31 Aralık 2012 Pazartesi

Maneviyatı tekelleştiren Erdoğan ve Kürdün maneviyatı


Türk Başbakanı Erdoğan geçen gün Urfa’da –PKK’yi kast ederek- Kürt halkına çağrı yapıp:  “Bölgedeki kardeşim hep beraber terör örgütüyle, onun yedeğinde siyaset yapan partiyle arana duvarı çek. Bu ülkeye, bu millete kasteden terör örgütüyle aranıza mesafe koyun. Hiçbir ortak değeri yok bunların. ‘Maneviyat yok’ bunlarda”, dedi.
Erdoğan ve Fettullah gülen cemaatinin Türkiye ve Kürdistan’da psikolojik üstünlük sağlama adına propagandaya dönüştürdüğü “bunların maneviyatı yok” edebiyatı iyiden iyiye Türk devletinin psikolojik özel savaş pratiği haline geldi.
Açıklamadan da anlaşılacağı üzere Erdoğan bilinçaltında kendisini, Tanrı yerine koyup hüküm veriyor ve ruhsal/enerjisel bir olgu olan maneviyatı tekelleştirerek, bu öznelliğin Kürdistan’da PKK ve BDP’de, yani bütünlüklü olarak Özgürlük hareketine bağlı olan insanlarda olmadığını hiç çekinmeden söyleyebiliyor. Bunu söylerken hem Kürt halkının “aklından yoksunluğu olduğunu” belirterek özgür Kürde hakaret etmiş ve “hedef göstermiştir” ve hem de “kim ki PKK ve BDP ile arasına duvar çekmezse” diyerek, önümüzdeki günlerde “sivil halka” ne denli yönelim olacağını açık tehdit ile dile getirmiştir.
Buraya kadar Erdoğan’ın 2005 yılından sonra başvurduğu yol olan “ya sev, ya terk et” yöntemli söylemleri olduğunun bilinciyle biz, alışılmışın dışında olmayan bu açıklamaları bir yana bırakarak Kürt halkının maneviyatının ne denli güçlü olduğunu görmek için, hakikatin sırrına erelim.
Kürt halkının maneviyatına dikkat çekmek amacıyla öyle Gotian ülkesinin işgali ile başlayıp 4.000 yıl evveline gitmeye gerek kalmadan 12 Eylül Faşist darbesi sonrasıyla pek ala bugünlere gelip açıklayabiliriz, diye düşünüyorum.
Bilindiği üzere büyük bir iradi güç gösteri olarak bir Amed zindan direnişi gerçeği vardır. Mazlum, Kemal, Hayri ve Ferhatlarla yaratılan bir direniş geleneği vardır. Mazlum’un “teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür” diyerek üç kibrit çöpü ile simgeleştirilen sonsuzluğa açtığı kapı, Kemallerin “biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” diyerek ölüm orucuyla şehadete gidişleri ve Ferhatların ‘ateşi gürleştirin’ sözünde apaçık ortada olan inanç halleri, Kürdün maneviyatının ne denli derin olduğunu gözler önüne sermiştir.
Sonra yakılan yıkılan binlerce köy ve zorunlu göç denilen aslında tarihsel sosyolojik değerlendirmeye tabi tutulduğunda üstü kapalı olan bir “tehcir” harekâtı sonrası Türk metropollerinde Türk kölesi işçi haline getirilen ama yılgınlık nedir bilmeden Özgürlük hareketine her koşulda destek veren halk gerçekliği var. Yerlerinden yurtlarından edilen halk, gittikleri yerlerde de Devlet baskı ve zulmüne maruz kalarak tutuklanma ve ölümleri görmüş olsalar da yine de maneviyatlarından kan kaybetmemiş ve şaşmaz bağlarla Özgürlük hareketine tutunmaya devam etmişlerdir.
Ardından, on yedi bin diye ifade edilen,  faili meçhul denilerek tozlu raflara alınan ve bu güne kadar failleri bulunamayan bir katliamlar dizisi var. Her ne kadar bireyselliğe indirgeyici nicelikler üzerinden bir değerlendirilmeye tabi tutulsa da, niteliği “sistematik soykırım” olan yönelime karşı halkın bugüne dek süren direnişi var. Hangi halka bu denli yüklenilse o halk, ya tamamıyla sisteme kul olur ya da bir deliler topluluğuna dönerlerdi. Kürt halkı bu yönelimden de derin inanç maneviyatlarıyla kurtuldular ve annesi, babası, abisi vs. tüm aile bireylerini kaybetmiş olsalar da, hayatta kalan diğer fertler bugün yine Özgürlük hareketine bağlı bir şekilde ya Kürdistan dağlarında gerilla ya da Türk metropollerinde onlara acı, kan, gözyaşı ve ölümü reva gören Türk sistemine kafa tutarak direnmeye devam ediyorlar.
Bunca zulüm ve ölüme rağmen iradesini halka teslim etmiş ve yüreği Kürdistan aşkı ile yanan her bir özgür yurttaş, bulunduğu her ortamı Kandil, Cudi, Gabar ve Amanoslara çevirerek maneviyatlarının ne denli hakikatli olduğunu ispatlamışlardır.
Kürdün maneviyatının güçlülüğü daha dün savaş uçaklarıyla bombalanan 34 Roboski’li için gösterilmek isten-meyen ve kaotik ortam yaratabilecek maddi tepkisizlikten bellidir. Kürdün maneviyatlı oluşu, Ceylan, Enes, Uğur, Şerzan ve daha niceleri için “azdan az çoktan çok” demeyerek kontrolsüz bir savaşı başlatmadıklarından da bellidir.
Kürdün maneviyatının güçlü oluşu, kışın dondurucu soğuğuna rağmen ölümün hangi kaya ardında gizli olduğunu bilmeden patika yollarda özgür yaşama yürüyenlerinden de bellidir.
Kürdün maneviyatının ne denli güçlü oluşunu bütün dünya daha dün 68 günlük açlık grevi eyleminde gördü.
Maneviyat’ı yok dediğiniz Kürt halkı her şeye rağmen eğer bugün hala Türkiye halklarıyla bir arada yaşayalım diyerek –şimdilik- sınırları sorun etmiyorlarsa, bilin ki bunun asıl nedeni hümanist duygularla birlikte onurlu bir barışa olan inanç ve maneviyatın çelikleşmesi halidir.
Bir de asıl maneviyat nedir biliyor musunuz Sayın Başbakan?
Maneviyat demek, 15. Yılına girecek olan ağırlaştırılmış tecrit altında Kürt halkının özgürlüğü ve halkların kardeşliği adına İmralı zulmüne dayanan Sayın Öcalan’ın bilinçleri allak bullak eden insanüstü direnişi demektir.
Bundan daha büyük maneviyat, bundan daha büyük insani irade, bundan daha büyük birlikte yaşam ateşi, bundan daha büyük güç ve bundan daha büyük direniş ve hakikat yoktur.
Not: Yeni bir yıla girerken, umarım 2013 yılı tüm ezilen halklara özgürlük getirir diyor ve başta Kürt ve Kürdistan halkının sonrasında tüm dünya insanlığının yeni yılını kutluyorum.

26 Aralık 2012 Çarşamba

Ölümsüzlük, Hakikat ve Aşk

BDP Suruç Belediye Meclis üyesi ve Sosyolog-Yazar: Mustafa Ekrem Polatsoy

Yaşam her zaman biyolojik anlamda var olmak değildir. Aynı zamanda yokluk da bir yaşamdır. Yeter ki o yok olma şekli bazı şeylerin var olmasını anlamlı kılabilecek bir yokluk olsun.
Bazen denir ya “bir şeyi seveceğin zaman onu sonsuz bir şekilde sevme çünkü onun bir sonu vardır”. Aslında öyle değildir. Siz sevdiğiniz ve mücadele ettiğiniz değerlerin anlamlı olduğuna inanıyorsanız onu sonsuz sevin.
Çünkü sonlu bir şey yoktur her şey sonsuzdur. Uzay gibidir; her zaman genişler ve büyür.
İnsanoğlu yaşamı boyunca hep ölümsüzlüğün arayışçısı oldu. Kimi tatlı canı için kimi de hakikat ve aşk için. Gılgameş destanındaki Gılgameş ölmemek için, ölümsüzlük için dağları, taşları, ovaları, dereleri aşarak biyolojik anlamda ölümsüzlüğü aradı ama Gılgameş hiçbir zaman biyolojik ölümsüzlüğün çözümünü bulamadı.
Fakat bugün Gılgameş, adı ve namıyla aramızda ve yaşıyor. Hala var ve ölmedi. İşte gerçek yaşam budur.
Gılgameş aslında ölümsüzlüğün ilacını buldu ama o zaman anlamadı. Aynen Ameriko Vespuçi gibi. Vespuçi Amerika’yı keşfetmişti. Ama keşfettiği yeri başka bir yer sanıyordu.
Önemli olan neyi aradığımızı bilmekte yatıyor her şey.
Sevgi, zaman ve mekandan bağımsız bir kavramdır. Bir şeyi sevmek için onunla aynı zamanda yaşamanıza gerek yok. tarihten, sevdiğiniz hangi kahramanla aynı zamanda yaşadınız? Ama seviyorsunuz onu. Yine sevmek için aynı mekanı paylaşmanıza da gerek yoktur. Sevdiğiniz şey sizden çok uzaklarda dört duvar arasında da olabilir. Ya da dünyanın bir diğer ucunda Vespuçi’nin topraklarında da olabilir. Ama var olduğunu biliyorsunuz.
Uğruna yaşadığınız ve mücadele ettiğiniz şeylerin ne olduğunu bilirseniz eğer, ne mutlu size.
Söz konusu yaşamsa eğer ve bu yaşam hakikat ve aşk üzerine kuruluysa, biyolojik olarak var olacağım kısmı, işin teferruatıdır.
İşte o zaman varsanız, zaten canlısınızdır. Yoksanız da Gılgameşsiniz.
BDP Suruç Belediye Meclis Üyesi ve Sosyolog-Yazar: Mustafa Ekrem Polatsoy

23 Aralık 2012 Pazar

Rojava’ya Kızıl Kürdistan planı mı?


İçinden geçtiğimiz süreç 1800-1900’lü yıllara çok benziyor. Yani zaman farkı olmazsa şimdi, o yıllardayız denilebilecek pratikler sergileniyor. Özellikle Kürdistan’ın –tıpkı Kızıl Kürdistan gibi- küçük parçası Batı yakası üzerine gelişen uluslararası politikalar ve PYD’yi etkisizleştirme pratikleriyle genel olarak Kuzey, Güney ve Doğu Kürdistan’da sömürgeci ile girilen ‘derin ilişkilerle’ gelişmeler beni, böyle düşüncelere sevk ediyor.
Öncesinde her ne kadar işgal hareketleri olsa da bilindiği üzere Kürdistan 1639 öncesine dek tek parça olarak geldi. 1639’ta Osmanlı ve Farsların Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla birlikte bu tek parça “iki yakaya” dönüştürüldü. Ve herkesin zaman zaman ettiği; İki yakan bir araya gelmesin, bedduası da böylelikle ortaya çıkmış oldu. Bu beddua her ne kadar günümüze dek söylense de, Rusya ve İran’ın 1828’de imzaladıkları Türkmençayı anlaşması ile fiili olarak Kürdistan çoktan üç yakaya ayırılmıştı bile.
Lozan geldi çattı ve Kürdistan tam beş ayrı parçaya bölündü. Akabinde 1929 yılında Rusya-Türkiye arasında imzalanan Edirne anlaşmasıyla Kürdistan’ın beşinci parçası yani Kızıl Kürdistan resmi olarak koparıldı.
O dönem Stalin önderliğindeki Sovyetler gücü –her ne kadar bazı Sosyalistler kabul etmese de- Kürtleri darmadağın etti; öyle ki Kürtler, Sibirya’ya dek sürüldüler. Tehcir politikaları ustalıkla yapılıyordu ki Kürtler yarınlarda beşinci Kürdistan parçasıyla ilgili hiçbir iddiada bulunamasınlar. Öyle ya, halkı olmayan parça ne işe yarayacaktı ki!
Beşinci parça yok oldu; şimdilerde dahi hiçbir Kürt kurum-örgütü bu beşinci parçadan söz edemiyor. Nasıl etsinler ki, o parçada halk yok!
Kürdistan dört parça şimdi; Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında dört ayrı parçadan ibaret bir ülke…
Tabi o dönemler sömürgecilerin bu pratikleri karşısında örgütlü bir Kürt gücü yoktu. Belirli stratejik programlar dâhilinde oldu tüm yaşananlar. Ancak şimdi öyle değil; Irak’ta dünyaca tanınmış Federe Kürdistan bölgesi, İran ve Türkiye’de terörist örgütler listesinde PJAK ve PKK, Suriye’de de –bölge ülkelerince marjinalleştirilmeye çalışılan- Kürtleri savunan bir PYD var.
O dönemler Kürtler sahipsiz olarak parçalara bölünüyordu. Şimdi ise savunanları var. Ancak Kürtler açısından -bu kadar örgüt olmasına rağmen hala ulusal birlik ruhu yakalanmadığından- büyük bir sıkıntı var; o da “dörde” düşürülen Kürdistan’ın böyle giderse “üç veya üç buçuk”  parçaya indirilme durumu.
Bu durumda büyük oranda belirlilik arz eden Güney Kürdistan yönetimi var. Yani birazda beni Rojava’nın –tamamı olmasa da bir bölümünün- satılığa çıkarıldığına dair şüphelere iten neden Güney Kürdistan yönetiminin Kuzey Kürdistan parçasındaki PKK ve Batı Kürdistan’daki PYD’ye karşı Türk devletiyle giriştiği anlaşmalar, açık ve gizli toplantılarla pratikleri oluyor.
Sanki İran-Türkiye anlaşması olan Sadabat Paktı benzeri bir anlaşma Rojava için Güney-Türkiye arasında imzalanmışa benziyor!
Türk devlet güçlerince hemen hemen her gün Güney topraklarına atılan bombalar, vurulan köyler ve siviller olmasına karşın Güney yönetiminin tüm bu onur kırıcı ve işgal pratiği olaylara sessiz kalması, açıkçası şüphelerimi fazlalaştırıyor. Sonra mesela PKK lideri Sayın Öcalan’ın tutukluluk ve tecrit konusu Güney’i rahatsız etmiyor. Roboski katliamı sonucunda tepki-kınama olmadı; aksine –ulusal ilkeye sığmayan maddiyatçı pratik ile- ulusal dayanışmanın yerine Güney yönetimince köylülere para dağıtıldı. KCK adı altında zindanlara konulan binlerce Kürt tutsak, Güney’in umurunda bile değil. Tüm bunlarla beraber Güney yönetiminin Rojava’daki “ulusal birliği” dinamitleyici tutum ve tavrı! PYD’yi marjinalleştirmek için yapılan birçok toplantı ve kamuoyuna yansıyan “delilli belgeler” hakkında Güney yönetiminden tek bir açıklama dahi gelmedi. Ayrıca Türkiye yetmezmiş gibi Güney yönetimi de Rojava’daki kardeşlerinin yüzüne kapıyı kapatmış ve halk perişan halde. İnanmayanların mutlaka özel olarak tek tek Rojava şehirlerini gidip görmesi gerek. Gördüğünüzde maalesef gözyaşlarınızı tutamayacağınız ve insanlığınızdan utanacağınız bir tabloyla karşılaşacaksınız.
Sömürgeciler 1639-1828-1922-1924-1929 yıllarında Kürtsüz olarak Kürdistan’ı paramparça ettiler. Şimdilerde yeni parçalanmalar maalesef ki son günlere yansıyan Güney pratikleri karşısında Kürtsüz değil gibi.
Ne Sayın Öcalan’a uygulanan ağırlaştırılmış tecrit, ne KCK adındaki siyasi soykırım operasyonları, ne zorla taban yaratılmaya çalışılan Hizbullah’ın Kuzey’de parti kurması, ne Zaza-Dimilî’lerin ayrı halk olduğunun propagandası, ne KDP ve Selahaddin Taburu ile iyi ilişkileri olan Azadî partisinin Rojava’daki pratikleri ve ne Güney Kürdistan yönetiminin sınır kapısını kapatması ve dahası Rojava halkının yaşamını tümden bitirmek olan sınıra Peşmerge konuşlandırarak kaçakçıların geçişini engellemesiyle birlikte TC ve ÖSO’yla olan derin ilişkileri bir birinden bağımsız değildir. Bu derin ilişki ve politikalara karşı en kısa sürede tüm parçalarda “ulusal birlik” sağlanmaz ve şayet güçlü bir duruş ve bir tedbir alınmazsa öyle görünüyor ki bu pratikler sömürgecilerin istediği şekliyle devam edecek ve Rojava’yı, Kızıl Kürdistan’ın trajedisi bekliyor olacaktır. Sonuçta ne mi olacak? En küçük parça olan Kızıl Kürdistan’dan şimdilerde nasıl söz edemiyorsak, belki yarınlarda da Rojava’dan öyle söz edemeyeceğiz. Nasıl Kürdistan “beşten dörde” düşürülmüşse yarınlarda da “dörtten üçe” düşürülecek.
Bilinmeli ki bugün Rojava halkının trajedisine sessiz kalanlar yarınlarda Kürdistan’ın tamamını kaybedebilirler.


16 Aralık 2012 Pazar

‘Biricik’ soykırım ve ‘İlkel Tren’ meselesi


Yahudiler kendilerine uygulanan soykırımı ‘biricik’, ‘tek’ soykırım olarak nitelendirdiler. Haklıydılar. Belki de insanlık tarihinde maddi ve manevi ilk tümden fiziki soykırımdan geçirildiler. İktidarı elinde bulunduran Hitler kendisini, bir Zilullah ilan etmiş olmasına karşın o görülen en beterinden bir Leviathan’dı. Hitlerin Yahudi halkı üzerinde uyguladığı soykırım belki de soykırımı planlayanların dahi tahmin edemediği sonuçlar doğurdu. Sadece Yahudiler değil, Ortadoğu’da yaşayan birçok kadim halk dönem dönem Hitlervari yönelimle ya tarih sahnesinden silindiler ya –dar, bölgesel çıkarların ardından giderek- etkisizleştirilerek uydu devletçikler haline getirildiler ya da İsrail gibi insanlığın başına bela haline getirildiler.
Kapitalizm önce işgal, katliam, soykırım sonra sömürü ve sürüngenleştirme politikasını en ustaca yöntemleriyle pratiğe geçirmeyi başardı. İşgal, katliamlar ve soykırımlarla sömürüyü, sömürü ise ezilen bir toplum/ulusu meydana getirdi. Toplumun bileşeni halk ezildikçe öfkelendi ve ülke halkı bir şekilde çıkış noktası olarak isyana, direnişe başvurdu. Milliyetçiliğe evirilen anlayışla isyan ve direniş yerini bir iktidarda bulmalıydı ki kendisini ve daha başka diğer halkları da ezebilsin. Ezilenlerin milliyetçiliği masumdur deyip her ezilen ulusu devlete, devletle de milliyetçi tekçi anlayışlara yönelttiler.
Eğer bugün bir İsrail zulmünden bahsediliyorsa -ki en beterinden zulümkârdır- bunun nedeni ezikliğini milliyetçiliğe evirip iktidarlaştıktan sonra da bütün dünyadan acısını çıkartmaktandır.
‘Biricik ve tek’  soykırım bir halka milliyetçilik getirmemeliydi ama İsrail, devlet olarak Siyonizmi kendisine ilke edinerek sömürgeci trenine bindi ve tüm tanrı-krallar, leviathanlar ve zilullahlar uyandı; Nemrud ve Firavun tekrar yeryüzüne indi.
Şimdi sıra Kürtler de ve illa da Kapitalist modernite trenine bindirilmeye zorlanıyorlar.
Kürtler de belki Yahudilerden çok soykırıma tabi tutuldular ama tarih hiçbir zaman doğru bir şekilde Kürdün trajedisini kitaplara yansıtmadı. Tüm ezber resmi tarih anlayışında Kürtler, şaki, eşkıya ve terörist ve yok edilmesi gereken bir “yabani ot” muamelesine tabi tutularak; katliamları hak etmişçesine soykırımların utanılası müsebbibi ilan edildiler. Belki de Sayın Öcalan ondan dolayı; PKK sonu gelmemiş bir roman, bir şiir, bir türkü ve güzel, diyerek Demokratik Modernite’yi dünya insanlığına tek kurtuluş yolu olarak sundu.
Öcalan, Kürtlere yapılan zulmün, beraberinde milliyetçiliği getirerek yeni bir İsrail doğurması korkusundan dolayı eller Kapitalist Moderniteden çekilmeli, olacaksa yaşam onurlu bir şekilde Demokratik Modernite’de olmalı dedi ve bugün ABD’nin talimatıyla ondan dolayı düşünceleri insanlığa aktarılmaktan ve ders kitaplarından okutulması gereken görüşleri olmasına karşın bilimselleştirilmekten kaçınılıyor. Öcalan’ın görüşlerinin dünyaya aktarılması demek Kapitalizmin sonu demek olacağından, insanlığı huzura kavuşturacak düşünceye sahip insanı on metrekarelik hücresinde adeta ölüme yatırdılar.
En ‘biricik ve tek’ soykırım, yazılı olan tüm insanlık tarihine baktığımızda Yahudilerden çok Kürtlere karşı yapılmıştır. Hiçbir halk böylesine sistematik olarak ekonomik, kültürel, fiziki ve siyasal soykırımlardan geçirilmemiştir. Bölgemizde söylene gelen söz olan “allah iki yakanı bir araya getirmesin” tam da Kürtler için 1639 yılında söylendi. Sonra bu yaka 1920’lerde 4-5 parçaya daha ayrıldı; ancak yeni bir söz bulunamadı.  Dersim-Zilan, Halepçe, yakılan köyler, milyonların göç altındaki bir nevi tehciri, on binlerce faili belli infazlar, bir o kadar tutuklama ve baskılarla geçen yüz yıl sonunda derken Roboski katliamı geldi. Belki Hitler ilan edilmiş bir savaşı yürütüyordu ama hiçbir İran, Irak, Suriye ve Türk hükümetleri Kürtlerle olan savaşlarını ilan etmemişlerdi. Adı konmamış savaşlarda ölenler, insan yerine dahi konmuyordu.
Yüzyıllar boyu sistematik bir şekilde ‘biricik ve tek’ soykırıma uğratılan Kürt halkı, şimdilerde de devletleşen AKP hükümeti tarafından öldürülüyor ve dışarıda tek bir Kürt savunanı kalmayana dek siyasi soykırım operasyonlarına yenilerini ekliyorlar. AKP sadece Kuzey’de değil, Güney, Batı ve Doğu Kürdistan parçalarında da kazanımların önünü almak ve olursa da tümden kendine ait olarak sistemleştirmek istiyor. Kürtler tüm bunlara ve Önderleri daracık hücrede olmasına rağmen, “demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü paradigma” İmralı duvarları ve denizleri aşıyor, Kapitalizmin tüm oyunlarını boşa çıkararak Kapitalist Modernite’den sıyrılmış ve şimdi Demokratik Modernite’yi tüm yaşam alanlarında aktifleştirmeye çalışıyorlar. Her ne kadar şimdilerde Güney Kürdistan’ın “dar-bireysel-işbirlikçiliğe gitmeye müsait işgalciyle uzlaşmacı pratikleri” olsa da Kürt özgürlük hareketi ve halkı bir bütünen oyunu –şimdilik- halkların kardeşliği temelinde oynamaya devam ediyor, ABD ve TC ile kolkola girerek “ilkel milliyetçilik trenine binmiyor” ve de rayları çürümüş olan Kapitalist Modernite treninini ellerinin tersiyle iterek insanca yaşam uğruna Demokratik Modernite raylarıyla döşenmiş trenini özgür insan zihniyle tüm Kürdistan parçalarında inşa ediyorlar.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Tabuta saldırı, iç savaş nedenidir


Kürt halkı bu güne kadar neler gördü neler. Irakta kafası kesilen mi dersin. İran da idam edilen. Suriye’de haraç mezat satılanından bir cüzzamlı gibi kaçınılması gereken cüzdansızına kadar.
Türkiye’de her dönem en küçüğünden en büyüğüne parçalanmış, bok yedirilmiş, idam edilmiş, ömür boyu hapse mahkûm edilmiş ve ‘kuyruk takılan’ Kürtlere yapılan bu son zulüm sanırım bu güne kadar hiçbir işgalci güç tarafından yapılmamıştır.
Dün izlediğim HPG gerillalarının Amed’de ki cenaze törenindeki görüntüler kanımı dondurdu. Hangi mantık böylesi bir zulmü ete kemiğe büründürür. Var mı dünyada bizim bilmediğimiz bir Din ki, böylesine aynı dinden veya geçtim, başka dinden olanın cenaze törenine tahammül göstermeyen.
Başbakan Erdoğan her fırsatta İslamiyet’ten dem vuruyor olmasına karşın polisler, HPG gerillalarını omuzlayan kalabalığa gaz bombaları ve aynı kendi zihniyetleri gibi kimyasal yüklü boyalı badanalı tazyikli sular sıktılar. Kitle büyük bir irade, kararlılık ve inançla omuzladıkları tabutu ellerinden bir an olsun bırakmadılar; tıpkı otuz yılı aşkındır destek verip omuzladıkları Kürt özgürlük mücadelesini ölüm ve tutuklamalara karşın sonsuz sahiplendikleri gibi…
Gömlek değiştirmede usta olan Erdoğan’ın ustalık dönemlerine denk gelse de bu cenaze, yine de cenazeye olan yönelim çıraklık dönemlerinin izlerini taşıyor gibi.
Çünkü cenazeye olan bu yönelim, daha önce olan tüm yönelimleri kat be kat aşan bir ahlaksızlıkta olup, benzerlik arz etmiyor. Ondandır ki toplanan mahşeri kalabalık arasından yüzünü puşi ile kapatan bir genç;
“Şehidimize yaklaşım buysa kimse barıştan söz etmesin. Bundan sonra bu kentte bir tek yol kalmış o da direniştir. Kimse bundan sonra barıştan söz etmesin, çünkü bizi ikna edemezsiniz” diyerek yönelimin Kürt toplumunda bulacağı karşılığı ve açtığı yarayı ortaya sermiştir. Burada anlatılmak istenen bir yerde de; kimse bize kardeşlikten bahsetmesin, oluyor.
Yine bugün KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı: “Bu alçakça zulüm karşısında Kürt gençliği sessiz kalmayacaktır” dedi ve daha önce eşi benzeri görülmemiş yönelimin aslında ileriki süreçte gençliğe nasıl yansıyacağının da mesajını vermiş oldu!
AKP Hükümeti iyiden iyiye Kürdistan’dan siliniyor ve halk arasında tabela meşruiyeti dâhil sorgulanarak kati surette asimilasyon okullarının yönetim kadrosundaki Gülen cemaat kadrolarıyla birlikte istenilmiyorlar.
Kürt toplumu AKP polislerinin son pratiklerini hiçbir katliamla dahi özdeş tutmaz; cenazeye törenine saldırmak, tabuta gaz bombası atmak ve su sıkmak; Kürdün ölüsüne dahi tahammüllerinin olmadığını göstermekle birlikte; “benim işgalim siz ölseniz bile tabutlarınızın içine kadar işler” anlamı da taşıdığından Kürt halkı bu alçakça yönelimi asla kabul etmeyecektir.
On yıldır Kürdün tüm değerlerini ayaklar altına almaya çalışan AKP hükümeti teşhir olmuş ve gerilla cenazesine saldırmakla da Müslümanlık ve insanlık maskesini düşürmüştür. Diğer Türk hükümetleri Kürdistan da nasıl yok olup meşruluklarını yitirerek gitmişlerse, AKP hükümeti de Gülen cemaatiyle birlikte mutlak çöplükteki yerlerini alacaklardır.
Fakat bu gidişin nasıl olacağı açıkçası tam net değildir. Kürt halkının her gün biraz daha kin ve öfkesini alan Erdoğan, bireysel intikamlara varacak inisiyatifler doğurduğunun farkında bile değil; Sosyolojik ve psikolojik açıdan incelendiğinde görülecektir ki günden güne büyüyen bu intikam hırsı oldukça kanlı ve sarılması olanaksız yaralar açmaya müsaittir. Çünkü son yönelim olan “tabuta” saldırmak, bir “iç savaş” nedenidir.