30 Eylül 2012 Pazar

Barzani: Kahrolsun PKK, dedi!



Sayınların sayını, enlerin eni, yücelerin yücesi Kek Mesut buyurmuşlar; Tüm Kürtler AKP ve Erdoğan’ı desteklesinler.
Yeter ki gölge etme Sayın Barzani, inan biz başka ihsan istemeyiz. Sen AKP ve Erdoğan’cığını desteklemeye devam et; düş yakamızdan.
Vay beee! Tüh!
Kürdistan ülkesi ve halkını paramparça eden sömürgeciler en sonunda bunu da yaptılar!
Neyi mi?
Damarlarının her yanında Kürt kanı dolaşan, geçmişte Saddam rejimine karşı kendisi ve ailesi ve halkıyla beraber savaşıp nice bedeller ödeyen bir Kürt oğlu Kürt olan Sayın Mesut Barzani’yi en sonunda Türkleştirdiler.
Hem de ne Türk!
Kürt oğlu Kürt’ten Türk oğlu Türk’e dönüşen bir serüven.
Adına filmler çekilmesi, diziler yapılması gereken bir Kürt’ten bozma Türk.
Senaryosu ABD tarafından çizilen Kürt asıllı ama faşist Türk karakterli bir oyuncunun destansı hikayesi.
Ultraların en ultrası bir Türk ki, en azılısından bir faşist.
Ağzından kan damlayan, salyalarını Kürt kızlarının üzerine akıtıp taciz ve tecavüz eden.
Öyle bir Türk ki, Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan’ı bir buçuk yıla yakındır tecrit altında tutan
Öyle bir Türk ki, on binlerce Kürt siyasetçi, yönetici, belediye başkanı, milletvekili ve halkı zindanlara doluşturan.
Öyle bir Türk ki, Ceylan, Enes, Uğur, Şerzan ve Aydınları paramparça eden, arkadan hançerleyen, tek mermi ile enselerinden vuran.
Öyle bir Türk ki Roboski katliamının faili olan.
O öyle bir Türk ki yaptıklarından dolayı bir Türk’ü bile utandıran.
Bugün 30.Eylül.2012
Bu tarih Kürt halkının alnında bir kara leke olarak tarih sayfalarına geçecek ve utançla anılacaktır.
Bugün Kürt halkı belki de tarihinde ender rastladığı imha ve inkar politikalarıyla iktidarını devam ettiren bir Türk hükümetinin partisi olan AKP kongresini izledi ve o kongre de Kürt halkına kan kusturan, kundaktaki bebeklerimizi kan revan içerisinde bırakan bir Türk başbakanının sözlerine kulak kabarttı.
Kongre konuşmasını yapmak üzere sahneye parti lideri ve Türk Başbakanı Erdoğan çıktı ve konuşmasına başladı.
Türk Başbakanı Erdoğan konuştukça salondaki izleyiciler avuçları patlarcasına dek alkışladılar. Onu alkışlayanlar arasında Kürt halkının utanç abidesi de vardı.
Kim miydi o?
Tabi ki Sayınların en sayını Mesut Barzani.
Kek Mesut. Kürt Mesut. Anlı şanlı Mesut. Peşmerge Mesut. Saddam’ı deviren büyük Mesut.  Ha bir de Bağımsız Kürdistan’ı kuracağım diyen sözüm ona Kürt lider Mesut.
Hiçbir terbiye ve ahlak sınırının olamayacağı bir üslupla avazım çıktığı kadar bağırıyorum;
Heeeey HAİN Mesut.
Bir Türk şövenistinden daha şövenist Mesut.
Erdoğan teröristler, salondakiler de kahrolsun PKK derken, alkış tutan Mesut.
Kahrolsun PKK diyen Mesut.
AKP kongresine katılmakla en büyük katliamlara imza atan sen ‘Kürt’ Mesut.
Yine beni haklı çıkardın ya işte ona yanarım.
Hani artık brakuji olmayacak diyordun ve ben sana; yalan söylüyorsun Kürt kanı dökeceksin ama peşmergeler eli ile değil, AKP ‘ye destek vererek Kürt kanı dökeceksin, diyordum ya, maalesef ki yine haklı çıkardın beni.
Ey Mesut Barzani.
Yoksa kimyasal Nejdet diye sandığımız bombaları sen mi gerillalara solutmuş ve katletmiştin?
Yoksa o geçenlerde onlarca askerin gerilla cesetleriyle çektirdiği fotoyu çeken kişi sen miydin?
Evet evet.
Ey Kürt ve Kürdistan halkı, HAKİKAT diyor ki;
İsteyerek ve bilerek AKP kongresine katılan Kürt asıllı Türk faşisti Mesut Barzani, bugünden sonra dökülecek tek bir damla dahi kan ve gözyaşından sorumlu olacaktır. AKP kongresine katılmakla Barzani Kahrolsun PKK, kahrolsun Kürt ve Kürdistan özgürlük mücadelesi, yaşasın Barzani Ailesi demiştir.
Sayın Barzani birde hangi çizgide olduğunu ilan etmiş ve “Yaşasın Kapitalist Modernite”, Kahrolsun Demokratik Modernite, demiştir.
Sayın Mesut Barzani’nin tez elden hatasından dönüp tüm Kürt ve Kürdistan halkından özür dilemesi gerektiği inancındayım. Tüm bunlara rağmen kendisine karşı umudum henüz bitmiş değil; hatasından dönene kadar kendisi benim nazarımda bir Atatürk, İnönü, Fevzi Çakmak, Kenan Evren, Esat Oktay, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Mehmet Metiner, Kemal Burkay, İbrahim Güçlü, Ümit Fırat, Mushin Kızılkaya, Orhan Miroğlu ve Tayyip Erdoğan’dan farksız olacaktır.
Bu yazıyı okuyan her bir Kürt bireyinden kullandığım dil, üslup ve tarzdan dolayı defalarca ama defalarca özür diliyorum. Lütfen bunu bir duygusal tepki olarak ele alsın ve öyle yorumlasınlar.
Ne yapayım Hakikat böyle diyor ve esneklik ise sadece ona şans tanıyor.
30.09.2012
Mehmet Serhat Polatsoy

26 Eylül 2012 Çarşamba

Sünnetlenmiş helal gaz ve coplara geeeel…


Erdoğan ve İdris Naim Şahin’li, boyalı badanalı, soslu makyajlı AKP devleti konuşuyor:
Gel vatandaş geeeeeel…
Organik gaz ve kaliteli cop’lara gel…
Çıkmaz demeyin!
Yeter ki üç maymunları oynamayın. Evet evet, yanlış duymadınız; bu ürünlere sahip olmanız için görmeniz, duymanız ve bilip de konuşmanız gerekiyor. Biz diğer hükümetler gibi görmeyin, duymayın ve konuşmayın demiyoruz.
Baylar ve bayanlar, evliler, evde kalmışlar, taciz ve tecavüze uğrayanlar, çocuklar ve gençler, unutulduğunuzu sanmayın siz yaşlı amca ve teyzeleeeeer…
Burası ‘AK’ Parti pazarının en organik gaz ve kaliteli coplarının olduğu açık hava pazarı, gel vatandaş sen de geeeeeeel…
Kadın kotası desen bizde en üst düzeyde, gençler üzerinde yıllardır denenen, çocuk, hasta ve yaşlılarımız üzerinde hemen etki gösteren bu nadide ürünlerimize sizler de sahip olabilirsiniz. Sadece ve sadece bir görme, duyma ve konuşma uzaklığında.
Kampanya sloganımız; Heeeey, görün, duyun ve konuşun da görün…
Sıkıldığında gözünüzü kör etmez ve nefessizlikten öldürmezse, değdiğinde ezmez, morartmaz ve kırmazsa, demek ki biz de bu işi bilmiyormuşuz. Eğer vücuda temas sırasında bir etki görmezseniz lütfen en yakınınızdaki ‘hizmet cemaatimizin abi ve abla’ merkezlerine başvurun. Olmadı Kürtlere sorun, onlar nasıl iyi gaz koklanır, cop nasıl ve hangi bölgelere yenir, bir güzel anlatsınlar. Olmadı mı, yine de etki göstermiyor mu; e vallahi de billahi de o zaman istifa edeceğiz.
Abilerim, ablalarım, amca ve teyzelerim, uzak durma sen de katıl bu kampanyaya. Diğer hükümet dönemlerinde olmayan doğallık ve kalite sadece ve sadece bizim dönemimizde. Hem orijinal hem de marjinal olan bu ürünlerimizi kaçırmayın.
Bir gaz alana yanında bir limon da bizden; bir cop alana da, ikincisi devremizden…
Kimler bakmadı ki tadına; Hakkını arayan Kürtler, Aleviler, Sosyalist, Komünist ve Demokratlar, İşçi, Memur ve Emeklisinin sendikalı olanları. İnanmıyorsanız Kürt halkının vekilleri ve İnanç temsilcilerine sorun.
Parasız pulsuz, çekilişsiz kurasız, notersiz ama tasdikli, yarışmasız puansız, sınavsız ve notsuz, onaysız ama etkili, birkaç saniyede adamın feleğini şaşırtan, her değdiği yerde güller açtıran, son teknoloji “organik gaz ve kaliteli coplarımız”, sevgili polislerimizin kontrol ve denemesinde ve bir el uzaklığında siz değerli vatandaşlarımızı bekliyor.
Yok vatandaş yoooook…
Hiçbir hükümet döneminde böyle bir kampanya yok.
Bu ürünlerin tadına bakmanız için telefon, su, elektrik ve doğalgaz faturasına da gerek yok. Öyle kura falan da çekmiyoruz. Diğer ülkelerde kınından çıkmayıp sıkılmadan çöplere giden bu ürünler bizlerde ‘israf’ edilmiyor. Peki ya ne? Tabi ki biz helal etmek için bir güzel sünnetliyoruz.
Siz Kürtler, Aleviler, Sosyalistler, Komünistlerle Demokratlar, sizler bizim zaten garantili müşterilerimizsiniz.
Yok yoook kampanya içinde kampanya yapmak gerek! Sıkı durun!
“Ben susuyorum, görmüyor ve konuşmuyorum ama hani bana da, ben de istiyorum, ben de tadına bakmak istiyorum en sterilize ortamlarda ‘sünnetlenmiş’ olan ‘helal’ gaz ve copları” diyenleriniz çıkabilir. Her ne kadar kampanya şartlarımız susanlar, görmeyenler ve duymayanları kapsasa da biz demokratik bir ülke ve hükümetinin yetkilileriyiz, ondan dolayı 7/24 uyutma kampanyalarımıza bir yenisini ekliyoruz ve sussa, görmese ve konuşmasa da doğal olarak kampanyaya dâhil olanları açıklıyoruz.
Ey iktidarımıza yanaşmaya çalışan ve kendini inkâr eden ‘AK’ Partimizin ‘aydını’ Kürt, Alevi, Sosyalist ve Komünistlerle Demokrat geçinenleri;
Sizler konuşmasanız da sizleri temsil edenler konuşuyor. Siz evlerinizde oturup rahat rahat çaylarınızı yudumlarken bizler onları son modern hapishanelere atıyor haklarında binlerce yıl ceza veriyoruz ve dışarıda kalanları da bir güzel linç ettiriyoruz. Kürt ve Alevi ise terörist ve İslam düşmanlığıyla damgalıyoruz. Grevde bir işçi ise işten atıyor ve açlıkla terbiye etmeye çalışıyoruz. Ülkemizi bölmek için dağa çıkanları da heronlarla takip ediyor ve en dijitalinden olan karakollarımız, füzelerimiz, tam donanımlı jetlerimiz ve süper kobralarımızla imha etmeye çalışıyoruz. Mümkünse Ceylan gibi bedenlerinin her bir parçasını bir metre kareye dağıtıyoruz; olmadı ‘teröristin’ boynuna ip bağlıyor ve köy meydanlarında dolaştırıyoruz; erkek olanların penislerinden maskot, kadınların göğüs uçlarından tesbih yapıyoruz, askerlerimiz bilmem kaç piksel son teknoloji fotoğraf makineleriyle kimi zaman kafaları kesilmiş cesetlerin önünde pozlar veriyorlar. Soykırımın öncüsü Roboski’yi de unutmamak gerek, değil mi. Dahası bizler, mermilerimizi son teknolojik laboratuvarlarda üretiyor ve dezenfekte ediyoruz. Vücuda giren steril mermi eğer vücut mikroplu olsa dahi yerleştiği bedende temiz bir ortam sağlamaya neden oluyor. Öyle bilin ki görmese, duymasa ve konuşmasanız da bu kampanya da sizler de varsınız.
Ey namus olan oylarınızı ’AK’ Partimize veren işçi, köylü, memur ve emekliler;
O sendikalarınız var ya, hani bizimle pazarlık yapanlar; az da olsa onlar görüyor, duyuyor ve konuşuyor; onlar konuştukça kampanyamıza dâhil olup ikramiye olan gaz ile coplarımızdan faydalanıyorlar. Sizler de potansiyel müşterimiz olduğundan üzülmeyin, haberiniz ola ki bu kampanya günün birinde sizleri de vuracak.
Ey Kürdistan ve Türkiye halkı bırakın sisteme karşı direnmeyi; görmese, duymasa ve konuşmasanız dahi organiklerin en enlisi olan gazlar ve kaliteli coplar, Başbakanlığını Erdoğan’ın, İç işleri bakanlığını İdris Naim Şahin’in yaptığı AKP Hükümeti döneminde her daim siz değerli yurttaşların hizmetinde olacaktır.
Gel vatandaş geeeeeeeel…
26.09.2012
Mehmet Serhat Polatsoy

25 Eylül 2012 Salı

Kürde her gün 12, her gün 24 Eylül


Elbet bu tarihler, sömürgeci sistemce bilmemek üzere, sıradan ve günü birlik yaşam süren programlanmış insanlar için hiçbir şey ifade etmiyor ve doğal olarak sıradan bir gün gibi geliyor.
Ya tahmin edenler için!
Onlar, Kürdün katledilmediği hiç bir günü yok ki; 12 Eylül askeri faşist darbesinde tutuklanan insanlara yapılan vahşeti gördük, biliyoruz veya duyduk; mutlaka bu tarihte de Kürtlere karşı bir katliam yapılmıştır ki ondan dolayı 12’nin yanına 24 Eylül’ü de eklemişsiniz, diyecekler.
Peki ya tarihte yaşanılan bugün, bilenler için ne ifade ediyor?
Bilenler, milli görüş geleneğinin yürütücüsü ve kendine ‘insanım’, ‘Müslümanım’ diyen Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığını yaptığı hükümeti döneminde ve yine ‘Müslüman’ olduğunu söyleyen ‘biricik bakanı’ olan, adalet bakanlığını Şevket Kazan’ın yaptığı dönem olan 24 Eylül 1996 yılında Amed zindanında demir kalaslarla 10 PKK'li tutsağın kafalarının ezildiği ve beyinlerinin etrafa saçıldığını, söyleyecekler. Hani aynı ‘Müslüman’ Şevket Kazan’ın ‘Ulucanlarda kızıl bantlı devrimciler için’; onlar, gıda stoku yapmış ve gizli gizli yiyorlar dediği ve onlarca özgür tutsağın şehadete ulaştığı yıl olan 1996’dan bahsediyorum.
Demir kalaslarla beyinleri darmadağın edilen 10 tutsak.
Tarih 24 Eylül 1996’yı gösterirken Amed E tipi cezaevindeki 30 kişilik PKK’li tutsağa yönelik bir katliam planlandı ve kendilerine göre gerekçelerle tutsaklara demir çubuklar, zincirler, coplar ve kalaslarla kalleşçe saldırı düzenlendi. Saldırıya uğrayan 30 kişiden 10’u yaşamını yitirdi ve geriye kalanlara, kafalarında ikiye bölünen işkence aletleri için “kamu malına zarar verme” suçlarından davalar açıldı.
O dönemlerde Amed’de yaşayıp da Türk devletinin zulmüne tanık olup maruz kalmayan neredeyse tek bir Kürt yurttaşı yoktur. O günlere tanık olup maruz kalanlar şimdi bu satırları okuduklarında terleyecek, içlerine ateş düşecek, kalpleri çarpacak ve sanki yeni olmuş gibi titreyerek herkesten uzak bir köşede ağlayacaklardır.
Zulme uğrayanlar, tıpkı Amed’deyken henüz 15’ime girmemişken bana yapılan işkenceleri hatırladığım ve o anlara dönerek öfkelendiğim gibi öfkelenecek ve göğüsleri sıkışacak.
Peki ya bugün! Bugünün ne farkı var o yıllardan.
Kürt için zaman ve mekânın bir anlamı yok çünkü içinde olduğumuz bugünler de 24 Eylül 1996.
Bugün on bin özgür tutsak ‘süresiz dönüşümsüz özgürlük’ uğruna başlattıkları ölüm orucunun 14. gününde ve ölümler yavaş yavaş yaklaşıyor.
Özgür tutsaklar cezaevlerinde rahatça yıllarını geçirsinler diye değil, bir halkın özgürlüğü, onuru ve önderi için giriştiler bu yola. Yani bizler için. Salt Kürtler değil insanlık için onlar bedenlerini hiç çekinmeden ve menfaat beklemeden yatırdılar kayalıkların altına.
O günleri bilen, yaşayan, gören ve duyan olarak bizler, dün bize tattırılan zulüm ve sonucundaki katliamlarla şehadetleri unutacak mıyız, ya da unuttuk mu ki bugün 14.gününe giren ‘süresiz özgürlük’ eylemcilerini yalnız bırakıyoruz..!
O yıllarda Amed DGM’de yıkık dökük olan bir odaya getirirlerdi mahkemeye çıkaracak olan hücre ve zindan sakinlerini. Hücre günlerimdeki gibi gözlerim bağlı değildi mahkemeyi beklerken. Duyduğum onun sesiydi, “Selami” benim için Amed zindanının Esat Oktay’ıyla aynıydı. Ve sesinden tanımıştım onu.
Sordum; bana işkence yaparken hiç mi gözlerin yaşarmadı, hiç mi ellerin titremedi, hiç mi için acımadı, diye.
Selami: Oğlum, ben aldığım paraya bakarım paraya… demişti.
Esat Oktay ve diğerleri de sistemce çalınmış zihinleri, viran olmuş insanlıklarından dolayı yapıyor/yaptırıyorlardı o işkenceleri. Dün 12 Eylül ve 24 Eylül’ler’deki işkenceciler ve sorumluları bugün hala var ve ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşıyorlar.
Eskileri yetmezmiş gibi şimdi de hükümetinin her bir kadrosu bir Esat ve Selami’ye dönüşmüş ve Kürde kan kusturmaya çalışıyorlar. Bunların zihinleri, sömürgeci sistem tarafından işletilerek yönetiliyor. Bunlardan insanlık beklemek faydasız…
Dün belki korkaklığımız ve belki de çaresizliğimizden dolayı özgür tutsaklara ses olamadık. Ancak bugün çaresiz değil ve güçlüyüz. AKP hükümetinin katliam politikaları karşısında sessiz kalmamalı ve özgürlük direnişçilerine ses olmalıyız.
Onlar şimdi bedenlerini kayalıklar altına yatırmış ve özgürlüğe gün sayıyorlar; Artık bizler de elimizi taşın altına koymalı ve tutsaklığımızdan sıyrılmalıyız. İş, aş, para, kaygılarımızdan arınmalı ve olması gereken adrese karşı yönelmeliyiz. Bizler sistemin ta kendisine yönelmeyip, evimizde oturup yaşanan ve yaşanacak şehadetleri izledikçe sistem, daha nice Esat ve Selamiler türetecek ve Kürdistan daha nice Kemal, Hayri ve Mazlumlarla nice Ceylan, Enes, Şerzan ve Aydınlarını uğurlayacak…
PKK ve PJAK’lı tutsakların 426 gündür haber alınamayan Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın sağlık-güvenlik-özgürlük koşullarının sağlanması amacıyla başlattığı süresiz-dönüşümsüz açlık grevi 14. gününe girdi. Buna rağmen bizler, ‘bir ses vermek’ için henüz geç kalmış değiliz.
Sayın Öcalan nerede, sağ mı değil mi bilemiyoruz; özgür tutsaklar ise gün be gün eriyorlar. Eğer hala kendimize insanız diyorsak, onur ve hakikatten bahsediyorsak yeter demeli ve olduğumuz her ortamda direnişe güç katmak adına bir ses vermeliyiz.
24.09.2012
Mehmet Serhat Polatsoy


21 Eylül 2012 Cuma

PKK, nasıl durdurulur?


Yirminci yüzyıl boyunca Pozitivist bilimin Liberal ideolojisiyle hüküm sürdürülen Ulus-devletlerin bir ilerlemeden çok kangrenleşmiş sorunları beraberinde getirdiği gerçeği, hem bilim çevrelerince ve hem de Kapitalist modernite yürütücülerince anlaşılmış ve kısıtlamalı olarak soru ve sorgulamalar, yine kendi sistemlerini canlı tutma, sürdürülebilir kılma adına serbest bırakılmış ve sonuç için de programlar geliştirilerek, basın yayın aracılığı ile tartışmalar yürütme ihtiyaç gibi gösterilmiştir. Tıpkı Türk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘iyi şeyler olacak’ sözünün gittiği yer gibi. Baskıcı bir yönetimde eğer bir sözcü ‘iyi şeyler olacak’ diyorsa, -belirsizliği elden bırakmadan- esnek şüphecilik ile bakmak öyle negatifliği getirmiyor olduğundan, olabilecek iyi şeylerin yine kendi sistem ve yönetimlerinin devamlılığı için olabileceğini tahmin etmek gerekiyordu.

Bilimde prensip, bilinene yakın olanın, tahmin edilenin veya varsayılanın soruyla başlaması ve sonradan ya deney ya da gözlem yolu ile bir netliğe ulaşmasıyla devam eder. Yani bir sorunun ortaya çıkması için ilk elden bir olayın veya olgunun olması gerekmiyor, pratik sergilenmeden de soru ve sorgulamalar ortaya çıkabiliyor; ya da tam zıddı. Yani soru her şekliyle ortaya çıkabiliyor. Bilimsel araştırmaların aşamaları önce ‘veri toplama’, ardından ‘veri analizi’ ve sonrasında da ‘bulguların yorumlanması ve rapor yazımı’ işlemleri ile gerçekleşir ve sonrasında kitaplarda bütün dünyaya buluş diye okutulur.

Tüm bu araştırma aşamaları, askeri anlamda işgal, siyasal anlamda statüsüz bırakma, ekonomik olarak sömürü, fiziki açıdan soykırıma varan katliam ve sosyo-kültürel olarak da soykırım hali yaşayan Kürt halkı ve Kürdistan coğrafyasının sorunlaştırılan gerçekliği için on yıllardır denenmiş ve bulunmuş olmasına rağmen hala bir sonuca ulaşmıyorsa bu ‘yanlı bilimin veya kapitalist modernitenin herhangi bir çözüm istememesindendi.

AKP devletinin başta Kürt halkı ve Aleviler olmak üzere tüm ezilen halk kesimlerine karşı başlattığı özü imha ve inkar olan ‘milli birlik-bütünlük projesi’ operasyonu ile kangrenleşen sorunlar beraberinde, Başta Erdoğan olmak üzere kimi çevrelerde soru ve sorgulamaların doğmasına neden oldu. Mevcut durum, tıpkı Klasik fizikten Kuantum fiziğine geçişin zorluğu ve bu hakikat sırasında Einstein’in ‘tanrı zar atmaz’ sözündeki hayal kırıklığı gibi, Kürt ve Kürdistan gerçekliğini bütün dünyaya duyuran PKK hareketinin yenilmezliği karşısında akıl tutulması yaşayan hem AKP devleti ve hem de Liberal yazarların soru sormaları ve çürümüş sistemi artık sorgulamaya başlamaları gibidir.

Dikkat ederseniz eğer Türk Başbakanı Erdoğan dün, “eğer PKK silahları bırakırsa” zaten operasyon olmaz, dedi. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü… Erdoğan burada aslında oyalama taktiğinden çok –ki zaten artık Kürt halkı oyalamaya gelmeyeceğini ilan etti- bir soru sorarak kendi içinde sorgulamayı başlattı. Savaşın en şiddetli ve PKK’nin ‘alan hakimiyeti’ kurduğu bir sırada Başbakan tarafından sarf edilen bu söz bir yenilgi durumuyla birlikte, soru ve sorgulamaların da başlangıcının en bariz göstergesidir.

Yine Türk basının fenomenlerinden olan Mehmet Ali Birand; TSK, PKK’yi neden durduramıyor? başlığıyla bir yazı kaleme almış ve kendince PKK’nin neden bitirilemediğinin nedenlerini şıklar halinde sıralamış. Burada nedenlerden çok artık Birand’ın da, AKP hükümetinin süreci yönetemediğini, var olan ‘soruna’ derman olamadığını ve iyiden iyiye Kürt ve Türk halklarının bir ayrışmayı yaşadığının soru ve sorgulamasını yapmasıdır. Mehmet Ali Birand ki bir dönem ve hala devam eden özel savaş hükümetlerinin kalemşörlüğünü yapan ve hiç çekinmeden de bunu itiraf eden bir kişiliktir. 1980'lerde Pekeke diyen Birand, 90'ların başından itibaren ‘büyük’ devletine inanmış olacak ki çark ederek o da; Pekaka demeye ve on yıllar sonra kendisinin de itiraf ettiği gibi "zaman zaman biz zaman zaman da hükümet ve askeri kaynaklarından bizlere servis edilen düzmece-yalan-yanlış haberlere imza atıyor ve ardından bizler bu haberlere kendimiz de inanarak bu temelde bir yorumlamaya gidiyorduk”, diyecekti.

Bence Birand yazı başlığındaki sorusuna cevabını çoktan bulmuş ve ‘köylü kurnazlığı’ dediğimiz taktiği uygulayarak o da modern kurnazlık yapıyor ve "bildiğini başkalarına söyletmeye" çalışıyor. Bununla birlikte kendisiyle beraber başkalarının da soru sormasını veya cevaplandırmasını istiyor.

Peki nedir o bildiği gerçek denilecek olursa da; TSK'da olmayan inanç PKK gerillalarında var. TSK, PKK'yi durduramaz çünkü gerillaların bir özgürlük ve işgal edilmiş bir ülke aşkları var. Yani bu gerçekle demek ki, ‘tanrı zar atmış’ oluyor. Sayın Birand eğer Kuantumu incelerse değil TSK’nın hiçbir teknolojik gücün PKK ve özgürlük savaşçılarını bitiremeyeceğini anlayacak ve sorusuna en hakikatlisinden cevabı da orada bulacaktır diye düşünüyorum. Bu durumda hem mantıksal, felsefik ve hem de bilimsel olarak PKK yenilmez/yenilemez. PKK, Kürt ve Kürdistan’a çözüm bulunduktan sonra da bitmez, ancak durur. Durduğu an zaten Kürt ve Kürdistan’ın özgürlüğünün olduğu zaferin taçlandığı andır. Bunun için de işgal edilmiş Kürdistan topraklarından postal ve sömürünün kalkması gerekmektedir.

İşte PKK, bilimsel olarak ancak böyle durdurulur.

Hadi hayırlısı! Hazır soru ve sorgulamalar başlamışken belki bir çözüm kapısı da aralanabilir!

18.09.2012

4 Eylül 2012 Salı

AKP Devleti savaşı kaybetti; PKK, zaferini ilan ediyor!

Otuz yıldır devam eden düşük yoğunluklu savaş, birkaç aydır orta ve hatta içinde olduğumuz günlerde yüksek bir seyirde sürüyor. Türk devleti bazı taktiksel dönem pratiklerinin dışında her zaman PKK’ye karşı yüksek düzeyde bir savaş yürütmüş ve her gelen hükümeti eliyle Kürt halk gerçekliğini tanıyıcı adımlar atacağına ve sorunlaştırılan gerçekliğe çözüm olacağına o habire çözüm yöntemini, PKK’yi tasfiye etmeyle bulmaya çalışıyor. Bir yandan emekli olan generaller ve diğer yandan genelkurmay başkanlığıyla birlikte AKP hükümetinin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, PKK’nin düşük yoğunluklu bir savaş yürüttüğü ve aksine TSK’nın da oldukça yüksek – yeni dönem strateji etrafında inkârdan çok imhaya dönük- savaş ve politikaları yürüttükleri ortaya çıkıyor. Yani bu sonuç bir yerde, resmi ağızlar tarafından da teyit edilmiş oluyor.
En son 2009 yılında KCK başkanlık konseyinin açıklamalarına bakacak olursak; “ biz henüz gücümüzün %5’lik bir kısmını devreye koymuş bulunuyoruz. TC’nin hem siyasal cephe hem de askeri cephede bu kadar yoğunluklu olarak üzerimize gelmesine karşılık bizde eğer gücümüzü % 50’ye çıkartır ve saldırırsak düşünün bu savaş, daha on yıllar boyunca devam eder” diyerek aslında bir yerde gelinen sürecin ipuçlarını veriyordu.
Türk ırk devletinin tüm yönelimlerini boşa çıkaran PKK hareketi gelinen süreçte, BDP tabanından da çıkıp diğer partilere oy veren Kürtlere de bir ışık ve kurtarıcı oldu. Bu temelde Kürt halkının kurtarıcı olarak görüp benimsediği PKK hareketi ideolojik, gerilla öfke ve intikamın dili ile birlikte barış savaşçısı ve bir yılı aşkın süredir üzerindeki tecrit ile Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan’ında direnişiyle Kürt halkı, moral değerlerini hep üst düzeyde tutmuş ve en zor şartlar altında dahi psikolojisini daha bir çelikleştirmiştir.
Türk devletinin hem toplu gerilla ve hem de halk katliamlarında tabloların en acılı olanıyla karşılaşan Kürt halkı, özgürlük hareketine daima güvenmiş ve destek olarak da yılmadan arkalarında olduğu mesajını her daim vermiştir. Bu tablo AKP devleti ve Ordusunun moralini bozduğu gibi düzenli savaş halinden çıkıp kimyasallara başvuracak kadar acze sokan ve intihara varabilecek operasyonel pratikler ve açıklamalara sebebiyet verdirmiştir.
Bunun yanı sıra Gerilla savunma halindeyken bile gelen saldırıları püskürtüyor, baskın yaptığında da neredeyse kayıp vermeden üstlenme alanlarına dönerek psikolojik üstünlüğü de ellerinde tutabiliyorlar.
AKP devleti ve Türk ordusunun bu savaşı kazanamayacağının ve aslında büyük ölçüde kaybettiklerinin en önemli göstergelerinden biri de, sürekli üç beş ‘çapulcu’ dedikleri özgürlük savaşçıları olan gerillalara karşı yüzbinlerce asker, polis, korucu, özel paralı ordu göndererek başarısız kalması ve üstüne üstlük hem yaptığı operasyon ve hem de gerillanın devrimci harekâtları sırasında kaptırdığı silahlarıdır. Silah askerin namusudur denilerek tugayda, alayda veya herhangi bir askeri kurumda kaybolan en küçük bir tabanca bile komple bir birliğin sürülmesi ve soruşturmalık olmasıyla sonuçlanıyorken, gerilla her çatışma sonrası mutlaka onlarca silah ve mühimmata el koyabiliyor.
Dün Bêşebab’ta düzenlenen devrimci harekât sonrası ele geçirilen askeri mühimmatı hepiniz Nûce TV ekranlarından izlemişsinizdir. Görüntülerde dikkat çekici olan en önemli ayrıntı, “kurşunlarla HPG” yazılmasıydı. Bu görüntü AKP devleti, TSK ve askerlerin aklını almakla kalkmıyor, Ortadoğu nezdinde de Türk devletinin düzenbazlığını hükümetin sahtekârlık, riyakârlık ve yalancılığını ortaya net bir biçimde seriyor. Bir yerde ortaya çıkan sonuç, özgürlük savaşçılarının değil kendilerinin “üç-beş- çapulcu olduğu gerçeğidir.
Sayın Selahattin Demirtaş’ın, “400 km gerillanın denetiminde” açıklaması sonrası kopartılan kıyametler, ardından Demirtaş’ı teyit edici bir seyir izledi. Öyle ki bütün Kürdistan ve Türkiye’nin karşısında canlı yayında Erdoğan tarafından bile TV’de yapılan bir ‘söyleşi’ ile gerillanın bu denetimi, itiraf edildi.
Tüm bu çaresizlik örnekleri de gösteriyor ki AKP Hükümeti kesin ve net düşüşünü yaşıyor. Aslında AKP’nin düşüşünü de bir yana bırakacak olursak ben eğer Türk devleti böyle giderse çok çok birkaç yıla kalmaz, bir Libya, Mısır, Ürdün, Irak ve Suriye gibi olabileceğini dahi iddia ediyorum. Bir yerde sürecin bu şekilde devam etmesi Türkiye’nin Suriye ve İran’dan önce çökmesi anlamına da gelebilir. Erdoğan zihniyetine bakacak olursak o bir Osmanlı hülyasında ve üst düzey faşist profiliyle orta yerde duruyor. Belki Suriye ve İran demokratikleşebilir ama ben bu zihniyetle –ki değişebileceğini de sanmıyorum- Türkiye’nin demokratikleşeceğine hiç ama hiç ihtimal vermiyorum.
Son olarak, Türk devletinin gelmiş olduğu nokta ve çöküşünü Erdoğan bizlere sunuyor ve diyor ki; “Bizi tuzağa düşüremezler”…  Yazık! Erdoğan kucakta olanın tuzaklara düşme ihtimalini de görmek istemiyor olacak ki böyle bir söz sarf ediyor.
Erdoğan’ın, BDP çevresinin açıklamaları ve en son gerillanın Şemzînan, Çelê ve Gever alan denetimi sonrası Bêşebab devrimci harekâtı ile beraber, medyaya yansıyan açıklamasına bakılırsa kendi oluşturdukları AKP devletiyle birlikte TC, mutlak bir çöküş sürecindedir. Bir ülkenin başbakanı ki “ bizi tuzağa düşüremezler” diye açıklama yapıyor ve çaresizliklerinin ne düzeyde olduğunu kamuoyuna ilan ediyor.
Savaş hala sürüyor ve gerilla, gücünün henüz tamamını kullanmış değil, hatta diyebilirim ki gücünün sadece %30’unu kullanıyor. Erdoğan’ın “tuzağa düşmeyiz” dediği şey bir yerde de; “ bu moral bozukluğu ve psikolojik sarsıntıyla, ben ne senin üzerine gelebilirim ne de bu süreçte Roboskî katliamı gibi katliamlar yapabilirim” demek oluyor.
Bir Devlet ve Ordu’su için her şeyden çok moral gerekiyor. Yoksa bir milyon askerin, en son teknolojik silahın ve istihbaratın olsa da sen hele hele işgal ettiğin Kürdistan coğrafyasında böylesine bir gerilla gücü karşısında bu kayıp ve moralsizliklerinle başarılı olamaz, ya yeni bir hükümet ile yoluna devam edersin ya da devletin bir devrim ile bu defa en hakikatlisinden halk tarafından ele geçirilir.
Çöküşte olan AKP ile birlikte Türk devletinin ta kendisidir, diyor ve mevcut süreçte tüm moral ve psikolojik üstünlüğün PKK ve Kürt halkında olduğunu belirterek Kürt ve Kürdistan’ın özgürlüğüne sayılı günler kaldığının müjdesini bu sonuçlara bakarak kendime, rahatlıkla verebiliyorum. Türk devleti savaşı kaybetti ve PKK, önümüzdeki aylarda zaferini ilan edecek.
04.09.2012
Mehmet Serhat Polatsoy

2 Eylül 2012 Pazar

AKP mitinglerine dönüşen TV programları


Hemen her hafta bir Türk kanalında programa çıkan Başbakan Erdoğan ve Bakanları, gittikleri TV’leri adeta işgal, sunucuları teslim, yorumcuları da sıraya dizerek kendilerinden başka kimselerin konuşmasına dahi fırsat vermiyorlar. Elbet onlar, Türkiye ve Türk halkının Başbakan ve Bakanları, Türk medyasında çıkmayacaklar da, Kürt medyası Nûçe ve Stêrk TV’lerinde mi çıkacaklar!
AKP Hükümet erkânı, bazen anlık gelişen programlar, bazen önceden an’ı hazırlayıp tertiplenen programlar ve bazen de günler öncesinden tarihi belirli olan programlara çıkıyorlar. Bu programlar bazen –gelenekselleşen- ‘Ulusa Sesleniş’, bazen ’Söyleşi’ ve bazen de ‘Güncel Sorunlar’ adı altında düzenleniyor.
Artık Erdoğan ve AKP’nin mi isteğidir, yoksa Türk medyasının reyting kaygısı nedeniyle mi bilinmez ama Türk medyası günler öncesinden başlar seyirci toplamaya. Tabi mesele Türkiye’nin Başbakanı olunca bütün çevreler izlemek için geçer TV karşısına. Malum burası Türkiye ve her kesin her kesimin belli sorunları var. Böylelikle AKP, mitinglerde bulduğu sayıdan daha fazlasını TV’lerdeki programlarda bulur. Hani 72 milyon bizi izliyor deniliyor ya, işte aynen öyle.
Bütün Türkiye; acaba Başbakan ne diyecek diye bekliyor! Öğrenciler harçları merak ederken… Emekliler acaba maaşımıza zam gelecek mi diye TV karşısında uyukluyorlar. Ya işçiler! Onlar da belki ‘bir simit daha alabiliriz ve asgari ücrette artış olacak mı’ diye, bir gözleri ekran da diğer gözleri pencereden gece yarısı gelecek olan fabrika minibüsünü bekleyerek dinliyorlar, Başbakanlarını.
Kürtler mi?
Boş verin, kim takar Kürtleri! Hem Kürtlerin hiçbir sorunu yok ki! Kürtler ‘asimilasyondan geçirilmiyor, köylerinden göçürtülmüyor, yaşadıkları coğrafya olan Kürdistan’da ormanları yakılmıyor, çocukları havanlarla parçalanmıyor, vekil ve siyasetçileri zindanda değil, mitingleri yasaklanmıyor, linç edilmiyorlar, her yerde özgürce dillerini konuşabiliyorlar, kardeşleri, abileri, ablaları, baba ve anneleri zindanda süresiz-dönüşümsüz açlık grevlerinde değil ve ölüm sınırına yaklaşmamışlar’ ki!
Kürt halkının bırakın gerçekliğini, sorunu dahi yok! Bir öğrenci, işçi, memur ve emekli gerçekliğinin sorunları var ama Kürt halk gerçekliğinin yüzyıllık sorunları yok arkadaş. Ya ne var? ‘Terör’ belası var ve Kürt halkı devletten değil, tez elden ‘BDP ve PKK belasından’ kurtarılmalı!
Başbakan mitinge çevirdiği TV programlarında işte milyonlar tarafından böyle izleniyor ve sorulara cevap veriyor.
Bakın sorular öyle bildiğimiz gibi anlık gelen cinsten değil. Öyle pat diye soru mu olurmuş! Başbakan Erdoğan’a sorulacak sorular günler öncesinden AKP Genel merkezine gönderilir ve elemeden geçirilerek Erdoğan’ı terletmeyecek az sayıda soru sorulması için izin verilir ki bu soruların hepsi önceden moderatörde vardır.
Mitinge, pardon! Birde stüdyoya Türk basınında belli bazı genel yayın yönetmenleri çağrılır ki bunlar adeta “prompter” görevi görürler. Özgür Gündem, Birgün ve Evrensel gazetelerinin genel yayın yönetmenlerini çağıracak halleri yok ya; zira onlar hakikati haykırarak sıkıştırır ve terletirler ‘yüce’ Erdoğan’ı. İncitmeyen, zorlamayan, acıtmayan, köşeye sıkıştırmayan, gerçeği soramayan stüdyodaki gazeteciler sorularıyla birer prompter oldukları gibi, gülüşleriyle de alkış oluyorlar ve miting ‘güzel’ ve iktidarın istediği şekliyle son buluyor.
Mitinge dönüşen program sonunda büyük bir hayal kırıklığı! Çünkü belediye işçilerine kaldı miting alanına gelen izleyicilerin artıklarını temizlemek. O artıklar ki Türkiye’nin gerçek sorunları.
İşçiler, yine zam yok, yine bir şey çıkmadı diye mi üzülsünler yoksa TV’ye daldıklarından dolayı servis minibüsünü kaçırdıklarına ve işe geç gittiklerinden dolayı patrondan azar işiteceklerine mi? Emekliler zaten uykunun tadını çıkarıp rüyalarında zamlarıyla tatile gitmişler bile. Öğrenciler yine part tıme iş bulmanın yolunu aramaya koyulmuş ve memurlar, kravatlarını geceden bağlayıp uyumuş oluyorlar ki, hakikat onlara yardım eylesin.
Kürtleeer?
Onlar da kim oluyor?
01.09.2012 / Mehmet Serhat Polatsoy