29 Mart 2013 Cuma

Beşikçi Hoca’ya, Rozerin’in babasından mektup!



Ben henüz bir Sosyoloji öğrencisi, siz ise büyük bir Sosyolog! Siz sadece bir sosyolog değil aynı zaman da candan bir Kürt dostusunuz. Çocukluğumdan bu yana sizi hayranlıkla takip ediyor ve enternasyonalist bir Türk’ün samimi dostluğuna tanıklık ediyorum.

Sizin Kürt ve Kürdistan gerçekliği üzerine büyük emekleriniz ve vermiş olduğunuz bedeller var. Bu emek ve bedel normal, yani hakikatli olması gereken yaşamlarda alkışlanacak bir bedel değil ki insan olmanızın gereğidir. Yani siz Kürt halkına bir iyilik değil, yapmanız gerekeni yapmış bir sapiens’siniz. Belki de duygusal zeka ile analitik zekayı harmanlayıp faşist Türk Devlet sistemine kafa tutmuş güzel bir insansınız. Diğer taraftan böylesi Kapitalist modernizmin hâkim olduğu yaşamlarda, kimseler kılını dahi kıpırdatmazken siz, insan olmanın gereğini yapmışsınız diye de bu anlamda en fazla alkışa layık olanısınız, diye düşünüyorum.

Benim ödediğim bedel sizin ödediğiniz bedel karşısında belki okyanusta bir kum taneciği kadardır; ancak benim hissettiğim duyguları siz belki de benim gibi hissedemezsiniz! Ben bize zorla dayatılan Türkçe ile rüyalar gören ve bugün çocuklarıyla kelime dağarcığının yettiği kadar Kürtçe konuşmaya çalışan bir Kürdüm. Çocuklarım beş ve sekiz yaşlarında ve ben şimdi otuz üç yaşında olmama rağmen yaşımın yettiğince onlara cevap olamıyorum. Otuz üç yaşında ama zihni ancak beş ve sekiz yaşında bir Kürt. Siz benim gibi bir Türk olarak zorla dayatılan Kürtçe rüyalar görmediniz. Bizlere dayatılan Türkçe’yi kanıksamamız, öz olarak ancak parmaklarımızın puç olmasıyla sonuçlanmıştır. Devlet sistemi bizi “puç” etmiştir. Dolayısıyla özgürlüğe benim kadar susamış olamazsınız, diye düşünüyorum.

Elbet sizin sahip olduğunuz bakış açısına, engin bilgilerinize yetişebilmem için en az belki de "bin kırk fırın ekmek" yemem lazım. Açıkçası ben bu kadar fırın ekmeği yemek ve sizin Kürt ve Kürdistan gerçekliğine bakış açısına sahip olduğunuz gibi bir düşünceye sahip olmak istemiyorum. Neden diye soracak olursanız! Kürt halkına “devlet statüsünü” öngördüğünüzden ve olmazsa olmaz diye bahsettiğiniz sistemden anlaşılan siz, Sosyoloji’nin “Pozitivist Yaklaşımını” yani Simon ‘deha’lığında başlayan ve Comte ile din’leştirilen ve bugün Kapitalist modernitenin felsefesini oluşturup bu sisteme nefes aldıran ancak insanlığın nefesini kesen yaklaşımı esas alıyorsunuz.

Benim sahip olduğum bakış açısı belki daha çok Sosyolojinin "Eleştirel Yaklaşım”ına yakın ve ancak tam olarak Kuantum’saldır. Bundan dolayı bir devletten bunca acı çekmiş bir halkın yurttaşı olarak "karşıtına benzerlik” ilkesini kabul etmiyorum. Âdemi-merkeziyetçi ve katılımcı demokrasiye ulaşmanın radikalizmden geçtiğini ve Kürt halkı için olmazsa olmaz sistemin basit olarak Halk meclislerinden geçtiğini düşünüyor ve öyle yaşamaya çalışıyorum.

Ancak Rozerin bütün bu diyaloglardan bir şey anlamıyor; onun tek cevabını bulmak istediği soru; “Baba, neden annemizin karnından doğarken Kürtçe bilmiyorduk?” oluyor.

Devlet isteyen ve ondan sonra bir devlet sahibi olup da karşıtına benzeyen hangi bir kişi bu sorunun cevabını verebilir? Mevcut koşullarımıza sahip var mı dünya da bir devlet ki üstün ırk anlayışında olmayan? Ben yarınlarda bir Türk veya Laz çocuğunun, kurulmasını istediğiniz Kürdistan Devlet’inde kızım Rozerin’in sorduğu gibi bir soru ve böyle sorularla karşılaşan bir Türk ve Laz baba görmek istemiyorum. Ben, benim kızımın bir Kürt milliyetçisi olmasını istemiyorum. Ben bir Kürt’ten olmayan herhangi bir ırk mensubunun “Ne mutlu Kürdüm diyene” demesini istemiyorum.

Ben yarınlarda sizin de kurulmasını istediğiniz Kürdistan Devlet’inde bir Laz’ın da hakkını savunacağınızdan dolayı İsmail Beşikçi’lerin yargılanmasını ve düşüncelerinden dolayı yıllarca hapis yatmasını, asit kuyularında eritilmesini, faili meçhul veya bellilere gitmesini, kuyruklu denmesini, kıro denmesini, coğrafyasının kimyasallarla bombalanmasını, onların “yabani ot” olarak görülmesini, şaki, eşkıya, terörist, bölücü ve bebek katili denmesini istemiyorum.

Siz de Kürt halkına özgürlük istiyorsunuz ben de. Ancak görüyoruz ki bizden daha çok Kürtlerin özgürlüğünü istiyorsunuz!

Bir Ziya Gökalp ile sizin kişiliğiniz aynı değil, lütfen yanlış anlamayın. Ancak, Ziya Gökalp’in bir Kürt olarak Türk milliyetçiliği yapması ve sonuçlarını gördüğümüz gibi, şimdi siz de bir Kürt milliyetçiliği yapıyor ve Pozitivist pencereden bakarak Kuantumik düşünce ekseninde arkasında milyonların olduğu Sayın Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketine devlet ve milliyetçiliği salık veriyorsunuz.

Belki de Sayın Öcalan’ın, benim ve Kürt halkının ezici çoğunluğunun tekçi bir sistem olan devlet statüsünü istememesinin altında yatan neden, sahip olduğumuz “karşıtına benzememe ilkesi” ve Kuantumik düşünce eksenindeki farklılıktır. Belki sizin de Kürtlere devlet önermenizin nedeni de; “Olaylara “toplumsal dünyanın doğal-fiziksel dünyadan farklı olmadığını, bu nedenle toplumsal dünyayı incelemek için de doğa bilimlerinde kullanılan yöntem ve tekniklerin uygulanması gerektiğini söyleyen Pozitivist Yaklaşım’ın getirdiği farklılıktan dolayıdır. Uyuşamamanın nedeni bu gibi görünüyor ki fikirsel kaos aralığı yıllardır sürüyor.

Ben çocuklarımın ve bütün çocukların “Sosyal Darwinizm’in ‘doğal seleksiyon’ yani “büyük balığın küçük balığı yuttuğu” ve düz-çizgisel bir yaşamı öngören kaderciliğin hüküm sürerek faşistleştirdiği millete sahip bir Kürdistan Devletinde büyümelerini istemiyorum. Ulusların kaderlerini tayin hakkı denilince Devlet statüsünü anlamıyor ve reddediyorum.

Kızım Rozerin ve oğlum Şoreşger bu mektuptan hiç bir şey anlamıyorlar! Neden mi? Çünkü bu mektubun nedeni hem sizin de baskıya maruz kaldığınız Kürt ve Kürdistan’ın reddi ve hem de bu reddin Pozitivist yaklaşımdan kaynaklandığı gerçeğidir.

Rozerin ve Şoreşger yarınlarda hem Kürtçe bilmeyen çocukların dilleriyle alay etmesinler hem faşistleşmesinler ve hem de çocukluğumdaki İsmail Beşikçi kalsın diye, lütfen artık Kürt halkının ezici çoğunluğunun “önder” olarak kabul ettiği Sayın Öcalan’la uyuşmanın yollarını arayın veya kulak verin diyorum.

Dün ve bugün olduğu gibi, yarınlarda da biz Kürtlerin yanında olmanızı umuyor ve size tüm insani çalışmalarınızda üstün başarılar diler, en derin selam sevgi ve saygılarımı iletirim.

“Evde” her gece Kolay Kürtçe Öğrenme Kitabından Rozerin, Şoreşger, yol arkadaşı olan Anneleri ve kendine Kürtçe öğretmeye çalışan baba Mehmet Serhat Polatsoy.


27 Mart 2013 Çarşamba

Erdoğan’ın “entegre stratejisi”, FKÖ ve Arafat



Kürt halk önderi Sayın Öcalan’ın Newroz mesajına KCK’nin verdiği cevap oldukça netti. KCK: “Önder Apo'nun çağrısı bizim çağrımızdır. 23 Mart'tan itibaren ateşkes ilan ediyoruz. Üzerimize gelirlerse kendimizi savunacağız ve misilleme yapacağız”, diyerek Sayın Öcalan’a olan bağlılıklarını ve barış süreci için ellerinden geleni yapacaklarını söylediler. Kürt tarafınca söylenenler söylendi ve iyi niyet göstergesi olarak -daha öncesinden- “esir askerlerin” bırakılmasıyla yapılması gerekenler de şimdilik yapıldı.

Tam şimdi sıra Türk devleti ve AKP hükümetinde diyecekken, Erdoğan’ın Kürt tarafında kuşku uyandıracak birkaç söylem ve pratiği ile süreç bulanıklaştı. Sayın Öcalan ve KCK’nin “geri çekilmeler sırasında meclis karar almalı” ilkesine karşın Erdoğan “Akil İnsanlar Komisyonunun” oluşturulmasına ilişkin; “Bu işin muhatabı Meclis değil Hükümet’tir”, diyerek süreci TBMM’den çıkartıp tek yönlü olarak bir sivil toplum kuruluşuna indirgemesi anlaşılır değildir. Yine Erdoğan’ın: “ Hiçbir eyleme bulaşmamış olanlar ana ocaklarına dönmek isteyenlere zaten kapı açık. Diğerleri de zaten çözümün yolunu gayet iyi biliyorlar”, demesi de akıllara istedikleri çözümün, “sürüngenleştirilen Filistin sorunu” ile benzerliğini getiriyor. Erdoğan kendi çözümlerinin şifrelerini yine açık bir ifadeyle şöyle belirtiyor: “IRA, ETA, FARC ve Sri Lanka’daki yapıları inceledim. Hiçbirisi bizimle uyuşmuyor."

Sürecin bulanıklaşması sadece bu söylemlerle değil bir de pratikte karşılığını buluyor ki 2010 yılında yürürlüğe konan “terörle mücadele, siyasetle müzakere” entegre stratejileri hala devam ettiriliyor.

Buna göre, Diplomatik anlamda; Oslo süreci ve devrilen masa, Askeri anlamda; Sakine Cansızların katledilmesi ve PKK konseyindeki komutanlara dönük “örümcek ağı” ile de ortaya çıkan suikast planları, Ekonomik anlamda; ‘terör’ün finansmanını engellemek için yasa, Siyasi anlamda; devam eden siyasi soykırım operasyonları, Kültürel anlamda da; asimilasyon politikalarının hızından hiçbir şey kaybetmediği “entegre strateji”nin ne denli yürürlükte olduğunu göstermektedir.

Günümüz “entegre strateji”sinin izlenmesi ile FKÖ gerilla ve komutanlarının dağıtılarak Arafat’ın yalnızlaştırılması süreci dikkatli incelendiğinde paralellik arz ettiği kolayca anlaşılacaktır. Sakinelerin katledilmesi bir yer de Sayın Öcalan’ın yalnızlaştırılmasına dönük ve devam ettirileceği de anlaşılmaktadır. Erdoğan’ın: biz süreci, “terörle mücadele, siyasetle müzakere” olarak yürüteceğiz, demesinin nedeni entegre strateji ekseninde anlaşılmalıdır. Erdoğan’ın neden: “IRA, ETA, FARC ve Sri Lanka’daki yapıları inceledim. Hiçbirisi bizimle uyuşmuyor", dediğini anlamak gerekiyor. Sri Lanka modeli uyuşmuyor çünkü PKK hareketi Tamil gerillaları gibi değil ve kolay lokma olmadı. IRA, ETA ve FARC süreçleri bir yerde doğruya yakın süreçler gibi olduğundan da bu çözüm modelleri “entegre strateji”ye uymuyordu. O zaman ne yapmak gerekiyor, PKK’yi Tamillerin rehavetine kaptırıp, tasfiye ve imhaya yatırmak. Bunun için de FKÖ ve Arafat çözüm yolunun tutturulması gerekiyor. Çünkü LTTE’de bu yoldan geçirilerek darbelenmişti.

FKÖ ve Arafat eksenli Filistin barış görüşme sürecine bakacak olursak eğer ne demek istediğim sanırım daha net anlaşılabilecektir.

Filistin barış görüşmelerinde de ‘barış’ adıyla taktik olarak yürütülen aslında özü “entegre strateji” ekseninde bir taraftan, Arafat ile yürütülen diyalog ve müzakereler ve diğer taraftan FKÖ’nün komuta kademesine dönük katliamlar gerçekleşiyordu. Bununla amaçlanan yönetimi katlederek Yaser Arafat’ı yanlızlaştırma ve İsrail’in işine gelen yürütücülere Arafat’ı razı etme siyasetiydi. FKÖ’ye izlenen taktik gerillaların Lübnan’dan çıkartılmasıyla başladı. Gerillalar Arap coğrafyasına yayıldı ve böylelikle dağıtılarak çürütüldü ve yozlaştırıldı. Yani gerilla olmaktan çıkarıldı ve tasfiye edildiler. Artık FKÖ güvenliksiz ve dolayısıyla heyecansız kalmıştı. Dağılan ve aslında gerillayı yöneten üst yönetim, dağıldıkları alanlarda tek tek infaz edildiler. Arkadaşları katledilen Arafat’ın çevresinde yeniden şekillenen siyasi yönetim FKÖ ve Arafat’a indirilen son darbe gibiydi. Öyle oldu ki Hamas FKÖ politbürolarına girip arda kalan FKÖ yöneticilerini camlardan aşağı atıp vahşice katlediyorlardı. Artık Filistin sorunu diye bir şey kalmamıştı. Çünkü hakikatli çözümü yürütebilecek hiçbir önder kadro kalmamıştı. Buna rağmen halklara “Filistin sorunu çözülüyor” şeklinde süreç servis edildi. Ancak hem hareket ve hem de halk güç kaybetmiş ve neredeyse teslim olmuştu.

Bizler Kürt halk önderliğinin çözüm projesini destekleyip, Kürdistan ve Anadolu halklarıyla Kapitalist Moderniteye karşı halkların gönüllü birlikteliğini esas alan Demokratik Modernite eksenli çözüm sürecine hazırlanırken, işte diğer taraftan da AKP’nin “entegre stratejisi”nin yürürlükte olduğunu görüyoruz. Açıkçası Erdoğan’ın çözümden anladığı ve içeceğini söylediği baldıran zehrinin amacının bizde, tıpkı FKÖ ve Arafat’ın başına gelenler ve Filistin sorununun geldiği çözümsüz nokta gibi olabileceği şüphelerini doğuyor.

FKÖ ve Arafat örneği çok önyargılı bir yorum gibi görünebilir ancak sadece bu değil; şimdilerde tanık olduğumuz ve hakikatli bir süreç için anlaşılır olmayan pratiklerde var.

Buna göre; Newroz öncesi askeri ve siyasi operasyonların kapsamı ne ise Newroz sonrasında da değişmedi. Gerilla alanlarında TSK keşifleri, obüslerle bombalamalar ve pusular. Yine Kuzey Kürdistan’ın değişik yerlerinde yer yer askeri ve siyasi soykırım operasyonları. Cezaevlerindeki siyasi tutsaklara dönük baskı ve sürgünler, etkisinden bir şey kaybetmedi. Yine Erdoğan ve AKP kurmaylarının üslubunda bir değişiklik olmadı ve “terör belasını gündemimizden çıkartacağız” gibi Kürt halkını yaralayan sözler sarf edilmeye devam ediyor.

Evet, Kürt halk önderliği ve Kürt halkının İmralı görüşmelerinden beklentisi barış ve demokrasi. Bizler Öcalan ve PKK’ye güvenerek sürece sonuna kadar destek sunuyor ve iyi niyetli olmak istiyoruz. Elbet şüphelerimizi Sayın Öcalan ve PKK’de bizden çok biliyor ancak tedirginliğimizi de gizleyemiyoruz. Açıkçası Erdoğan’ın söylem ve pratiklerinin Sayın Öcalan’ın başarmak istediği halkların gönüllü birlikteliği projesi ile bir bağlantısı yok ve malum cephe tarafından da oldukça kurnazca işletilen bir süreç var gibi görünüyor.


26 Mart 2013 Salı

Öz savunma ve Kafası karışık olanlar


Öcalan, yıllardır okuduğum tüm felsefecilerin sentezi; PKK ise tüm zamanların en güçlü ideolojik ve askeri gücüdür…

Sayın Öcalan’ın; “Partileştik, ordulaştık ve devletleşeceğiz sözünden sonra; “Eski paradigma şahsımda iflas etmiştir” diyerek, Kuantumik düşünce ekseninde oluşturduğu “Demokratik Modernite” paradigmasını anlayamayanlar, Sayın Öcalan’ın mesajı ve KCK’nin ateşkes kararını değerlendiremeyen kimi iyi niyetli, dost çevreler ve yeminli Apo ve PKK düşmanlarına hitaben, tanıdığım kadarıyla PKK hareketinin “kendimce yorumladığım düşüncelerini” aktarmak istiyorum. Aşağıdaki yorumum 1994 yılından bu yana tanıdığım Önderlik ve Hareket gerçeğinin analizi olacağından, görüşlerin tamamı bana aittir. Yani aşağıdaki görüşler PKK hareketinin bir görüşü ve açıklaması değil, tamamıyla tanıdığım, bildiğim kadarıyla ben, süreç hakikatli bir şekilde ancak böyle ilerler diyeceğim!

“Sürecin ve zamanın ruhunu anlamayanlar için bir kez daha tekrar etmek gerekirse;

Ne Sayın Öcalan Kürdistan fikri ve Demokratik Modernite paradigmasından vazgeçiyor ve ne de PKK, Kürd ve Kürdistan özgür olana dek silah bırakıyor!
PKK hem askeri ve hem de ideolojik bir harekettir.
Kürtler statüye kavuştuğunda belki elinde silah olan PKK değil başka bir isim olacaktır.

Ya da çok derinlere inmenin anlamı yok deniliyorsa kısaca; “PKK silah bırakmayacak”, denilebilir.

Diğer taraftan, geri çekilme ve ateşkes, silah bırakmak demek değildir.
Diyelim ki Kürt halkının tüm hakları verildi ve Kürtler-Kürdistan bir statüye kavuştu.
Bu olsa bile Kürtler ve diğer ezilenler savunmasız kalmayacaktır.
HPG ve ona ait birimler, Özel Kuvvetler, Öz savunma birimleri, Ölümsüzler Taburu bir şekliye yaşam sonlanana dek var olacaktır.
Kürdistan'ı savunacak olan "öz savunma" her daim olacaktır.
Yeryüzünde tek bir Kürt -veya öz savunmanın nüfus ettiği yerdeki tek bir ezilen ırk ya da inanç- kalana dek, Apocu felsefeye sahip fedailer, “herkese ve her şeye rağmen”  öz savunma ile hakikati savunmaya devam edeceklerdir.

Öz savunmanın nüfuz ettiği neresi varsa sözünden bir şey anlaşılmıyor ve biraz açılarak illa isim zikretmek gerekiyorsa da, ezilen tüm halklar ve inançlar; Kürtler, Türkler, Araplar, Ermeniler, Alawî/Aleviler, Süryaniler, Êzidî’ler ve diğer inanç kesimlerinin savunması “hücrelenen öz savunma birimleri” tarafından yapılacaktır. Kimsenin bundan kuşkusu olmasın!

Ortadoğu böylesine kaynıyor ve sömürgeci devletler daha fazla silahlanıyorken, kim PKK’den veya Kürtlerden silah bırakmasını isteyebilir?
PKK silah bırakmaz/bırakmıyor; iyi anlayın ve süreci bekleyin.

Süreci beklemeyip eleştirenler var, samimi ve “kendilerine çok güveniyorlarsa” da, soluğu ya yeni silahlı bir örgüt kurma da, ya da Kandil'de alsınlar.
Çünkü Kuzey Kürdistan özgürlüğüne kavuşsa da, özgür olmayan bir Başûr, Rojhılat ve Rojava var.
Bu bir savaştır; varlık ve yokluk savaşı.
Herkes her şeyi net olarak bilemez; Erdoğan ve AKP devleti 2013 stratejilerini açık bir şekilde açıklıyorlar mı ki, Sayın Öcalan ve PKK'den her şeyi açık bir şekilde açıklamalarını bekliyorsunuz?

Varsa kafası karışıklar, netleşmeli ve bir an önce kendilerine gelmelidirler.
Sayın Öcalan nasıl küllerinden bir halkı yeniden var etmişse, yine aynı şekilde PKK hareketi de olumsuzu dahi olumluya dönüştürecek güç ve kudrettedir.
Bugün eğer ABD ve diğer sömürgeci güçler Ortadoğu'da bir sıkışıklık içerisindelerse, bunun tek nedeni 'kockoca' kapitalist moderniyete karşı savaş açmış olan Sayın Öcalan, PKK hareketi ve Demokratik Modernite sistemidir.
Eğer sömürgeciler bir taktik düşüncesinde ve PKK'nin sözde sınırların dışına çıkmasıyla da nefes alacaklarını ve zaman kazanacaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar; çünkü “öz savunma” her yerde.

Kürdün öz savunması önceleri dağlarda, yani Kandil, Cudi, Gabar, Zagros, Toros, Bagok ve diğer dağlardaydı.
Şimdi ise ova'da, yani Kürdistan, Türkiye, İran, Irak, Suriye, İsrail, İngiltere, ABD, Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve diğer birçok Dünya ve Avrupa metropol şehirlerindeler.

Bu süreçten ne korkmak ne de rehavete kapılmak gerekiyor! Çünkü Öcalan ve PKK hareketi gücünü kendi halkından almaktadır.

Bilinmeli ki Kapitalist Modernite yürütücülerinin bir hesabı varsa Demokratik Modernite yürütücülerinin de bir hesabı vardır.

Herkes her şeyi bilecek diye bir şey yok!
Evinde oturan, oturduğu kadarıyla bilgi sahibi olur.
İşinde gücünde olan olduğu çevresiyle yine o kadar bilgiye ulaşır.
PC başında sanal âlemde olan ve klavye devrimciliği ile okuduklarının ve atıp tuttuklarının dışında bir şey bilemezler.
Parti yöneticileri ve Milletvekilleri legal alanı bilirler.
Gerillalar askeri ve ideolojik alanda nasıl savaşılır ve nasıl onurlu ve hakikatli yaşanılır, onu bilirler.
Kadrolar bile gerekli materyal ve talimatlar ulaşmayana kadar, sadece bildikleriyle kalırlar.
Herkes her şeyi ve sorunun cevabını net olarak ve anı anında bilemez!

Sayın Öcalan, PKK hareketi felsefesi ve ideolojisine dost olan, sempati besleyenlerin kaygıları varsa; bence endişelenmesinler.

Özellikle samimi ve dürüst olanların gerçekten doğruya yakın olan veya cevabını istediği soruları varsa, inanın az biraz bireysel yaşamlarından taviz vermeleri sonucunda istedikleri cevap, beraberinde gelecektir.
Sayın Öcalan ve PKK hareketinin ne yapmaya çalıştığını ve 2013 stratejisini bilmek istiyorsanız ve öyle çok da canınız yanıyorsa, hem bazıları gibi gevezelik yapıp ve hem de yerinizde oturamazsınız; çünkü bu haliniz sırıtıyor; kimse inanmaz/inanmıyor.

Ne mi yapılmalı?

Ya Öcalan ve PKK hareketine güvenip sürecin gidişatını bekleyin, ya da yok beklemem diyorsanız da, sizi tutan yok. Tez elden ya legal ve illegal alanda mücadeleye, ya da öz savunmada mücadeledeki yerinizi alıp hücrelenin ve süreç içerisinde Kürd ve Kürdistan halkına tek bir söz söylenirse, siz de söz, kalem veya namlularınızı düşman bildiklerinize çevirin.

Herkesin böylesi bir süreçte gereksiz karamsarlık, kararsızlık ve umutsuzluğa düşmesinden çok Öcalan ve PKK’ye olan inancın bilince çıkarılması gerektiği düşüncesi hâkim hale gelmelidir.
Kafası sadece ilkelliğe çalışan dar-çıkarcı, tırşıkçı, çorbacı, işbirlikçi, kaçkın, ayak takımı ve hainler istedikleri kadar gevezelik yapsınlar! Öcalan ideolojisini, zamanın ruhunu anlamayanlar için ya süreç ilaç olacaktır ya da hakikatin ıslah evleri.

Tez elden kafası karışıklar netleşmeli, silkelenip kendilerine gelmelidir; çünkü "herkese ve her şeye rağmen" Kürdün “öz savunması” her yerde.

Ortadoğu böylesine kaynıyor ve sömürgeci devletler daha fazla silahlanıyorken, kimse PKK’den veya Kürtlerden silah bırakmasını isteyemez.
Diyelim ki “barış sürecinde” Türk devleti ordusu, polisi ve faşisti Kürt halkına ve gerillasına dönük saldırılar gerçekleştiriyor; işte burada devreye “meşru müdafa, misilleme ve öz savunma” giriyor.
Eğer Kuzey Kürdistan statüye kavuşursa PKK, sadece Türkiye ile savaşmayacak; çünkü buna gerek kalmayacak.
Çok iyi niyetli olarak diyelim ki her şey bitti ve barış anlaşması imzalandı.
Kuzey Kürdistan’ın güvenliği öyle Türk devletine bırakılmayacak; hem “resmi” Kürt gücü ve hem de “öz savunması” olacak.

Dört parça Kürdistan halkına özgürlük gelse de gelmese de sömürgeci devletlere karşı savunulması gereken halk, halklar ve inançlar var; PKK silah bırakmaz/bırakmıyor; iyi anlayın ve süreci bekleyin.

Sözüm, tüm devrimci demokrat kesimler ve aynı zamanda, zamanın ruhunu anlamayan, Kürd ve Kürdistan sevdalısı olduğunu iddia eden samimi ve samimiyetsiz herkesedir.


22 Mart 2013 Cuma

Güneş’in mesajını anlamak!



Akşam saatlerinde vardığımız Amed’de bize yapılan ilk uyarı; “ Platforma yakın olmak istiyorsanız sabah 06.00’da Newroz alanına gitmeniz ya da geceden arabanın içinde alandaki hâkim yerinizi alarak ve mümkünse nöbetleşe uyumanızdır. Sabaha yakın nöbetteki arkadaş baktı ki kalabalık artıyor; hemen sizi uyandırsın ve önceden hazırladığınız nevale ile kahvaltınızı yapıp alanın içine ilk girenler sizler olun; yoksa platform nere siz nere! Biz bu uyarıyı dikkate almadık ve sabah erken kalkar gideriz diyerek alan yerinde duruyor mu durmuyor mu diye son bir kez alanın yanına yaklaştık. Alan içi bomboş ve platform karşıda belirmişti; açıkçası bu bizim için büyük bir şanstı; hemen makinayı çıkartıp bir foto çekelim ve nasıl olsa teknoloji ilerlemiş biz de bilgisayarda da kendimizi kalabalığın içerisine yerleştiririz, diyerek sahtekârlık planları yapıyorduk.

Sabah saat sekiz ve biz tez elden kahvaltımızı yapıp çıktık. Sokakların öyle kalabalık olmadığını görünce içimden; Allah Allah, yoksa bu sene Newroz’a katılım az mı olacak? Hani insanlar nerede demeye kalmadan bütün araçların ana caddeleri tuttuğunu ve bu kalabalık ile anca akşama Newroz alanına varırız diye “keşke gece alanda yatsaydık” diye içimden kendi kendime kızmaya başladım. Üç dört kilometrelik yolu bir saatten fazla aldık ve yarım saatlik yayan yol yürümenin sonunda alana varmayı başarabildik.

E tabi “qefle qefle” alana gelenleri ve alanın içini görünce biz, “haddimizi bilerek” hemen platform arkasındaki yerimizi aldık. İlk yarım saat üzerimizdeki şoku atamadan öylece platform arkasında nöbetteydik. Protokol girişinin dış kapısı yanında biz “alan savunmacılarına” onlar da bize bakıyor ve bizim neden durduğumuzu anlamaya çalışıyorlardı. Nasıl olsa alanda olamayacağız, e “platformu da görmedik” dememek için arka profilinden platformun ihtişamlı görüntüsüne seyre daldık. Şebekenin azizliği olsa ve ara ara gelen telefonlar bizi şaşırtsa da alo dediğimizde karşıdaki kişinin sesini alamasak da; Heval, hevaaal, hevaaaaaal, sen neredesin, vallahi biz platformun ordayız, deyip havamızı basıyorduk. Yalan söylemiyorduk, evet platformun orada ama arkasındaydık.

Derken bir arkadaş, “yav içeride değiliz, en azından çevresinden bir tur atalım”, diyerek bir öneride bulundu. Arkadaşın bu önerisine sıcak baktık ve “hem yakan ve hem de yaşam veren güneşin altında” seyyar satıcıların satış taktiklerine tanık olduk. Ürünler İmralı’dan gelmişçesine; İmralı su’yu, İmralı Şalgam su’yu, İmral’ı cigeri, İmral’ı gözlemesi, İmral’ı tatlısı, İmral’ı bandana, haçimi, puşi ve giysilerinin nasıl kapış kapış alındığını gördük. Mesele Newroz ise, Ekonomik kriz teferruattır deyip cebindeki son kuruşa kadar İmralı yiyecek ve içeceklerinin kapış kapış satıldığını gördük.

Derken Kürt ulusal ve aynı zamanda gerilla kıyafeti satan bir işportacıya denk geldim. Oğlum Şoreşgere bir kıyafet almak için fiyat sordum. Benim pazarlığım bir yana esnaf arkadaşın kurnazlığı şaşırttı. Esnaf arkadaş ile otuz tl ile başlayan pazarlık, yirmi beş’te durdu. Ben, en son yirmi olsun diye diretince o; “olur mu heval, biz bunları parti adına satıyoruz; bize görev verdiler, geliri partiyedir, dedi. Karşılaştığım kişi “taktiği iyi biliyor ve insanlara nasıl yaklaşılacağını iyi bilen ‘beş-kağıtçı’ bir esnaf arkadaştı. Pazarlığı ben kazanmıştım ve neredeyse “al git lanet gelsin”, dercesine bir poşet bile vermek istemeden beni gönderdi. Olsun, uzun uğraşlar sonunda artık Şoreşger’in de bir gerilla kıyafeti vardı.

Herkes pür dikkat Sayın Öcalan’ın mesajının okunmasını bekliyor ve nihayet platformda Pervin Buldan ile S.Süreyya Önder beliriyordu. Biz o sırada platformun batısında çimlerin üzerinde oturuyor ve güneşin yakıcılığını ekarte etmek için çabalar sergiliyor olsak da ne fayda; güneş zaten esmer olan yüzümü iyice karartarak yandırmış ve kömüre dönmüştüm. Derken mesaj okunmaya başlandı ve biz ayağa kalkarak askeri düzende mesajı dinlemeye başladık. Mesaj okundu ve bitti. Hala ayakta ve mesajın içerik analizini yapmaya çalışıyor, güneşin etkisiyle yoğunlaşmamız mesaja anlam yüklemelerimiz, sonuçları vs.ler üzerine beyin fırtınaları gerçekleştiriyorduk.

Bir taraftan güneş bedenimizi yakarken diğer taraftan da yoğunlaşmalarımıza engel olan sesler geliyor; herkes birbiriyle konuşuyor ve dikkatimiz dağılıyordu. Öte taraftan –alandaki herkesin inisiyatifli olduğunu unutarak- ya inisiyatif kullanıp konuşanları susmak için ikna edelim de yoğunlaşmalarımız sadeleşsin ve karara varalım, ya da olmadı gücümüzün yettiğini hemen oracıkta platforma çekip öz eleştirilerini vermeleri için divan kuralım diyorduk.

Evet mesajın şifreleri üzerine olan yoğunlaşmalarımız tamamlanmış ve varılan sonuç; tam anlamıyla Hakikatin yakıcılığı olmuştu. Çünkü yüzümüz yanmıştı! Güneş bir hakikat ve oldukça yakıyordu. Güneş, bizim algımızı sadeleştirmek, zihnimizi anlamlı kılarak hakikatli yorumlara kavuşması için sürekli ışınlarını üzerimize yağdırıyordu. Bir taraftan İmralı su’larını içerken güneşin etkisiyle de mesajı içselleştirmeye ve yorumlarla da olsa yaşamsallaştırmaya çalışıyorduk.

Biz güneş bizi yakıyor diye düşünürken aslında sabahtan beri yakanın mesaj heyecanı ve okunduğu sırada da bizi yakanın, mesajın içeriğindeki felsefi, ideolojik hakikat dizeleri olduğunu sonradan anlıyorduk.

Evet, Sayın Öcalan, Güneş’in ışınlarını direkt olarak yansıttığı gibi net olarak açık seçik, hakikatten bahsediyor ve zulme karşı savaşın da dün olduğu gibi yarınlarda da devam edeceği söylüyordu. Süreç ilerlerse de artık “ne eskisi gibi yaşayacağız ve ne de eskisi gibi savaşacağız” diyerek Kürdistan ve Anadolu halklarının eşit-özgür bir şekilde Yeni Türkiye ve Ortadoğu’da kardeşçe yaşayacağını ve inşanın da Kapitalist Moderniteye karşı Demokratik Modernite ekseninde olacağını haykırıyordu.

Sayın Öcalan milyonların tepesinde bir Güneş ve televizyonlar bu güneşi ve mesajını bütün dünyaya duyurmuşlardı.

Güneşin mesajı netti.

Olacaksa bir Türkiye ve Ortadoğu bu ancak Radikal Demokrasiyle olacak ve olacaksa Radikal Demokrasi, bu sistem Kürdistan ve Anadolu halklarıyla birlikte tesis edilecekti. 

17 Mart 2013 Pazar

Büyük Türkiye’ye Platon hoca ne diyor?


“Platon bizden bir yer altı mağarasında yaşayan bir takım insanlar düşünmemizi ister. Bu insanlar, dışarıdan en küçük bir ışığın girmediği büyük yer altı mağarasının en dibinde ellerinden, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak oturmaktadırlar. Bu yüzden yalnızca önlerindeki duvarı görebilirler. Onların arkalarına uzun ve büyük bir perde çekilmiştir. Perdenin gerisinde ise birbirleriyle konuşarak koşuşturup duran insanlar bulunmaktadır. Bu koşuşturan insanların arkalarında büyük bir ateş bulunduğu için onların gölgeleri duvara vurmaktadır. Zincire vurulmuş insanlar, perdeden duvara vuran gölgeleri gerçek sanırlar; aslında arkadan gelen insan seslerinin duvardaki gölgelerden geldiğini düşünürler. Onlar bütün hayatları boyunca görüp durdukları bu gölgelerin gerçek olmayabileceğinden en küçük bir şüphe duymazlar. Platon bu noktada bir teklifte bulunup, bizden bu kez “bu mahkûmlardan birinin prangalarından kurtarılarak, yüzünün geriye, ışık kaynağına çevrilmesinin sağlandığını” düşünmemizi ister. Eski mahkûm bu yeni duruma, muhtemeldir ki uyum sağlamayacaktır; onun gözleri kamaşacak, hatta belki de kör olabilecektir. Platon’un yorumuna göre insanın alışkanlıklarını terk etmesi çok zor olduğu için, o eski yerine, zincirlerine dönmek isteyecektir.“

Yukarıdaki örneği vermemdeki neden, Erdoğan, Cemaat ve zümresinin “her gürültüyü kendi lehlerine sanmaları” nedeniyledir.

Gelişen son süreç ile ilgili tartışmalar devam eder, Kürt halk önderi Sayın Öcalan’ın mesajı için Türkiye ve Kürdistan halkları pür dikkat Newroz’u beklerken, Erdoğan başta olmak üzere AKP kurmayları ve Türk basınının çoğu; “Terör belasından kurtulmalı ve ‘Büyük’ Türkiye’ye doğru ilerlemeliyiz” gibisinden Kürt halkını kuşkuya düşürecek sözler sarf ediyorlar. Yani Kürt halkının özgürlük ve haklarından bahsetmeyip direkt olarak “çözüm süreci” denilen süreci “terör belasından kurtuluş” olarak görüyorlar. Kendilerinin bu temelde görmesi yetmezmiş gibi, Sayın Öcalan’ın halklara özgürlük ve barış getiren projesine de sahip çıkıp tersten alarak Öcalan’ı da yıpratma mücadelesi sürdürüyor ve halkların böyle algılaması içi ellerinden geleni yapıyorlar. Sadece Erdoğan, AKP kurmayları ve Türk basını değil Fetullah Gülen’in sözcüsü olduğu iddia edilen Hüseyin Gülerce tarafından da niyete dair yazılar döşeniyor.

Gülerce; “Öcalan neden öyle konuştu?” başlığıyla kaleme aldığı yazısını; “Bu millet, büyük Türkiye için ayağa kalkmış bir kere. Çelmelensek de Allah’ın izniyle aydınlanan ufkumuzun müjdeleri var...” cümlesiyle sonuçlanıyordu.

Sayın Öcalan’ın “barış ve kardeşlik” adına yürüttüğü mücadeleyi Erdoğan ve bilinen çevre, Kürtlerin haklarından bahsetmeyip “terör belasından kurtulma” adına işletmeye ve bunun adına da “Büyük Türkiye” diyerek süreci ilerletmeye ve mümkünse “tasfiyeyi” derinleştirerek de istediği temelde sonuçlandırmaya çalışıyor.

Bu çevrelerin “Büyük Türkiye” demesinin çerçevesi Kürdistan’ı içine alan bir Türkiye mi olduğunu bilmiyoruz elbet! Gelişecek olan sürecin sonunda Türk ve Devlet hassasiyetleri kadar, Kürt ve Kürdistan hassasiyeti, yani Demokratik bir Türkiye mi yoksa Kürdistan’ın ismini ve Kürtlerin özgürlüğünü daha bir baskılayıp Büyük Türkiye’yi tesis etme mi olduğunu göreceğiz.

Bir de Kürt hareketi cephesinden süreç ve sonuna ilişkin taşıdığı risklere bakacak olursak eğer; süreç sonunda ya bir barış gelişecek ve halklar özgür olacaktır ya da eskisinden daha kapsamlı bir baskı ve direniş gelişecektir. Zaman zaman bu konuda KCK tarafından; “Biz savaşa da barışa da hazırız ve hazırlıklarımızı ayrıca bu temelde de yürütüyoruz, gibi açıklamalar da gelmektedir.

Yüz yılda bir gelen böylesi süreçlerin Kürt tarafınca heba edilmeyeceği hem Öcalan’ın samimiyeti ve ilkeli duruşu ve son olarak hem de KCK’nin karşılıksız ve sadece bir jest ve iyi niyet anlamı taşıyan esir askerlerin bırakılmasından da anlayabiliyoruz.

Öcalan Kürt ve Türk haklarının gönüllü birlikteliğinden bahsediyor ve ortak vatan diyorken bilinen çevrenin “Büyük Türkiye’de” ısrar etmesi hem Kürt halkında “acaba tekrardan oyalanıyor muyuz?” sorusunu sorduruyorken, hem de diğer taraftan da bu çevrelerin, büyüklük taslama “alışkanlık”larından vazgeçmediğini ve bu alışkanlıklarının da halklara pahalıya mal olabileceğini gösteriyor, diyebiliriz.

Platon’un “mağara benzetmesi”ne dönecek olursak eğer, alışkanlıklar bir zihinsel evrimleşme sürecini de beraberinde getiriyor. Erdoğan ve Cemaat’in Büyük Türkiye sevdası, “alışkanlıklardan” kaynaklanmaktadır. Yani Türk ve Türkiye her zaman güçlü olmak durumundadır/güçlüdür, sonucuna varılması o’nlarca bir zorunluluk ve bir alışkanlıktır. Bu alışkanlık beraberinde ötekiyi de ötekileştirmek ve mümkünse etkisiz kılmaya çalışıyor. Dolayısıyla hümanizmaya ters anti-hakikat çizgisinde bir zihniyet ile sürece bakmalarına neden olabiliyor. Mesela bu çevreler alışkanlıklarından dolayı işte zincirlerinden kopmaktan korkuyor ve aslında Kürtlerin ve mücadelesinin gelmiş olduğu bilinç, tecrübe, inanç, kararlılık, azim ve zafer aşklarının ne denli çelikleşmiş ve güçlü olduğunu bir türlü görmek istemiyorlar. Mağarada kala kala zihinleri kararanlar dış dünyayı yani hakikati görmekten ve Kürdün direniş gücünü tanımaktan korkuyorlar.

Bu çevreler Platon’un mağara benzetmesindeki bir mahkûmun zihnine sahiptirler. Doğru bildiği güç o mağarada ve hep onun gördüğü gibidir. Arkadan gelen sesler ve gölgelerin sadece aldatma ve düşünsel deney olduğunu yani kalıcı olmadığını kavrayamıyorlar. Erdoğan ve Cemaat zümresi buna göre yine de “her gürültüyü kendi lehlerine sanıp” alışkanlıklarında ısrar edebilirler. Mağaralarında kalıp zincirlerine bağlanılmak isteyebilir ve bizim gerçek barışa evirilmesini istediğimiz süreci heba da edebilirler. Ancak Kürt halkı zaten direniyor olduğundan görünecek o ki, bırakın Erdoğan ve AKP’nin kör olarak gidişatını, Türkiye tümden kaybedecek ve halkların kopuşu gerçekleşebilecektir.

13 Mart 2013 Çarşamba

Gül’ün ‘iyi şeyleri’ ve Erdoğan’ın ‘içeceği’ baldıran zehri


Tarihler 2009’un 10 Mart’ını gösterirken Türkiye’nin Cumhuru tarafından, süren otuz yıllık savaşı sona erdirme ihtimalini ifade eden bir söz eylendi. Gül’e göre artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; çünkü ‘Kürt sorununda iyi şeyler olacak’tı!

Özellikle savaştan direkt olarak nasibini alarak henüz on beşimde işkence görmüş biri olarak ben ve bir Dersim, Zilan, 12 Eylül ve faili bellileri yaşamışlar olarak daha fazla acı çekmişlerimizin umudu tavan yapmış ve özgürlüğümüze kavuşacağımız günlerin özlemiyle hayaller kuruyorduk.

Artık bir Türk’ün sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik hakları ne ise biz Kürtlerin de öyle olacak diye, ne olduğu belli olmayan süreci beklemeye koyulduk.

Biz, Gül’ün ‘iyi şeyler’inin Kürt halk gerçekliğinin hakikatli çözümüne hizmet edeceğini düşünürken, sonraları aslında ‘iyi şeyler’in Türk devletinin ve Türk halkının bekaası için olduğunu nereden bilecektik ki.

Derken ardı arkası kesilmeyen KCK tutuklamaları, çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın-erkek, sivil-gerilla, ova ve dağ demeden yiten canlarla kimyasallara boğulan bilindik Kürdistan’a tekrar tanık olduk.

Geçen üç yıl boyunca biz, Gül’ün ‘Kürt sorununda iyi şeyler olacak’ sözünden dolayı on binlerce insanımızı zindana ve yüzlercesini de toprağa uğurladık. Türk devleti ve AKP hükümeti üç yıllık süre zarfında Zankırta ve Roboski ile Dersimleri, KCK tutuklamalarıyla da 12 Eylül’ü aşan yoğun baskılı zamanlar yaşattılar. Yani üç yıllık zaman diliminde çekilen acılar neredeyse bir doksan yıla eşdeğerdi. Bu pratikler Türk devletinin Cumhuru tarafından eylenen, ‘merak etmeyin, çok iyi olacak’ söyleminden sonra geldi.

Şimdi de ‘yeni’ bir süreç ve Türk devletinin Başbakanı Erdoğan; “Çözüm süreci için ‘gerekirse baldıran zehri içerim’ diyor.

Burada mesele böyle bir zihniyete sahip ve geçmişi belli olan bir devlet ve yetkilisine güven duyup duymama meselesi değildir.

Sonuçta Erdoğan ‘çözüm süreci’ der ve tasfiyeye doğru giderken, Kürt halk önderi Sayın Öcalan’da, halkların gönüllü birlikteliği der ve hakikatli ve onurlu bir barışa gitmek için çaba harcar. Bu süreçte ne PKK ne de Türk devleti 2013 stratejilerinden vazgeçmez. Birinin iki yüzyıldır acı çeken Kürt halkı ve Kürdistan’ıyla birlikte Ortadoğu’yu özgürleştirme planı var, diğerinin hakimiyet alanını genişletip Türk adı altında faşizmin doruklarına çıkma sevdası.

Ama bir süreç işliyor.

Tam da bir çözüm sürecinden bahsediliyorken, Kürtçe üzerindeki baskılar artıyor, mahkemelerden cezalar yağıyor, siyasi soykırım operasyonları yer yer devam ediyor, Roboski katliamını onaylayıcı raporlar kararlaştırılıyor, dördüncü yargı paketinin içi boş çıkıyor ve hala uçaklar havalanıp Kürdistan’ın dağlarını bombalayarak gerillaların yaşamını yitirmesine, anaların gözyaşının akıtılmasına devam ediyor ve Erdoğan tarafından gittiği her yerde ‘terörün kökünü kazıyacağız, eli kanlı çete ve teröristler’ diye bas bas bağırılıyorsa, az biraz durup düşünmek gerekiyor.

Asıl mesele ne biliyor musunuz?
Bunca acı, kan ve gözyaşına ve on binlerce insanın yaşamını yitirmesine rağmen sonuç alınamamış askeri operasyonları devam ettirip bir sonuç arayışına gitme zihniyetindedir.

Sanırım ne Sayın Öcalan ve PKK ne de biz Kürtler ikinci bir ‘iyi şeyler olacak’ vakası kaldırabilecek ‘olgunluk’ ve sabra sahip değiliz! Mevcut ters zihin yapısıyla faşist çevreler de sahip değiller. Sürecin sömürgeci zihinden doğru sonuçları bir iç savaşa götürebilir ve Kürtleri de “kolonilerini savunan birer intihar bombacısı karıncalara” benzer şekilde dönüştürecek duygusal pratiklere itebilir.


Niye mi?
Çünkü Türk cumhurbaşkanı Gül, ‘iyi şeyler olacak’ dedi ve sonrasında askeri ve siyasi operasyonlarla faşizm kurumsallaştırıldı ve Türk devleti daha bir güçlenerek Kürt halkı üzerindeki baskı ve zulüm politikalarını arttırdı. Şimdi de Erdoğan ‘baldıran zehri içerim’ diyor ve Sayın Öcalan’ın çağrısıyla PKK’nin elindeki esir asker, kaymakam ve polisler bugün itibariyle serbest bırakıldı ve Newroz’da Öcalan’ın barış sürecinin önünü açıcı büyük bir adım atma önerisi yapacağı bekleniyor.

Kürtler olarak umutsuz değiliz ancak temkinliyiz; çünkü Türk Cumhurbaşkanı’nın açıklaması sonrasında yaşanan olumsuzlukları gördük.

Erdoğan’ın baldıran zehri, ‘iyi şeyler’ gibi olmasın sakın!

Tüm bunlardan dolayı Gül’ün bahsettiği ‘iyi şeyleri’ gördüğümüz gibi ise artık Erdoğan’ın ‘içeceği’ baldıran zehri nasıl katliamlı olur diye, düşünmeden edemiyor insan.

Anti-hakikatli pratikler hümanizmaya değil sadece ve sadece Kapitalizme hizmet ediyor. Bu defa da sonuç benzer veya aynı olursa kazanan, Kapitalist Modernite yürütücüleri kaybeden ise Türk ve Kürt halkları olacaktır.

10 Mart 2013 Pazar

Erdoğan'ın 'şov'dan kastı ne?


Kürt halk önderliği ile yapılan ikinci İmralı görüşmeleri sonrası Pervin Buldan’ın basına yaptığı ilk açıklama Sayın Öcalan’ın “PKK’nin elindeki esir askerlerin kısa bir zaman sonra bırakılması” ile ilgili temenni mesajı ve BDP, Avrupa ve Kandil’e ulaştırılmak üzere olan üç mektup ile ilgiliydi. Mektuplar üç parça halinde ilgililere ulaştırılmak için heyet üyelerince yola koyulundu. Mektup BDP ve Avrupa’ya henüz ulaşmış ve Kandil yolundaydı ki görüşme tutanakları basına sızdırıldı. Bir taraftan mektubu kimler ve neden sızdırdı sorusu cevabını ararken diğer taraftan son zamanların en büyük Kandil saldırısı ellerde mektup ile heyet üyelerinin üzerlerine tonlarca bombaların bırakılmasıyla devam ediyordu. Diğer taraftan da yer yer KCK operasyonları devam ediyor, tutuklulara ağır cezalar veriliyor ve askeri operasyonlar Kürdistan’ın birçok bölgesinde artıyor ve sınıra yığınaklar sürüyordu.

Tüm bu gelişmeler karşısında heyet üyesince yapılan resmi açıklamadaki temenni mesajı yerini buldu ve KCK’den konuyla ilgili; ”Elimizdeki esir asker, polis ve kaymakamı bir hafta içinde bırakacağız” açıklaması geldi.

Süreç hassas (!) ve olması gereken de böylesi Türk hassasiyetini gözeten bir açıklama sonrası pratik yaşanmalıydı. Açıklama oldu ancak henüz asker, polis ve kaymakamdan oluşan esirlerin bırakılma zemini yaratılmadı. Derken Türk basını konuyu işledi ve “o’nların da bir ailesi, eşi ve çocukları var, tez elden bırakılmalı ve ailelerine kavuşmalılar” tarzından Türk hassasiyetinin tavan yapmış halinin yansıtılma gereği duyuldu. AKP’lilerin sürecin gidişatını sekteye uğratacak üsluptan kaçınmaları da ayrıca gözlerden kaçmadı. Bu arada konuyla ilgili Erdoğan’dan da bir açıklama geldi ve “aman Habur olmasın” tedbiri alınmak istendi.

Evet, tam olarak söylenilmek istenen, esirler bırakılsın ama ‘şov’ yapılmasındı. Hani Kürtler Habur’da kardeşlerini karşıladıklarında şov yapmışlardı ve Oslo masası devrilmiş ve süreç tıkanmıştı ya, işte ondan dolayı PKK’nin elindeki yalnızca birkaç esirin bırakılma anında ‘bu tekrarlanmasın’ denmek isteniyor.

Dikkat edilmesi gereken, Erdoğan şov derken, öyle davul zurna ve sevinç çığlıklarından falan bahsetmiyor. Erdoğan’ın bahsettiği tamamen “güç” meselesidir. ‘Şov’ derken, “PKK’nin gücü resmileşmesin” istiyor. Açlık grevlerini bitiren olarak nasıl Öcalan’ın Önderliği Türk basını ve dünya nezdinde resmileşmişse, basına yansıyacak olan esir askerlerin bırakılma görüntüleriyle de PKK’nin “aslında üç-beş çapulcu ve terörist olmadıkları” aksine hümanist karakterli bir yapıda olduğu netlik kazanacaktı. Bununla birlikte PKK’nin NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip bir devleti nasıl zora soktuğu ve Ortadoğu’da o’nsuz karar alınamayacağını ve dolayısıyla geçit vermez bir pozisyonda olduğu gerçeği perçinleşecekti. İşte tüm bunlardan dolayı Erdoğan; aman ‘şov’ olmasın, tedbiri almak istiyor.

Diğer taraftan ‘şov’un tahlilini yapmak için düz mantıkla bir yaklaşımda bulunursak eğer, bilindik “şov olmasının” değerlendirmesine karşılık o zaman KCK’liler bırakılsın; Şov başlasın! demek sanırım Kürt hassasiyeti noktasında önemlidir. Sanırım Kürt halkı için PKK’nin esir asker, polis ve kaymakamı serbest bıraktığında şov yapmaması ama Türk devletinin KCK’lileri bıraktığında şov yapması pek önemsenecek bir konu olmaz. Çünkü Kürt halkı PKK’yi de Türk devletini de tanıyan bir halktır. On yılların özgürlük mücadelesiyle erişmiş olduğu felsefik düşün eylemiyle politik bilinç düzeyi Kürt halkındaki bu tarz gereksiz kaygıları çoktan atmıştır.

Bir de ikinci olarak Erdoğan’ın ‘şov’dan ne kastettiğini ve aslında niyetinin ne olduğunu kestirebilmek ve anlamak için yayınlanan, Roboski raporunun ciddiyetine bakmak gerek.

Hükümetin Roboski raporundaki ‘kasıt yok’ (!) zihniyetinden doğru niyeti ile 2009 yılındaki Erdoğan DTP görüşmesi birbirine çok benziyor.

Roboski raporu çok taze olduğundan, belleklere o görüşmeyi getirecek olursak eğer; bilindiği üzere 2009 yılında Erdoğan’ın “zorunlu” olarak yaptığı bir görüşme vardı. Zorunluydu çünkü Gül’ün ‘Kürt sorununda iyi şeyler olacak’ demesine paralel olarak işletilmesi gereken bir “tasfiye süreci” var ve DTP ile görüşme yapılması ve Türkiye ve Kürdistan kamuoyuyla Kürt tarafının sürece inanması gerekmekteydi. Her ne kadar da Erdoğan DTP için; “Bulgaristan Hak ve Özgürlükler Partisi çizgisine gelmeyene kadar görüşmem”, dese de sürpriz bir şekilde ‘görüşmem’ dediği partiyle görüştü. Erdoğan, Sayın Ahmet Türk ile yani DTP ile görüştü görüşmesine de, Türkiye Başbakanı değil de “AKP genel başkanı sıfatıyla” görüştü. Öyle ya kapatılacak olan bir parti ile Başbakan sıfatıyla nasıl görüşme olsun ki. Eğer Erdoğan Başbakan sıfatıyla DTP ile görüşmüş olsaydı öyle kapatılma falan olmayacaktı.

İşte şimdi de Roboski raporunda hakikat ortaya serilse ve failleri açıklanıp olay aydınlatılsaydı, yarınlarda ne yeni katliamlar olacak ne de kaotik ortam olacaktı. Ya ne peki? Niyet kötü. Niyet ne?

Erdoğan’ın “aman Habur gibi olmasın, aman ‘şov’ olmasın, aman Oslo gibi masa devrilmesin” kaygısı öyle “barış sürecine olan hassasiyetinden” değil, öyle olmadığını hem devam eden askeri ve siyasi operasyonlardan ve hem de Roboski raporundan anlayabiliyoruz. Umudumuz bu sürecin hakikatli bir şekilde ilerlemesi ve Kürt halkının onurlu bir statüye kavuşmasıdır ancak söylemler her ne kadar bir barış süreci var gibi gösterilse de pratikler, zihniyeti değişmeyen bir Erdoğan’ı işaret ediyor.

1 Mart 2013 Cuma

Öcalan anlaşılmazsa Ova’lar Dağ’laşır


Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan savunmalarında “anlama ve algı” üzerine yoğun durmuş ve kapitalist modernite tarafından yaratılan toplumsal gerçekliğin hakikat yöntemiyle bilince çıkarılarak algı sapmalarının önüne geçilebileceğini çokça işlemiştir.
Demokratik Uygarlık Manifestosunda: Anlam ve algıya getirdiği yorumlarla birlikte bazı şartlardaki durumlara ilişkin, “Kuantum fiziğinde gözlemlenenle gözlemleyen ilişkisi asla ölçüye mahal vermemektedir. Gözlemleyen maddeyi değiştirdiği gibi, gözlemlenen de laboratuar koşullarında gözlemleyenden kendini kurtarabilmektedir. O halde doğru “algılama” ancak insanda iç gözlemle mümkün olabilir”, diyerek sezgili ve özgür tercihli eylemlerle hiçbir koşulda insanın iradesinin teslim alınamayabileceğini belirtmektedir. Yine Öcalan mevcut sürece cevap olabilecek diğer bir değerlendirmesinde de, “Gül’ün güzelliği oranında dikenleriyle kendini koruma bağı arasındaki ilişki, ‘en anlamaza’ bile bir şeyler anlatabilir. Her türün (canlının) kendine göre bir savunmasının olması da ilke düzeyindedir. Savunmadan yoksun bir varlık neredeyse yok gibidir”, diyerek “savunmanın” olmazsa olmazına dikkat çekiyor. Bilimin son evresi olan Kuantum fiziği doğrultusundaki paradigmasıyla barış girişimlerine hümanist yaklaşımını da ekleyen Öcalan’a inanmak ve anlamak gerekiyor ki süreç hakikatli bir şekilde ilerleyebilsin.

Türk devletinin Sayın Öcalan ile Türk ve Kürt halkının önünde yapmış olduğu büyük oranda açık görüşmelere bakılırsa süreç, sahiden ‘yeni bir sürece’ benziyor. Tabi son Kandil bombardımanlarına bakılırsa da süreç, Türk devleti ve AKP tarafından yine “tasfiye” , Sayın Öcalan cephesinden bakarsak da, “son barış umudu” olarak ele alınıyor.

Türk devleti her ne kadar da eski zihniyetinden taviz vermese de mevcut sürece ‘yeni bir süreç’ dedim çünkü dünya eski dünya, dengeler eski denge, kuvvet ve güç eski kuvvetler ve güçler, Kürtler de hiçbir şekilde eski Kürtler değiller.

Bu gelişmeler toplumsal dünyadan etkilendikleri kadar evren yani fiziksel dünya yasalarıyla da örtüşmektedir. Bağıntı, Değişim, Dönüşüm ve Zıtların birliği karşıtlığı yasalarıyla ilerleyerek bugüne gelen süreç, Kuantumik düşünce ekseninde hakikatli bir müdahaleyi gerektirdiği gerçeğini açığa çıkardığından dolayı sürece önyargılarla yaklaşmamak gerektiği bilincine kavuşmamız gerekiyor.

Kürt halkı geçmiş deneyimlerden dolayı haklı olarak Türk devletine güvenmeyebilir, Türk devleti yine oyalıyor, seçime kadar Kürtleri kandırıyor, yeniden şekillenen Ortadoğu dengelerinin yerli yerine oturtulması için zaman kazanıyor, (eğer olacaksa da, halkı olarak) Gerillaların çekilmesi, doğru değildir, diyip duygusal anlamda sürece karşı çıkabilir. Türk devleti ve hükümetleri tarafından yüz yıldır yok edilmeye çalışılan Kürdün zaten güvenmesini beklemek de saflık olur.

Burada Kürd halkının bilmesi gereken şey, eskisinden daha güçlü bir paradigmayla Önderlik ve fedailer ordusuyla donanımlı bir PKK gerçeğiyle bu yeni sürecin yine yeni kodlarla yürütüleceği hakikatidir. Kaldı ki hem Öcalan ve hem de KCK yetkilileri, her hangi bir çekilmenin, öyle eskisi gibi olamayacağını TBMM onayıyla resmileşeceğini ve Kürdistan’ın özgürleşeceğinden sonra o da ‘ gerillaların iç güvenliğe hizmet olarak dönüştükten! sonra olabileceğini belirttiler.

1993 yılından bu yana PKK tarafından tek taraflı olarak yürütülen süreçleri heba eden Türk devlet pratiklerine bakılırsa elbet Kürt halkının, geçmişi kanlı olan bu devlete güvenmemekte haklı olduğunu görebiliriz.

Ancak burada, güven ve güvenliği bir birine karıştırmamak gerekiyor.

Türk devletine güvenilmeyebilir ancak güvenliği elden bırakmadan pek tabi barış görüşmeleri de yürütülebilir. Sonra, yapılacak olan bu görüşmelerden bir sonuç da çıkmayabilir. Amaç her ne kadar da Türk ve Kürt halkının gönüllü birlikteliği olsa da, süreç sonunda Türk devleti tekrar eski karakterine de girebilir. Bunlar olması ihtimal dahilinde olan şeylerdir. Zaten bu günlerde de Türk devletinin “sabote” girişimleri gözlemlenmektedir.

Sürece temkinli yaklaşmak kadar hakikatli yöntemi tutturmak ve özgüvenli olmak da görüşmeleri baştan doğru yürütebilmek anlamına gelecektir ki bu hakikatli yönteme ulaşma gücü ve özgüven Sayın Öcalan’da fazlasıyla var.

Sürecin barışa evirilebilmesi için Öcalan tarafından bir mesaj olarak da Türkiye ve Kürdistan kamuoyuna ulaştırılan; umarım PKK’nin elinde bulunan esirler en kısa zamanda ailelerine kavuşur, mesajını ve önümüzdeki günlerde bunun PKK tarafından pratikleştirilmesini öyle düz bir mantıkla ele almaktan çok, PKK’nin aslında ne kadar büyük bir güce sahip olduğunu ve hümanist yanının ne denli açığa çıkmış olduğunu gösterir olarak derinlemesine bir yorumlamaya girebiliriz. Yine bununla ilgili de KCK cephesinden gelen mesaj: Ancak süreç ilerlerse bu pratiğin yaşanabileceği söyleniyor.

Tarihi bir süreç denilen ve öyle olmasını umut ettiğimiz bu süreçte diyelim ki Öcalan ve PKK sürecin önünün açılması için kendi cephelerinde yapılması gerekeni ve hatta daha fazlasını yaptılar ve sonra yine bilindik TC karşımıza çıktı. İşte tam da burada KCK’nin önemli bir açıklama ve uyarısı devreye giriyor.

Güven ve güvenlik boyutuyla birlikte Karayılan geçen ay almış oldukları toplantıdaki kararları açıklarken bir hususa dikkat çekti ki, ne Kürt halkının süreçten korkması gerekiyor ne de Türk devleti ve AKP hükümetinin süreci heba edip herhangi bir oyuna başvurmasının rahat olamayacağı anlaşılıyor.

Buna göre Karayılan: Önderliğimizin bizzat hareketimizin mensuplarıyla ve temel organlarıyla diyaloga geçme zorunluluğu, toplantıda karar altına alınmıştır. Yani Önderlik devreye girmeden ve “çeşitli yerlerde mevzilenmiş bulunan güçlere” dönük bizzat ikna çalışmasını yürütmeden öyle bahsedildiği gibi bir sürecin kolay kolay gelişmesi de zordur; hatta mümkünatı yoktur, diyerek Kürt halkı, dostları ve Türk devletiyle bölgesel güçlere açık çağrı ve uyarı yapmıştı.

‘Ümit ettiğimiz barış süreci’ kesintiye uğratılır ve tıkanırsa işte bundan dolayı Kürt halkından çok burada Türk devletinin bilmesi gereken şey; dağa ulaşmak isteyen Kürt gençlerini kimse bağlayamaz ve bugün ki gerilla sayısı beş-altı katına ulaşabilir. Bir de ne mi olur? Dağ ve Ova gerillası birlikte devrede olur. Süreç tekrar tıkanırsa Ova’lar birden Dağ’a evrilir.

Karşımızda tanıdık ve kandan beslenen bir devlet olsa da bilimsel olarak da yeni başlayan bu süreç için tüm çevrelerin Öcalan ve PKK’ye destek sunması insanlık açısından önemlidir. Kürdistan sevdası ve halkların gönüllü birlikteliğinden yana olan tüm çevreler de süreci bu temelde anlamalı, tıkamamalı ve eğer bu iddialarında samimilerse de kesintisiz Sayın Öcalan’ın barış girişimlerine ve bu süreçten kaynaklı PKK’nin pratiklerine de destek sunmalılar.

Bilinmeli ki böylesi bir inanç, kararlılık ve fedai güce sahip bir Önderlik ve Hareketi, hiçbir sömürgeci yöntem oyalayamaz.