran-ı Kerim’de sadece 25 (pêxember’în) peygamberin ismi geçer. Kuran’a göre son peygamber olarak da Hz. Muhammed gelmiş ve bu gelenek bitmiştir, denilir. Ancak öyle görünüyor ki Erdoğan ve Arınç, “yeni din, kitap ve peygamberler” olarak kendilerini çoktan ilan etmişler. Kendilerince sürece cevap olma yolunda tüm Türkiye ve Kürdistan’da yaşayan diğer inançları da yok sayarak ve bunu da halkların gözlerinin içine bakarak kolaylıkla yapabiliyorlar.
Yoksa Erdoğan ve Arınç yeni Allah, din ve kitabın peygamberleri mi? Öyle olmasa Pêxemberlik ve Xwedê’liğe soyunmazlardı diyor ve soruyorum Türk Başbakanı Erdoğan ve elçisi Arınç’a;
“Sahi sizin Kitap ve Allah’ınız hangisi ”?
Mehmet Serhat Polatsoy
25.08.2012 / Özgür Gündem Gazetesi 14.Sayfa

17 Ağustos 2012 Cuma

Erdoğan ve ekibinin Hakikat sorunu var

Nasıl ki bireyin toplumsallığa gelemeyip ayak diretmesi bencil - bireyselliğini ifade ediyor ve hele de bir mevki elde ettiğinde bu durumu narsizme kadar varabiliyor ve hakikat dışıysa, işte AKP’nin, Başbakan Erdoğan’dan başlamak üzere her bir Bakan’ı da birer narsist olarak ülke halklarının başına bela olmuş durumda ve hakikatten uzaktırlar. Her biri oldukları mevki-koltuklarını bırakmıyor ve adeta kendilerini birer ‘tanrı’ yerine koyuyorlar. İslam’dan örnek verilecek olursa aslında tam da Kuran’ın belirttiği cahiliye dönemine denk düşücü pratikler sergiliyorlar ki, onların bu halleriyle ne “hakikate göre” burada, ne de “tanrı inanışına göre” öbür dünyada tutunamayacakları şimdiden gözlemlenebiliyor.
İktidara geldikleri yıldan bu güne Başbakan Erdoğan ve ekibinin yapabildiği en iyi şey, doğruları ters yüz etme sanatı ve zümresinin bekası için anlayışını, hakikate ve buradan da Türkiye ve Kürdistan toplumlarına dayatarak tanrının yeryüzündeki tezahürleri olabilmek. Tıpkı Toprak, Hava, Su ve Ateş tanrıları gibi…
Başta Erdoğan olmak üzere AKP’li bakanlar, bir gün önce söyledikleri yanlış bir sözü ertesi gün dini motiflerle süsleyerek tekrarlayabiliyorlar. Yine hakikat dışı sarf edilen sözler bir diğer gün ve hatta aynı dakikalar içerisinde bile inkâr edilebiliyor. Söylemlerinden nasıl çark edeceklerini bilmeyerek ve Hakikatte olmayan; “biz böyle bir şey söylemedik, yanlış anlaşıldık, aslında öyle bir şey kast etmemiştik” gibi geçiştirmelerle “süreci ve halkları” işletmeye devam edebiliyorlar.
Kendi iktidarları döneminde de hakikat dışı pratikler sergileyen Erbakan’ın, öğrencileri olduklarını iddia eden Erdoğan ve ekibi, aynı Erbakan gibi halkın dini duygularıyla oynamayı iyi bilen olarak her ne kadar “milli görüş gömleğimizi çıkardık” demiş olsalar da, Kürt-Türk ve diğer halklarla inançlara göstermiş oldukları tahammülsüzlüklerinden dolayı bir, hatta birkaç “gömlek” üsttedirler.
Erdoğan’ın dini duyguları şaha kaldıran bir üslupla birleşen Kasımpaşa ağzı, son tahlilde faşizme kayan bir profil ortaya çıkarıyor.
Necmettin Erbakan, kimilerine göre Hoca, kimilerine göre, şeriatçı yobaz, kimilerine göre de, iyi bir hatipti. Fettullah Gülen gibi çok fazla ağlamıyordu ama “cennetin anahtarı” kendisindeydi. (!)
Erbakan bir konuşmasında; " Yanlışın en tehlikelisi, doğruya en yakın olan yanlıştır. Çünkü doğruyla karıştırılması ve insanların daha kolay aldatılması ihtimali taşımaktadır" demişti. Erbakan çok doğru söylüyordu, zira bu söz hakikattendi. Ancak kendisinin pratiği mesele Kürtler olunca böyle olmuyor sadece ve sadece Pozitivist bilimin getirisi olan Liberal ideolojinin bireyleri ilahlaştırmak için sunduğu; “herkesin bir doğrusu var”dan hareketle kendi zihnini hakikate dayatabiliyordu.
Erdoğan’a gelecek olursak, dilinden hiç düşürmediği baştan hakikatsizliği çağıran ve kökeninde ırkçılık yatan ama din ile perdelenmiş olan o meşhur; biz yaratılanı yaratandan ötürü seviyoruz, sözü, aslında beyin kıvrımlarında dolaşanların ‘hakikat’ten ne kadar yoksun olduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın sarf ettiği bu sözün mesele Kürt olunca ne menem ırkçılığa dönüştüğünü ve raftan kalktığını yıllardır izleyebiliyoruz.
Yani Erdoğan’ın inanışına göre Kürt, “Tanrı tarafından yaratılma-mış” olarak kabul edilen bir varlık olarak da görülebiliyor, diyebiliriz.
Erdoğan ve gözde ekibinin hakikat yoksunu olduklarına ilişkin tek bir örnek verecek olursak; bir taraftan Erdoğan; Kürt sorunu benim sorunumdur, der ve ardından “kadın da olsa, çocuk da olsa, güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaktır, derken, diğer taraftan hükümetin uzlaşmacı gibi sunulan Bülent Arınç’ı; Kürt dili medeniyet dili değil, der ve daha sonra; ben öyle demek istememiştim, yanlış anlaşıldım, diyerek Tanrı’nın varlığını inkâra gidebilecek sözü yüzünden çark edebiliyor.
İdris Naim Şahin üzerine tek harf yazmaya dahi gerek yoktur ki; taklacı kuşlar, bize darılmasın!
Bir de yine aynı gelenekten gelen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü de unutmamak gerek. Sayın Gül’ün hakikatten yoksunluğunu ise başlı başına 2009 yılında söz verdiği ama elinde bütün ülke imkânları olmasına rağmen çözmeyip inkâr ettiği ve günahı-vebalini PKK’nin üzerine yıktığı “iyi şeyler olacak” sözü üzerinden açıklayabiliriz. Eğer şimdi Kürt sonunun da iyi şeyler olmamış, Kürdistan ve Türkiye bir savaş sahasına dönüşmüş ve gençlerin kanı dökülüyorsa bu, ilk elden Gül’ün hakikatsizliği nedeniyledir. Okyanus ötesindeki Hoca Efendi lakaplı Fetullah Gülen’i de İ.N.Şahin kategorisine alıyor ve Kürt halkına karşı katliam fetvaları pratiklerinin üzerine yazılabilecek çok söz olduğunu düşünmüyorum. Gülen her ne kadar “ahlak-ı aliye” den bahsediyor olsa da, tüm herkes de görmüştür ki Gülen, mesele Kürtler olunca ahlak ve hakikat yoksunluğunu dışa vurmaktan hiç çekinmiyor. Bir de Gülen’i ahlak ve hakikat yoksunu olarak sunmamıza gerekçe olarak, “Said-i Kurdi’ye ait olan ‘Risaley-i Nur Külliyat”larını tahrifata uğrattığını da belirtebiliriz.
Kısacası Erdoğan ve ekibinin ahlak ve hakikati; “bana ve benim doğrularıma gel, benim çizgimden çıkma’dan başkası olmamakla birlikte “iktidardır”. Bu zihinler için “hakikat iktidar, iktidarda hakikat”tir. Oysa biliyoruz ki hakikat iktidarı değil toplumsal uzlaşı ve özgürlüğü esas alıyor. Buna göre her bir insan için hakikatin iyilik, doğruluk, güzellik, estetik, mutluluk ve özgürlük yanı, görünen haliyle bu tarz iktidarcı-tekçi anlayışa sahip kişiliklerde olamaz. Olsa da Narsizm tanımlamasında olur ki, bunun da varabileceği son nokta hep mahşeri kaoslu yıllar ve soykırım olmuştur.
Hiç umudum olmamasına rağmen temennim, Erdoğan ve ekibinin tez elden yanlışlarından arınarak hakikate sarılmaları ve ileriki süreçte Kürdistan ve Türkiye’de yaşanması büyük ihtimal bir iç savaşın önünü alıcı pratiklere girişmesidir. Zira Kürtler dün ve bugün olduğu gibi yarınlarda da direnerek kendi başlarının çaresine bakmanın yollarını arayacak ve hakikatin aşkıyla özgür bir yaşama dek mücadelelerine devam edeceklerdir. Hakikat yolunda ne Erdoğan, ne de ekibinin gücü halkların, özgürlük halayının önüne geçemeyecektir.
16.08.2012
Mehmet Serhat Polatsoy

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Süresiz-dönüşümsüz özgürlük

11.08.2012 tarihli Özgür Gündem gazetesi 14.sayfa / Mehmet Serhat Polatsoy

Kendisi de bir gece apar topar, tartaklanıp hakarete uğrayarak Urfa E Tipi Cezaevi'nden Adana F Tipi Cezaevi'ne sürgün edilen Urfa milletvekili İbrahim Ayhan, Urfa zindanını, "Urfatanamo" olarak tanımlamış ve buradaki uygulamaların Guantanamo’dan farksız olduğunu dile getirmişti. Ayrıca Urfa zindanındaki tutsakların sürgün edilmesinden tam bir hafta önce kendisi de tutuklu olan BDP Parti Meclis Üyesi Mahmut Çelik, Urfa E Tipi Cezaevi yönetiminin baskılarını ve olabilecekleri içeren bir mektubu ilgili yerlere ulaştırmış ve konu özgür basında yer almıştı.

Çelik mektubunda, "Sayın Milletvekili İbrahim Ayhan’ın tahliye talebinin reddedilmesinden sonra cezaevi yönetimince baskılar, daha da arttırıldı. Bu artan baskılar neticesinde bizler de eylemliliklerimizi arttırmış bulunmaktayız. Pazar günü, yani 15 Temmuz 2012 tarihinde “olağan üstü” durumların yaşanacağı ve “sürgünlerin” olabileceği ihtimalini kamuoyuna duyuruyoruz," diye uyarmıştı. Sayın Çelik’in belirttiği sürgün 18 Temmuz gecesi gerçekleşti. Tutsaklar yaka-paça koğuşlarından çıkarıldılar. Asker, gardiyan ve özel harekat polislerinin cop, küfür, tekme-tokat, tükürme gibi onur kırıcı uygulamaları eşliğinde ring araçlarına ağızları burunları dağılarak bindirildiler.

60 tutsağın Bolu F Tipi Cezaevi'ne nakli sırasında yine aynı işkence 16 saat boyunca eller kelepçeli ve hiçbir ihtiyaçları karşılanmadan yolda da devam etti. Bolu zindanına varan tutsaklar, orada da onur kırıcı uygulamalara maruz kaldılar ve yine işkenceden geçirildiler. Bu uygulamalarla birlikte baskılara karşı gelip direnen 8 tutsak sürgün edildikleri günden bugüne “süresiz-dönüşümsüz” açlık grevinde ve bedenleri günden güne erimekte. Eriyen bedenleri olsa da elbet biz direnen, özgürlüğe susamış olan enerji-ruhları olduğunu biliyoruz. Sekiz tutsak şimdi adım adım ölüme yaklaşıyorlar.

AKP hükümetinin uygulamalarıyla devlet, son yıllarda resmi anlamda faşizme doğru kaymış ve ezilen tüm kesimler bu yönetimin hedefi haline gelerek neredeyse nefes alacak bir alan dahi bırakılmamıştır. En basit bir hak talebine karşılık; baskı, zindan ve ölüm! Türkiye’deki adalet mekanizmasını sadece kendi iktidarını ve zümresini korumak ve sağlamlaştırmak adına işleten AKP'nin Adalet Bakanı, hal böyle olunca 8 tutsağın “süresiz-dönüşümsüz” açlık grevini görmez elbet.

Allah, Peygamber ve İslam’ı dilinden düşürmeyen Erdoğanlı AKP Devleti ve tüm devlet erkanı Müslüman ve inançlı olduklarını söylüyorlar ancak oruç ayında tutsakların giriştiği ölüm orucuna da sessiz kalıyorlar. Bu anlayışla aynı kökenden gelen Şevket Kazan, 1996 ölüm orucu eyleminde, sorulan bir soruya karşılık eylemciler için; “stok yapmışlar, gizli gizli yiyorlar” demişti.

Açlık grevinde olan arkadaşlardan bir kaçını tanıyorum; çeliği eritebilirsiniz belki ama onları kararlılıklarından vazgeçirmek neredeyse imkansızdır. Eğer Bolu F Tipi Cezaevi yönetimi tutsakların isteklerini kabul etmez ve baskılara son vermezlerse korkarım ki, Bolu zindanından cesetler çıkacak! Yılmaz Aslan, Felemez Tekel, Nurettin Karataş, Mehmet Nedim Tatlı, Hasip Tatlı, Ömer Karadağ, Seyfettin Yakut ve Lokman Gezer şimdi yavaş yavaş soğuklaşan bedenleriyle üç haftadır özgürlük sıcaklığına doğru yol alıyorlar.

Onlar, Bolu cezaevi yönetiminin baskılarını protesto etmek ve bir halkın özgürlüğü uğruna süresiz dönüşümsüz nöbetlerini gerçekleştiriyorlar. Onlardan öncekilerin bayraklarını devir alıp öylece koşuyorlar özgürlüğün sımsıcak güler yüzüne. Şimdi herkese büyük görevler düşüyor. Kimse kafasını kuma gömüp yaşananları görmezden gelemez. Kürt halkının yanında olduğunu söyleyen yazar, sanatçı ve akademisyenler Şemzinan’da neler oluyor diye hala savaş sahasına gitmiş değilsiniz.

Belki korkmadınız çünkü yazılarınız, kitaplarınız, şarkı ve türküleriniz ile akademik çalışmalarınızda korkmuyor olduğunuzu görüyoruz. AKP’nin adaletini bekliyoruz diyorsanız, yanılıyorsunuz. Öyle değilse daha neyi bekliyorsunuz? Bunca gündür kimseden haber yok, tek ses veren yok! Zaman azalıyor, direnişçilerin vücut fonksiyonları henüz yerindeyken bu zulme bir dur deme zamanı gelmedi mi?

Sessizlik, bireyi insanlık yönünden yok ettiği yetmezmiş gibi, şimdi zindandaki tutsakları da günden güne eritmeye neden oluyor. Kendine insanım diyen herkesin gözlerinin şimdi Bolu zindanında olması gerekiyor ve bu sessiz çığlığa seslerini çoğaltarak her bir insan avazı çıktığı kadar bağırıp destek vermeli ve AKP Devletinin bu politikaları her alanda 7/24 dur durak bilmeden protesto edilmelidir. Artık söz, kitap ve türkülerden çıkıp, hakikate akmalı!..

Mehmet Serhat Polatsoy
11.08.2012 tarihli Özgür Gündem Gazetesi

7 Ağustos 2012 Salı

URFATANAMO’dan Bolu-tanamo’ya Sürgün

Nietzsche; Yasayı öldürdüm, yasa beni, bir cesedin canlı birini korkuttuğu gibi korkutuyor, diyor.
Maalesef devlet otoritesinin iktidarını sağlamlaştırmak için düzenlediği tüm yasakçı yasalar bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yurttaşlarını korkutuyor. Buna göre kişi, korktuğu şeye ya teslim oluyor veya er ya da geç onu öldürüyor.
Kürt halkıda aynen Nietzsche gibi tüm tekçi ve korkulan yasaları birer birer öldürüyor. Türk devlet sisteminin yasalarını içselleştirmeyip yaşamsallaştırmayanlar her daim baskıcı devlet sisteminin gözünün içine batıyor. Ruhen kör olan bir sistem nasıl oluyor da gözünü sakınıyor, diye bir soru sorulabilir. Buna göre cevap belki; sistemin korkuları olabilir! Öyleyse iktidar hastalığı, bir düşüş halinde ruha geliyor ve kısmi insan haline bürünerek iktidarının karşısındaki tüm güçlere savaş açıyor; onları zindanlara atıyor, öldürüyor ve sonra yine kör olmaya devam ediyor, diyebiliriz. Bir ayının kış uykusuna yatmadan önceki doyumuna benziyor iktidar. Acıkıyor, yiyor ve uyuyor! Gözünü açtığında yaşamak için tekrar yiyor ve bu böyle giderek ihtiyarlığa (ölüme) doğru eviriliyor.
AKP devleti her ‘öğünde’ Kürt halkıyla birlikte bütün ülke halklarının önce etini yiyor, sonra da su yerine kanlarını içiyor. Bu zulüm düzeni böylelikle devam ediyor. Doruk noktasına ulaştığı anı ise iktidarını kaybetme korkusundan kaynaklı serseri bir mayın gibi tüm muhalif güçlere saldırmasından anlayabiliyoruz.
Kürt halkı, Türk ırk devletinin tüm yasalarına s…tr çekmiş durumda ve ondan dolayı da tüm seçilmişleriyle zindandalar.
Hatırlanacağı üzere Urfa cezaevi olayları sırasında orada bulunan ve 13 tutsağın yanarak can verdiği katliamın ardından bir açıklama yapan BDP milletvekili Sayın İbrahim Ayhan Urfa cezaevi için “URFATANAMO” demişti. Ayhan, yaka paça, tartaklanarak, yalınayak, hakaret edilerek götürüldüğü Adana cezaevinden de bir mektup göndererek; Nefesimiz kesilmeye çalışılmaktadır, demiş ve Adana cezaevinin de Urfa’dan bir farkı olmadığını maruz kaldığı uygulamalarla anlatıyordu. Sayın Ayhan diğer yerlere sevk edilenler için de; Daha önce haber vermeden, korsanvari bir uygulama ile birçok arkadaşın yalınayak, darp edilip ring araçları ile sevk yapıldığını öğrendim, demişti.
İşte bu sevk sırasında tam olarak neler yaşandı, Bolu cezaevine giderken yolda neler oldu, Bolu cezaevi müdürü tutsaklara nasıl davrandı’nın detayları açıklığa kavuştu.
Bolu zindanına nakledilenler arasında ve şimdi tahliye olmuş olan bir arkadaşımız yaşananlar ile ilgili tam olarak şunları söyledi;
*
Temmuz 18’ini 19’una bağlayan gece saat dört sıralarında gardiyan, asker, polis ve özel hareket timlerinin koğuşlara girdiğini onların; kalk kalk kalk sesleriyle anladık. Birden bu kolluk güçleri her birimizi bir çarşaf misali oradan oraya savurarak koridora atıyorlardı. Bizler uyku halinde olduğumuzdan, olan biteni kavramada geç kaldık ama gardiyan, asker ve polislerden oluşan güçlerin her darbesiyle biraz daha kendimize geliyorduk. Tekme, tokat, yumruk ve cop darbeleriyle daha bir uyanıyorduk. Bu işkence eşliğinde koridora çıkarıldık. Koridorda hangi kolluk gücü desen o vardı; bizimle hem dalga geçiyorlardı ve hem de geçiş sırasında bizleri vuruyorlardı. Tıpkı Ermeni halkının uzun kuyruklar oluşturarak kaçışları sırasında Müslümanların keyfi uygulamalarına maruz kaldıkları kötü durumlar, şimdi bize de yaşanacak gibi hissediyorduk. Bir asker dirsek ile arkadaşın sırtına vuruyor, diğeri tükürüyor, bir başkası tokat atıyor, bir diğeri enseye kafaya cop indiriyor, öbürü postalıyla ayağımızı eziyordu. Yediğim cop darbelerini saymayı unutmuş yüzüme darbe gelmesin diye ellerimle yüzümü kapatmıştım. Bu kötü muamele ile bizleri ring araçlarına bindiriyorlardı. Kelepçeler bileklerimizi yerinden sökecek gibi sıkıca bağlanmıştı. Bu uygulamaya karşı çıkanlarımız bizden koparılarak ring aracının arkasına götürülüyor ve onlarca polis gücünün darbeleriyle bayılacak duruma geldikten sonra ring araçlarına atılıyorlardı. Bu halde ringe bindirildik ve ellerimiz sıkı kelepçelenmiş halde, 16 saat boyunca yol gittik. Bu süre zarfından bir sefer tek lavabo ihtiyacımızı gidermek için durdular. 16 saat boyunca ne yemek ne su içemedik. Bazılarımız ağızlarını tuvaletin alt musluğuna dayayıp içiyor, bazılarımızda tuvalet taslarına su doldurup içiyordu. Tuvaletten akan suyu doyasıya içiyorduk. Ring aracına bindikten sonra, “İyi ki çok su içtik, diyordum; çünkü ihtiyaç molası denilen 1-2 dakika sonrası ringe bindirilirken aynı şiddet ve cop darbeleriyle karşılaştığımızdan çok terlemiştik. İçtiğimiz su ancak bizi Bolu’ya kadar atar, diyorduk.
Urfa Cehenneminden Bolu Cehennemine
16 saatlik yolun sonunda araç durdu ve nihayet (!) Bolu cezaevine geldik, diyorduk. Ring aracının kapısı açıldı ve her birimiz teker teker indirilerek alanda toplatıldık. Bolu cezaevi girişinde de aynı şekilde özel harekâtçılar ve gardiyanlar tarafından coplandık. Müdür olduğunu sonradan anladığımız kişi; Soyunun, deyince, Bolu zindan ve yönetiminin Urfa cehenneminden farksız olduğunu anladık. İlk önce bu onur kırıcı dayatmaya karşı çok direndik; bu nasıl bir uygulamadır, bu nasıl bir ahlaksızlıktır diyenlerimiz komple dayaktan geçirildik. Çıplak bir şekilde vücudumuzun neresi denk geliyorsa vuruyorlardı; ancak bir düşman böylesine hınçla ve kin ile vurabilirdi diyordum. Bizleri çırılçıplak soyduktan sonra onur kırıcı uygulamalara maruz kalarak üst aramasından geçirildik. Polisler tarafından koğuşlara yine cop tekme ve tokatların eşliğinde koyulduk.
İkincisi, koğuş sorumlusu arkadaşın idareye; bu kadar işkenceden sonra içinde bulunduğumuz bu berbat psikoloji bizi sigara içmeye sevk etti; sizden bir çakmak istiyoruz sabahtan beri vermiyorsunuz, söylemine karşılık Cezaevi müdürü;
Bizim söylemlerimizin dışına çıkmayacaksınız. Bizimle iyi geçineceksiniz. Siz bir adım gelseniz biz iki adım geliriz size, demesine karşılık bizim sorumlu arkadaş;
Sizin iyi niyet göstergesi olarak sergilediğiniz; koğuşa girmeden önce çırılçıplak soymak ve coplamak mıdır? Bu şekilde mi bir adım atıyorsunuz? Peki, bunun karşısında bizden nasıl bir adım bekliyorsunuz? dedi.
Sonra koğuşlarda gelişen uygulamalara karşı çıkanlarımızı tek tek hücrelere attılar. Ben orada olduğum süre içerisinde de hücrelerdeki arkadaşlar hala açlık grevlerine devam ediyorlardı. Yaka paça getirildiğimiz için ayağımızda terlik yok, üzerimizde pijamalarımızla beş kuruş paramız olmadan bugüne kadar geldik, diyordu yaşadığı bol işkenceli süreci anlatan arkadaş.
Derin bir iç çektikten sonra devam ediyor; Ben Bolu’da Urfa cezaevinde 13 kişiyi katleden zihniyetin hala yaşadığını gördüm. Sanıyorlar ki bu muamelelerle bizi yıldıracaklar. Onlar yanılıyorlar. Dün zindan öncesi ve zindanda nasıl direndiysek, zindan sonrası da aynı kararlılıkla direnişimize devam edeceğiz, diyerek bitiriyor 16 saatlik işkenceli zamanları ve Bolu cezaevi günlerini.
*
Sayın Ayhan Urfa zindanının Guantanamo’dan farksız olduğunu söylemiş ve Urfa cezaevinin adını haklı bir şekilde Urfatanamo olarak değiştirmişti. Sayın Ayhan, üzülerek belirtmek isterim ki Türk ırk devletinin her zindanı bir Guantanamo’dur şimdi. Öyle sanıyorum ki ileriki süreçte tüm zindanlar Amed zindanına dönüştürülerek ve 80 darbesindeki gibi Kürt halkı tekrar zindanlarda terbiye edilmeye çalışılacak. Amed zindanını görmüş bir halk olarak Kürtler o dönemde nasıl direnmişlerse, bu dönemde de direnişin nasıl olacağını şimdiden gösteriyorlar.
Nietzsche; İyi nedir?  diye soruyor. Nietzsche’ye göre “iyi”; insanda güç duygusunu, güç istemini, gücün kendisini yükselten her şey olduğunu söylüyor.
Nietzsche; bu defa Kötü nedir? diye soruyor. Nietzsche’ye göre “kötü” ise; Zayıflıktan doğan her şey oluyor.
Nietzsche; Mutluluk nedir? diyor ve Nietzsche mutluluğun tanımını; Gücün büyüdüğü duygusu, bir engelin aşıldığı duygusu olarak açıklıyor.
Evet, Kürt halkı hem içeride hem de dışarıda yürütmüş olduğu özgürlük mücadelesiyle Türk ırk devletinin yasalarına has…r. çekiyor ve diyor ki; Ey sistem; Ben iyi olduğum için güçlüyüm, sen ise kötü olduğun için zayıf ve kaybetmeye mahkumsun. Sen benim gücümden korkan bir kötülük tanrısısın. Ben senin tüm yasalarına karşı geliyorum ve ben senin tüm engellerini aşarak mutluluğa doğru koşuyorum; sen kötü ve zayıf bir sistem olarak mutlu olmadığın gibi mutlu ve özgür yurttaşlar da istemiyorsun. Öyleyse ben de senin iktidarına son vermek için tüm yasalarına Urfa ve Bolutanamo’larına has…..r çekiyorum.
06.08.2012
Mehmet Serhat Polatsoy

3 Ağustos 2012 Cuma

Erdoğan’ın Kürtlerle Tanrı-Kul savaşı!

Toplumsal eylem belli bir bilinç seviyesine ulaşmış örgütlü güç ile olurken, eylemin doğasında bir bilinç olmazsa zaten o eylemin ürünü toplumsal hayata fayda sağlamayacağı gibi doğrudan kapitalist modernitenin hizmetine sunulmaktan da kurtulamaz. Tıpkı yaratılan sahte bir Arap baharının örgütsüz, ideolojiden yoksun ve öndersiz olarak işlenmesi sonucu ele edilen ürünün, sermayenin fabrikalarında halklara yedirilmek üzere yeniden hammadde haline dönüştürülmesi gibi.
Tüm bunlardan bağımsız olarak Kürt halkının özgür irade beyanıyla ahlaki-politik topluma ulaşmak için gelmiş olduğu özgürlük bilinç düzeyi, sömürgecileri ve sacayaklarını işlemez kılmıştır. Çünkü halk, örgüt, ideoloji ve önderliği mutlak öznellik haline getirmiş ve kapitalizmle robotlaştırılıp nesneleştirilen insan ırkı, öznelliğine kavuşuncaya dek de yeni insan felsefesiyle yoğrulan bilinçler öyle görünüyor ki toplumsal eylemliliklerini sürdüreceklerdir.
Türk Başbakanı Erdoğan, Kürt halkının bu direngen hali ve kul’laşmaya karşı duruş pratiğini bildiğinden, elinden geldiğince özgürlük menşeili toplumsal refleksleri önlemeye ve zaman zaman da varlığını kanıtlamak için doğal felaketler gibi toplumu Roboski katliamı gibi katliam tehditleriyle terbiye etmeye çalışmaktadır. Teori ve pratikte hegemonyasını kurmuş her diktatörün yapısında kendi sistemine karşı olanları ezme ve olmadı yok etme mantığı her daim olmuştur. Günümüzde devleti yönetenlerin tarifi, başkan, cumhurbaşkanı ve başbakan olurken, binlerce yıl önce Tanrı veya Tanrı-Krallardı.
İşte bu tanrı-krallar dün olduğu gibi bugün de halklar üzerinde bir baskı ve zulüm düzeni kurarak itaat ve kulluğu kanıksatmaya, mutlaklaştırmak için de sorgulanmalarını önleyici bireyselliği ön planda tutup, toplumsal eylemlere başkaldırılara, yani uyanışlara geçit vermek istememektedirler. Onlar için toplumsal olmayan her hareket değerli ve başı okşanması gereken, ödül verilmesi gereken bir eylemselliktir. 2009 yılındaki Başbuğ-Erdoğan görüşmesi sonrası Başbuğun; bireysel haklar verilebilir, demesinin nedeni de; biz sistem olarak gelişecek herhangi bir toplumsal olaya terörist yapılanma olarak bakar ve o temelde gerekeni yaparız’dı.
Buna uç bir örnek verecek olursak; bizce en ağır, ancak sistemce en basitinden bir yakma pratiğinde dahi vatandaş, isterse birey olarak gider kendisini bir köşede yakar ama toplu olarak yakamaz. Diğer taraftan bir birey bedenine bomba bağlayıp boş bir tarlada kendi kendisini imha etse sistem; “bu onun hakkıdır” anlamında müdahalede dahi bulunmaz ancak yine aynı sistem o bireyin bedenine bağladığı bombayı gidip kendisiyle beraber sistemi de yok etme pratiğinde; “bu terörist bir eylemdir” der ve mümkünse eylemin gerçekleşmemesi için öncesindeki istihbari bilgilerle bireyi pasifleştirir. Çünkü sistemin zulüm laboratuvarlarında patlayacak bir bomba, soru ve sorguların doğmasına neden olacağından, sistem olan Tanrı-Krallar yok hükmünde yani sorgulamanın doğumuyla ihtiyarlık dönemlerinin son demini-ölümü tadacak anlamına gelecektir. Bu örnek bile mevcut sistemin tanrılık iddiasının ne denli pervasızca işlendiğini apaçık ortaya sermektedir.
Türkiye’de iktidar Erdoğan olduğuna göre kendisini iktidara geldiği 2002 yılından bu yana Kürt ve diğer ezilen halk, inanç, kültürlere karşı dayatan sistem, Erdoğan’ın tanrısallık sistemi oluyor.
Yani aslında hakkını vermek adına Erdoğan, bir nevi tüm diktatörlerin sentezidir de diyebiliriz.
Bireye indirgendiğinde bu kişilik yapısı tarihteki birçok diktatörlük yapısında görülmekle birlikte Neolotik çağ sonrası mit ve mitolojilerle dinlerin özne-nesne ikilemini de yansıtmaktadır. Türk ırk devlet sisteminin Başbakanı özne, yani Tanrı olurken, ona muhalif başta Kürtler olmak üzere tüm güçler nesne, yani birer kul olmaktan kurtulamazlar. İnsanın özne olduğu bir doğada, maalesef insan nesne, mekanik akıl ve makinalarda özne haline gelmişler.
Erdoğan’ın yönettiği Türk ırk devletinde boy veren tüm gerçeklikler sorunlaştırılmış ve hakikat olan nesneleştirilerek yaşamdan soyutlanmıştır. Hakikat olanın hakkı Tanrı sistemince belirlendiğinden, halkların en küçük bir hak talebinde bile (cehennem) zindan ve ölüm kolaylıkla gösterilebilmektedir. Zaten sömürgeci sistem bunu yapmazsa adına layık olmaz ve kendilerini tanrılaştıranlar iktidar diye bir gücü de elinde tutamazlar.
Erdoğan’ın tanrı hastalığı sadece kendi ülkesinde değil diğer ülkelere el atmasında da kendisini göstermektedir. Komşularla sıfır sorun politikasının çökmesindeki en önemli neden de zaten bu kendisini dayatması ve Tanrı halleridir. Komşu Tanrı-Kral’ı dinlemezse o komşu bırakın kardeşliği tanınan bir kişi dahi olamaz. İnsan yüzüyle kendini perdeleyenler için bir gün önce kardeş olan diğer bir gün düşman olabilir. Tıpkı Esad kardeşimden “Esed” diktatörüne kadar gibi.
Erdoğan bırakın kendi ülkesindeki doğa, fizik ve biyolojik varlıklarla olayları, dış devletlerdeki hakikatleri bile tar u mar etmek ve kendi hizmetine koşmak için hiç çekinmeden müdahale etmek olmadı haritadan silmek isteyebiliyor. Mesela Tanrının melekleri Özgür Suriye Ordusuna destek sunup, emellerini gerçekleştirmek için, Batı Kürdistan’ın özgürlüğüne engel olmaya çalışabiliyor. Bunları yaparken de hiçbir kimseye danışmadan yapıyor ve bu şekilde sonuca gidebileceğini de düşünebiliyor.
Yine Erdoğan’ın Kürtlerle olan Tanrı-Kul savaş oyunu, en son kendisini Şemzinan’da da göstermiş durumda. Tam on iki gündür HPG gerillalarının denetiminde olan Şemzinan, Erdoğan’ın mutlak güç, sorgulanamayan ve yenilmez lider ve dahası Tanrılığını kanıtlaması için bir fırsat gibi görünüyor. Ondandır ki Türk basınında büyük bir sessizlik yaratarak, bir taraftan Kemal Burkay ve diğer taraftan da Bülent Arınç’ları konuşturuyor ve yoğun bir teknoloji kullanarak gerillaları katletmek ve bu katliamla Türkiye’nin gerillalarca çizilmiş imajını düzeltmek, bölge devletlerine yedirirse yenilmezliğini göstermek, Ortadoğu’da Jandarma olduğunu resmileştirmek ve BOP Eş başkanlığı da devam ettirmek niyetinde oluğunu söylüyor.
Dikkat ederseniz Erdoğan, “ustalık ve çıraklık” dönemlerinden bahsediyordu. Erdoğan çıraklık döneminde partili arkadaşları ve il başkanlarınca Peygamber olarak anılıp ve tanıtılırken, şimdi Ustalık döneminde ya, ismi koyulmasa da Ustalığını, en geliştirilmiş Tanrısallık olarak kabul ediyor ve ona göre hareket ediyorlar da, diyebiliriz.
Ancak bu ‘Tanrı ve Kul’ savaş oyununda Erdoğan’ın bilmediği ve belki bildiği ama bilmemezlikten geldiği gerçek Kürt halkının “kul” olmayı kabul etmeyip Kandillerin ışıklı yolunu tutması ve destanlar yazmasıdır. Öcalan önderlikli PKK hareketinin ideolojisiyle yeniden yaratılan Kürt halkı hem dağda ve hem de ovada her türden zulüm ve baskı çarklarını kırmak için mücadele yürütmekte ve hakikat felsefesiyle de inkarcılara; görülmeyeni gösterme, duyulmayanı duyurma, konuşulmayanı konuşma iddiasıyla yeni insan ve yaşamı örme yolunda ilerlemektedirler.
Sömürgecilerin her türden oyunları ve tüm alfabedeki harflerin oluştuğu planları olsa da unutulmamalı ki Kürt alfabesinde Türkçeden daha fazla harf vardır. Dolayısıyla Erdoğanlı AKP devletinin bu tanrı-kul savaş oyununda diretmeleri boşuna sallanan kürek gibi olmaktan öteye gitmeyecektir; zira gerçek acı, hakikat ise her türden, kendini bilmezliğe yatıranlara karşı mükemmel ‘öldürücü’ bir silahtır.
Günümüz kapitalist modernite, Toros Zağros dağ silsilelerinin olduğu alanlarda filizlenip boy verdiğine göre hakikat savaşı da buralarda sürecek ve mutlak galip gelecektir. Bakalım tanrı-kralların en olmaz yönelimleri altından inim inim inleyen Kürtler mi kapitalist moderniyle kahrolup "kul" olmaya devam edecek, yoksa demokratik modernite mi bu modern Tanrılara galip gelecek, bekleyip göreceğiz.
03.08.2012
Mehmet Serhat Polatsoy