23 Nisan 2013 Salı

Tutsaklara baskı ve zulüm, Hizbi-Kontra’ya gül suyu



Tıpkı bireysel anlamda zindana hapsedilmedikleri gibi; O’nlar sadece hak ihlalleri ve baskılardan kaynaklı başlamadılar açlık grevlerine. Özgür tutsaklar bir halkın çığlığı ve sesi olmak için bugün 30.gününe giren özgürlük direnişlerini kararlılıkla sürdürüyorlar.

Sayın Öcalan’ın büyük emeklerle başlatmış olduğu “Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etme” süreci devam eder ve Türk devleti ile “halkların kardeşliği temelinde” barış müzakereleri sürerken, Tekirdağ cezaevinde 12 Eylülü andıran baskı ve zulümleri anlamak/anlamlandırmak istiyoruz.

Bu baskı ve zulüm cenderesine karşı direnen özgür tutsakların büyük feda eylemine anlam verebiliyor ve olması gereken tutumu sergilediklerini anlamlandırabiliyoruz.

Ortada somut herhangi bir çözüm süreci yokken Türk devletinin hem içerde ve hem de dışarıdaki askeri-siyasi ve psikolojik savaş pratikleri bilindik devletin işgal ve sömürücü yanını gösterdiği kadar, -bu yönlü Kürt halk ve hareketine olan yönelimleri- yarınlarda olacaksa da bir barış görüşmeleri bu görüşmelerde “kendi elini güçlendirmesi” temelinde anlaşılabilirdi.

Lakin şimdi hangi mantıkla zindanlardaki baskı ve zulüm açıklanacak, açıkçası anlamlandıramıyoruz.

Sayın Öcalan; “Başlatmış olduğum süreç sorunsuz işlerse, Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi bir toplumsal mutabakat aşamasındayız ve o zaman da bırakın benim özgür olmamı, herkes özgür olacak” diyor ve sürecin ne denli bütünlüklü ele alınması gerektiğini altını çizerek belirtiyordu.

Öcalan’ın sözlerinden anladığımız; bir müzakere var ve mevcut kaos hali, “demokratik müdahaleyle” halkların yararına işletilecek olarak görünüyor. Öcalan ve Devlet tarafından gerçekleştirilen bu görüşmeler PKK ve AKP’nin imzaları ve üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmekle ilerleyecekken, PKK tarafından atılan somut adımları görüyor ve sürece katkısını anlamlandırabiliyoruz.

Ancak ikinci imzacı olan AKP’nin ne söylemleri ve ne de icraatları barış sürecinin önünü açıyor gibi durmuyor. Üst kademede Öcalan ve Devlet, prensip ve hatta büyük ölçüde çözümün çerçevesini çizmişlerken ve PKK’de Sayın Öcalan’ın kararlarını onaylayarak pratiğe geçiyorken, Devlet tarafının imzacısı olan AKP’nin Hizbikontra’ya “gül suyu” sıkıp devletin şefkatli kollarını açması ancak PKK ve Devrimci Karargah davası tutsaklarına da zulüm ve baskı ile yine bildiğimiz katliamcı devletin kanlı kara yüzünü göstermesi, sürecin dört dörtlük ilerlemediğini ve bir çatlak oluşturulmaya çalışıldığını net bir şekilde göstermektedir. AKP bu pratikleriyle adeta devletin “yaramaz ve iyi çocuğu” olma eğiliminde ve kendisinin yaramazlığı yetmezmiş gibi destek sunduğu Hizbikontra çevrelerinin de hareketlenmelerine göz yumar bir tavır sergilemektedir.

Süresiz-dönüşümsüz direniş

Sayın Öcalan ve PKK, sürecin kırılganlığı nedeniyle kendileri kıran taraf olarak ve hatta mümkünse hiçbir çevre tarafından kırılmaması için de büyük emek ve çaba sarf ediyorlar. Doğal olarak buna paralel DTK, BDP ve HDP yaşanan baskı ve zulme karşı tek bir “demokratik eylem” dahi sergileyemiyorlar.

Demokratik kurumlar sürecin kırılganlığından kaynaklı (çok sürmemek kaydı ile anlamlı) sessizliklerini korurken AKP’nin zulüm, baskı ve işkence ile yıldırma politikalarına son hız devam etmesi beraberinde başka güçlerin devreye girmesini imkânlı kılabilecektir.

Buna göre ya AKP tez elden cezaevlerindeki 12 Eylül pratiklerinden vazgeçer, ya demokratik kurumlar Kürdistan ve Türkiye’de “demokratik eylemliliklere” girişir ya da nasıl AKP devletin “yaramaz ve iyi çocuğu” gibi kendi doğrularıyla hareket ediyorsa, meşru müdafaanın hak olarak olgunlaşacağı böylesi bir ortamda Kürt halkının “müdafi çocukları” da zorunlu olarak devreye girebilir!

Şimdi 30.gününe giren süresiz-dönüşümsüz direnişle açlık grevleri yaşanıyor ve sesler çıkmıyorsa, sanırım yarınlarda da meşru müdafa alanına giren pratikler sergilendiğinde de öyle ses çıkmayacak veya çıkmamalı.
Yani nasıl baskı ve zulüm oluyorken “süreç kırılmıyor ve tıkanmıyorsa”, demek ki “demokratik veya meşru müdafaa” eylemliliklerinde de süreç kırılmamalı ve tıkanmamalı”.

Tekirdağ zindanındaki zulme karşı ses olmamak, bu uygulamalara karşı direnmemek ve tepki göstermemek yarınlarda, Kürdistan’da Hizbikontraların hareketliliğinin ve (belki kanlı) serbest dolaşım hakkının hangi boyutlara geleceğini göstermekle birlikte sessiz yığın olarak bizler tarafından da onlara, bir izin anlamında olacağı bilinmelidir.

Biz AKP’nin imzacı olarak kendi ve zümresinin istediği doğruları direttiğini ve çözüme direndiğini biliyoruz. Bu pratiklerin aynı zamanda hakiki bir çözümü istemeyen AKP’nin tahrikleri olduğunu da biliyoruz. Ancak tahrik var ve buna karşı cevap olunduğunda süreç kırılabilir veya tıkanabilir ihtimaline karşı da yerinde ve zamanında tepki vermemek sanırım “bilimsel olarak belirsizlik ilkesine” karşı da ters bir tutum olacaktır.

Emin olun temeli sağlam olan bir inşa sürecinde tıkanmayacak bir süreç, zaten tıkanmaz. Tıkanacağı varsa da temellerinden kaynaklı zaten tıkanır. Süreç tıkanır, aksar ve biter diye tedirginliği abartmanın bir anlamı olduğunu düşünmüyorum.

Zulüm var ama süreç tıkanmıyorsa, bilinmeli ki buna karşı “demokratik direniş” sergilendiğinde de tıkanmaz.  Zulüm anında tıkanma riski ahlaki ve bilimsel olarak ne kadar ise, direniş anında da aynen öyle olabileceği ihtimalini de gözden kaçırmamak gerekmektedir.

16 Nisan 2013 Salı

Öcalan’ı anlamak ve yeni şafaklara şahitlik



Anlama üzeri uzun uzadıya değerlendirme yapmaktan çok “anlama”; onurlu yaşama giden bir yoldur, demek sanırım yeterli olacaktır.

Evet, Kürt halkı özgürlük istiyor. Ancak özgürlüğü sadece Kürt, Kürdistan ve Türkiye halkları değil, bir bütünen dünya halkları istiyor. Zindanlarda, asit kuyularında, faili bellilerde, dağlarda ve hatta evimizin içerisinde katledilmemizin nedeni özgürlük istemimizden başkası değildi. Halklar olarak amacımız özgürlük ise “bağcıyı dövmek isteğinin” bir anlamı olmamalı ve süreç hakikatli temelde anlaşılmalı.

Sayın Öcalan’ın Newroz mektubunda özgürlüğe dair şu satır dahi yeterlidir! Öcalan: Bölge halkları yeni şafakların doğuşuna şahitlik etmektedir. Savaşlardan, çatışmalardan, bölünmelerden yorgun düşen Ortadoğu halkları artık kökleri üzerinden yeniden doğmak, omuz omuza ayağa kalkmak istiyor, diyor.

Bu satırda anlatılmak istenilenin Ortadoğu’daki bütün halk ve inançlara özgürlük olduğunun anlaşılması zor olmasa gerek.

Adına Arap baharı denilen ve domino etkisiyle Fas, Tunus, Mısır ve Libya yönetimlerinin yıkılmasına neden olan direniş bugün Suriye’de “özgürlük isteyen halkların katliamlarıyla” devam etmektedir. Başlarda bir halk direnişi olarak çıkan olaylar, sonrasında aslında durumun hiç de öyle olmadığını gösterdi ve yönetimleri yıkılan bu ülkelerde halk, eskisinden daha fazla acı çekiyor ve daha fazla tutsaklık içerisindeler. Özgürlük diye adına Arap baharı denilip halkları ve inanç sahiplerini heveslendirerek yola koyan sistemlerin aslında, eskiyi yıkıp, yerine eskisinden daha ceberut olan ve kendi kontrollerindeki sistemlerini inşa etme niyetlerini görüyoruz. Yol ve yöntemi eksik hatalı olduğundan dolayı iç savaşın yaşandığı bu ülkelerdeki halk ve inanç sahiplerinin “keşke hiç ayaklanmasaydık” diyen seslerini duyar gibiyiz. Bir Irak örneği hala yaşanmaktadır. Özgürlük gelecek diye ayaklananlar, herhalde her gün bombaların patladığı bir ülke için ayaklanmadılar!

İşte Sayın Öcalan’ın yol haritası ve eylem planı, yöntem ve sorunlara yaklaşımı diğer ülkelerdeki gibi olmadığı için aslında net olarak anlaşılamıyor veya anlaşılmak istenmiyor. Tıpkı “devrimciliğin ölüm ile sonuçlanırsa adına ancak devrimcilik denir” anlayışında olduğu gibi biz Ortadoğu halklarında, kan ve zor olmazsa özgürlük gelmez anlayışı hâkimdir.

Ondandır ki Sayın Öcalan, başlatmış olduğu sürecin adına “Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etme” süreci dedi. Eğer bu olmazsa elli bin kişiyle halk savaşı olur dedi. Yine ondandır ki KCK: 2013 yılına iki eksen üzerinde giriyoruz; Birincisi ve önümüzdeki hedef 2012 yılındaki alan hâkimiyetini bu yılda tamamlamak ve savaş ile sonuç almak. İkincisi; Önderliğimizin devlet ile olan görüşmelerinden çıkan sonuca ve Önderlik perspektiflerine göre “demokratik zeminde sonuç almak”. Birinci ekseni bekletiyor ve biz tercihimizi doğru bulduğumuz ikinci eksen yönünde kullanıyor ve Önderliğimize bağlılığımızı yineliyoruz, dediler.

Şuanda konjonktür savaşa değil anlaşmayla götürülebilecek demdedir. Savaş yapmak kolay ve on yıllardır zulümkar sistemlere karşı savaşlar veriliyor. Ancak tek bir hakikatli çözüm bulunmuş değildir.

Ortadoğu’nun kaynadığı böylesi bir süreçte kimse gücünü riske atamaz. Altını çiziyorum “eğer bir umut varsa –ki var-“; Bu süreçte Özgürlük hareketi kadar Türk devletinin de savaşmasının sonuç alıcı bir yanı yoktur. Neyin ne olacağı belli değil. Her yer yangın yeri ve dün ezilen halk ve inançlar bu yangın yerinde yarınlarda da ezilebilirler. Ne Öcalan’ın ve PKK hareketinin ve nede inanın Türk devletinin “zar atma” lüksleri yoktur. PKK çok güçlü ve Kürdistan’da söz sahibidir; askeri olarak Devleti zorlayabilir ancak zorla kabul ettirilen isteklerin anlamı olmuyor. Devlet’te güçlü ve NATO’nun ikinci büyük ordusudur; PKK’yi zorlayabilir ve bu devlet için içinden çıkılmaz daha farklı sonuçlar da doğurabilir.

Öcalan’ da, PKK’de, Devlet’te bunun farkında ve böylesine parçalanmanın eşiğinde olunabilecek bir süreçte “anlaşmak” istiyorlar. Anlaşılması gereken Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu’da sadece Kürt, Türk, Fars ve Arap halklarının ve inanç olarak da sadece İslam inancının olmadığıdır. Özgürlük isteniyorsa, bu sadece bir halk ve bir inanç için değildir, olamaz.

Sürecin tehlikeleri elbet vardır.
Sayın Öcalan'ın başlatmış olduğu "Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etme” süreci salt Kürt halkı için değil, bütünlüklü olarak Ortadoğu halk ve inançları için işletilmek isteniyor. Eğer "yol haritası ve eylem planı" hakikatli bir temelde işletilirse alınan sonuçlar "ne Irak, Fas, Tunus, Mısır ve Libya, ne de belirsiz olan Suriye" gibi olmayacaktır. Sömürgecilerin yol ve yöntemlerinin nasıl sonuçlandığını ve ezilen halk ve inançların aslında daha fazla ezilip yok edilmek istendiği sonucu ortadadır.

Bu süreci bütünlüklü anlamak ve ucuz yaklaşmamak gerekiyor. Sürecin olumlu gitmesi demek özelde Kürdistan ve Türkiye, genelde de Ortadoğu'daki halk ve inançların zaferi demek olacaktır.

Sayın Öcalan hem kendisine ve hem de PKK'ye güvenmekte ve süreci bundan dolayı en güçlü oldukları dönemde başlatmış bulunmaktadırlar. Bu sürecin önünde kim ve hangi çevreler durmaya çalışırsa inanın o çevreler yok olup gideceklerdir. Türk devleti ve AKP'ye rağmen süreç işletilecek ve eğer Devlet ve AKP direnirse, bırakın AKP'yi Türk devleti diye bir şey kalmayabilecektir.

Bu süreçte yok olmak istemeyen tüm ezilen halk, inanç ve çevrelerin hakikat temelinde Sayın Öcalan ve PKK'ye güvenmeleri, inanmaları ve destek sunmaları gerekmektedir.  Süreç ne olursa olsun Sayın Öcalan’ın “ne eskisi gibi yaşayacağız, ne de eskisi gibi savaşacağız” söylemi tüm çevrelerce, mutlak hakikat temelli anlaşılıp bilince çıkarılmalıdır.

Önümüzdeki süreçte ya Ortadoğu’daki tüm halk ve inançlar birbirleriyle boğazlaşacaklar ya da Sayın Öcalan’la, yeni şafakların doğuşuna şahitlik edecekler.


Kadınlar, entegre stratejiyle evlere hapsediliyor



Türk devleti kurulduğundan bu yana en fazla kadın ölümleri, AKP iktidarı döneminde oldu. Birinci ve ikinci dönemini “çıraklık” olarak adlandıran Erdoğan’ın üçüncü, yani “ustalık” döneminde de kadın katliamlarında değişen bir şey olmadı. Son on iki yılda erkekler tarafından katledilen kadın sayısı binlerle ifade ediliyor. Erdoğan hükümetinde 2012 istatistiğine bakıldığında erk-egemenliği daha fazla artış göstermiş ve erkeklerin kadınlara dönük taciz, tecavüz ve katliamları geçen yılları aratmıştır.

Kadınlar evlere hapsedilmek isteniyor!

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayınlanan “hane halkı işgücü istatistiklerine” göre Kadın işsizler, geçen yılın aynı dönemine oranla daha fazla artmış bulunuyor.

Peki acaba Kadınlar neden işsiz kalıyor? TÜİK’in açıklamış olduğu bu istatistiğin “nedeni” nedir?

Hatırlanacağı üzere Erdoğan’ın onlarca kez üzerine basa basa vurguladığı “üç çocuk” projesi vardı ve hala da her fırsatta dile getiriyor. Kimi yerlerde 3 yerine 5’e çıktığı da görülüyor.

Bir çocuğu olan ikinci ve durmadan üçüncüyü, üç-beş çocuğu olan kimi Erdoğan sevdalıları da “belki bu sözde bir keramet vardır” diyerek birkaç taneden bir şey çıkmaz deyip, sayıyı daha da çoğalttılar. Erk-egemenlikli zihniyete göre hava hoş; nasıl olsa kadındır, adı annedir, çocuğunu yapsın, görevi nedir denilerek, istemeyen eşlerine de tecavüze varan şiddet uygulayarak çocuk yapmaya zorladılar.

Erdoğan’ın “üç çocuk” talebine karşı bir çok tahmin yürütüldü ancak “kadınları eve haps etme” niyetinin bu kadar açığa çıktığı bir durum hiç görülmedi.

AKP hükümetinin tüm projeleri “entegre strateji” ekseninde olduğu için çocuk yapan kadına Esnek çalışma sistemi palavrası adı altında maddi destek sunma projeleri geliştirdiler. Bu projeler bir zümrenin ideolojik zihin yapısını yansıtmakla birlikte, her şey Avrupa standartlarına göre tertiplenerek pratikleştirilmek durumunda ki çevrelerden tepki gelmesin.

AKP’nin Kadına biçtiği; “Git evinde otur, çocuk yap” rolüdür.

Herhalde Sayın Erdoğan annelere; “Üç-beş çocuk yapın” diye seslenirken, kadınların işsiz kalacağını ve dolayısıyla eve hapsolacağını biliyordu.

Yine bir kadın olan ancak erkek zihniyetiyle çalışma yürüten Fatma Şahin’in müjdeymiş gibi sunduğu “esnek çalışma sistemi” de, tam olarak kadınların ekonomik özgürlüğünü elinden alma, fazla çocuk yaptırarak da eve hapsetme sistemidir.

AKP hükümetinin entegre stratejisi ekseninde Kadınlarımız, toplumsal alandan koparılmak ve evlere hapsedilmek isteniyor.


11 Nisan 2013 Perşembe

Hizbullah’ı gösterip Fetullah’a razı etmek



Türk polisi tarafından başına ateş edilerek katledilip Dicle nehrine atılan Murat İzol’un cenazesinin bulunduğu gün ne hikmetse, Dicle Üniversitesi’nde olaylar başlıyor. Sanırım aynı gün olayların çıkması Kürt halkının Murat İzol için gösterecekleri tepkinin önüne geçme amaçlı olsa gerek!

İzol’un katilleri ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorken, yeni katiller Amed halkının arasına sokulmaya çalışılıyor.

Peki D.Ü.’deki olaylar nasıl başlıyor?

Olayları birebir yaşayan bir öğrenciden aldığım bilgilere göre;

Halk tarafından Hizbi-şeytan olarak tanınan ancak kendilerine Hizbullah adını veren bir grup, D.Ü. Mimarlık Fakültesine gelip afiş asmak istiyorlar. Cafe’ye girdikleri sırada içlerinden bir iki kişi bir masada oturan Yurtsever öğrencilere laf atıyorlar. Nedensiz laf atmadan sonra yaşanan ağız dalaşı sonrası diğer öğrencilerin araya girmesiyle provokasyon yaratan grup ellerindeki afişlerle birlikte oturuyorlar.
Öğrencinin aktardığına göre ortam gergin ve malum grup mafyavari bir şekilde konuşmaya ve öğrencilere tehdit savurarak ellerindeki afişi asmaya çalışıyor. Buna rağmen provokasyona gelmeyen Yurtsever gençlerden biri malum gruptan bir kişinin yanına tam yaklaşıp konuşmaya çalışacakken kendine Hizbullahçı diyen kişi Yurtsever öğrenciye yumruk atıyor ve tam o sırada cafeye ellerinde sopa ve bıçaklarla 15-20 kişilik grup giriyor.
Yine öğrencinin aktardığına göre geliş nedenleri resmen provokasyon ve hazırlıklı gelmişler. Yoksa tam o sırada o kadar kişi kimden nasıl bir haber aldı da yumruk atıldığı an cafeye gelebildi! Gelen grup ile afiş asmak isteyen grup birleşerek, cafedeki 6-7 kişiyi linç etmeye çalışıyorlar ve olaylar böyle başlıyor.

Zaten vakit geçmeden olaylar ile ilgili videolar medyaya düştü ve tüm herkes de gördü ki Hizbullahçılar ve Polis el-ele. Video’da izlediğimiz görüntünün aynısı alışageldiğimiz bir görüntüydü ki zaten batıda da, Faşistlerle Polisler her zaman el ele Kürt gençlerine karşı saldırıya geçiyorlar.

Otobüsle alana taşınan malum çevrenin Polisler eşliğinde Yurtsever öğrencilere saldırması sonrasında kendini Hizbullahçıların sözcüsü diye tanıtan kişi de, tüm okulca tanınan tespitli bir sivil polis. Son yirmi yıla yakın bir süredir adından söz ettiremeyen malum çevre, Polislerin kontrolünde tekrar ismini duyurmayı başardı.

Tam da Fetullah Gülen cemaatinin Kürdistan’da Kürt gençlerini Türkleştirme, fuhuş bataklığına çekme, Eroin ve diğer maddeler ile yozlaştırma plan pratikleri deşifre olmuşken adeta cemaate bir can suyu ve Cemaatin “askeri kanadı” olma hevesinde olan Hizbullahçılar da nereden çıktı demeyin!

Tıpkı “ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek” gibi, nasıl MHP’yi gösterip AKP’ye razı gelinmesi istenmişse, şimdi de Hizbullah’ı gösterip Cemaat’e razı etmeye çalışıyorlar.

Evet Hizbullah’ın Kürdistan’da adı ve sanı yok; sadece eskiden kalma ismi var. Hizbullah nasıl geçmişte kendisini Jitem’e kullandırıp taşeronluk yaptıysa, öyle görünüyor ki yeni iktidarın da taşeronluğunu yapacak. Ama bu defa yoğunlukta Hizbullah militanları değil Türk devletinin derin devleti denilen, aslında öyle pek de derin olmayan gücü yapacak. Bu gücün adı Jitem’mi yoksa Hançer’mi bilinmez ama eğer Kürdistan’da Hizbullah adıyla tek bir eylem yapılırsa herkes bu eylemi resmen Türk devletinin yaptığını kabul edecek. Böyle bir ortamda da Sayın Öcalan’ın iyi niyeti suiistimal edilmiş sayılacak belki bir tıkanıklık yaşanıp süreç kaotik ortama evirilecek veya süreç işlerse dahi, çok kan dökülerek işletilecek.

Türk Başbakanı Erdoğan’ın; “Bu ülkede hala derin devlet var ve görevine devam ediyor” söylemi, kendisini kurtaracak bir açıklama olmadığı gibi içinden geçtiğimiz süreçte de doğrulanıyor. Söz edilecek ve yürüyecekse bir barış süreci, bu süreçte bu ve buna benzer olaylar yaşanırsa sorumlu da, direkt olarak iktidarı ve tüm devlet kademelerini eline geçirmiş olan Erdoğan ve Cemaat olacaktır.

Diğer taraftan “bu olayların devam etmesi demek” Kürt Hamas’ı yaratmanın süreci geldi demek anlamına da gelecektir. Eğer niyet bu ise, ne Kürdistan’da ve ne de Türkiye’de hiç kimseye rahat uyku yok demektir.

Kürt halk önderi Sayın Öcalan tarafından başlatılan Kürt sorununun demokratik çözüm süreci sırasında başlayan bu olayların bir tesadüf olmadığını biliyoruz. Tesadüf olmayan bir diğer ayrıntılar dizisi de;
Olayların çıkış gününün İzol’un cesedinin defnedildiği gün,
Bahanesinin “afiş astırmama” oluşu,
Saldırıların Polis kontrolünde olması,
Sözcü denen kişinin de öğrenci maskesiyle Polislere bilgi veren ve Sivil Polis olduğu herkesçe bilinen tanınmış sivil polis olmasında gizlidir.

Görünen o ki amaç; “Hizbullah’ı gösterip Fettullah’a razı etmek” ve Özgürlük hareketince gerekli tedbirler alınmasa da bu duyulan, Kürt Hamas’ının ayak seslerinden başkası değildir.


7 Nisan 2013 Pazar

Murat İzol’u biz öldürdük!



İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi Madde 20:
“Her şahıs saldırısız toplanma ve dernek kurma ve derneğe katılma serbestîsine maliktir”.

Bundan on iki gün önce Amed’in Fiskaya mahallesinde Polis’in kovalaması sonucu kendisini Dicle Nehri'ne attığı iddia edilen ve o günden bu yana haber alınmayan 19 yaşındaki lise öğrencisi Murat İzol'un cesedi kafasında kurşunla 13 gün sonra Ongözlü Köprü’de bulundu.

Bu olayın Sayın Öcalan’ın Türk devletiyle gerçekleştirdiği müzakere sürecine denk gelmesi üzücü olduğu kadar manidardır. Bir üzücü ve manidar olan da 13 günlük süre içerisinde İzol için “demokratik toplumsal bir tepki” verilmemesidir.

Yıllar önce Yunanistan’da 15 yaşındaki Alexis Grigoropoulos isimli bir genç polislerin kurşunuyla yaşamını yitirmiş ve Yunanistan’ın Devrimci örgütleri gençlerin serhıldanını örgütleyerek Hükümeti düşürmeye kadar demokratik eylemlerini sürdürmüşlerdi. Gençlerin bu direniş ve protestoları bütün dünya kamuoyunca izlenip destek görmüştü.

Neden? Çünkü gençlerin düzenledikleri eylemler “demokratik bir tepki, kutsal ve meşru” idi.

Murat İzol için ne Kürdistan’da ve ne de Türkiye’de hiçbir tepki verilmedi. Gözleri kör, kulakları sağır ve dilleri lal eyleyen bu durum herhalde “barış süreci” değildi!

Bu süre zarfında örgütlü güçler sessiz kaldı ve halkın öncüsü olmadılar!

“Sessiz kalmak köleliktir, ses çıkarmak ise özgürlüğün ve insanlığın gereğidir.”

Nerede bir haksızlık ve zulüm varsa ona karşı gösterilecek olan tepki demokratik ve aynı zamanda meşrudur.

Evet gençlerin bu direnişi tarihin ilk gerillası ve devrimcisi olan Spartaküs’ün ülkesinde yapılmıştı ancak Kürt halkının direniş tarihi ve önderlik gerçekliği de bir o kadar köklü olmasına rağmen neden Murat İzol için hiçbir tepki gösterilmedi?

Biz, içinden geçtiğimiz sürecin adına bir “barış süreci” diyoruz. Her ne kadar AKP cephesinde bunun tersi pratiklerini görsek de Sayın Öcalan’ın yürüttüğü süreci sahipleniyor ve destek veriyoruz. Sayın Öcalan, AKP’ye rağmen ve dönüştürülebilirse süreç ve zihniyetleri, demokrasi ve barışa çekmeye çalışıyor. Evet, bu bir süreç! Ancak süreç böyle diye de, onurumuzdan ödün verecek halimiz olmamalı.

Süreç işte tam da Türk polislerinin bu ve buna benzer tutumlarına karşı demokratik tepki ve direniş koyma sürecidir. Sürecin barışa evirilebilmesi için bizler, “zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var”, demezsek eğer süreç nasıl hakikatli bir şekilde işleyecek?
Süreç nasıl olursa olsun, baskı ve zulüm nereden ve kimden gelirse gelsin ona karşı koymak insan olmanın gereğidir. Yine aynı şekilde, baskıya ve zulme ses çıkarmamak onursuzluğu ve düşkünlüğü kabul etmek, demek olacaktır.

Her süreç, zaman ve koşulda baskı ve inkâra karşı güçlü sesimizle haykırmalıyız. Tek-tek hiçbir şey olabiliriz! ama o teklerin oluşturduğu halk kitlelerinin istedikten sonra her türlü geri anlayışı demokratik eylemlilikleriyle püskürtebileceğini de unutmamalıyız.

Unutmayalım ki şimdi biz sustukça “barış süreci” de anlamlı, onurlu ve hakikatli bir şekilde ilerleyemeyecektir.

Süreç, demokratik eylemlilikleri susturmuyor. Asıl şimdi eylem zamanıdır. Bir can yitiyor, günlerce haber alınamıyor ve devrimci örgütler sessizliğe bürünüp halkı hissizleştiriyorlarsa bir gariplik vardır.

Evet bir süreç var ama bu kadar da olmaz ki? Bu ve buna benzer pratikler her geçen gün devam etmesine rağmen, “Süreç baltalanır korkusuyla” hareketsiz kalmak ne kadar doğrudur?

Bir barış süreci var ve “demokratik eylem” falan yapılamaz diyenler varsa onların aklına şaşmak gerek. Eğer bugün Murat İzol için demokratik tepkimizi gösteremeyeceksek, ne zaman göstereceğiz?

Demokratik tepkimizi göstermezsek ne mi olacak?

Yine işte Ceylan Önkol’un davasında olduğu gibi takipsizlik kararları çıkacak. Roboski katliamı gibi olayın içinden sıyrılacaklar. Amed zindanları ve Esat Oktay’lar geri dönecek. Kafalarına demir çubuklarla vurulan tutsaklar, tekrar olacak. Sağmalcılar, Ümraniye, Buca, Ulucanlar, Çanakkale, Çankırı ve Adana cezaevlerinde kepçeler, dozerler, panzerler ve helikopterlerle operasyonlar düzenlenip cezaevi duvarları yıkılacak ve insanlar diri-diri yakılacak.

Zamanında 6-7 Eylül olaylarına Demokratik tepkiler gösterilseydi Maraş’ta Alevi halkının kapılarına çarpı işareti konarak 100 den fazla insan çoluk çocuk demeden katledilir miydi? Gazi mahallesinde kahvehaneler taranır ve onlarca insan katledilir miydi? Kadınlarımız coplanır ve genç kızlarımız saçlarından sürüklenerek öldü sanılarak bir köşeye atılır mıydı?

Sivas’ta 37 can ve bir o kadar aydın cayır-cayır yakılır mıydı?

Musa Anter, Vedat Aydın, Muhsin Melik, Hafız Akdemir, Savaş Buldan ve Hacı Kara’ya ses çıkarmadığımız için değil midir ki Uğur Mumcu’lar, A.Taner Kışlalı’lar, Hrant Dink’ler, Bahriye Üçok’lar ve en son Sakine’ler katledildi.

Erdal Eren’in 17 yaşındayken idam edilmesine karşı demokratik tepki gösterilmediği için Uğur Kaymaz’lar 12 yaşındayken 13 kurşunla katledilmedi mi?

Diyarbakır’da Koşuyolu parkında kendisine TİT adını veren terör örgütü tarafından Zilan’ların, Şilan’ların, Maide’lerin, Rojhilat’ların öldürülmesine karşı demokratik tepkimizi yeterince ortaya koysaydık Ankara da, İzmir de yine aynı katiller tarafından bombayla insanlar katledilirler miydi?

Barış sürecindeyiz ve bu ve buna benzer daha birçok olay yaşanabilir ancak bizler eğer bu olaylara karşı “demokratik tepkimizi” ortaya koymaksak, ne yani bizler yoksa Hz. İbrahim’i yanmaktan kurtaran Rabbin serinletici diri suyu mu olacağız ne olacağız?

İncil der ki; “Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak” daha ne zamana kadar gerçeklerden kaçacağız?

Hz. Muhammed; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”demiş. Müslüman isek ve Ehlisünnetim diyorsak bu neyin suskunluğu?

Hz. Ali değil midir “Haksızlık önünde eğilmeyiniz, çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz”! diyen.

Atatürk değil midir “Meriç kıyılarında çalışan köylünün kaybolan sabanından tutunuz da, bu vatan da yaşayanların uğrayacakları en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından siz mesulsünüz” diyerek o zamanki devlet yöneticilerini uyaran.
Marksist-Leninistler, Marks ve Lenin değil miydi “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşiniz” diyen.

Bizler!

Evet evet biz-biz; öyle sağımıza solumuza ya da arkamıza bakmayalım bu yazıyı okuyan, Devrimci örgütler, Kürt örgütleri ve dolayısıyla insan diye geçinen bizler;

Ne kadar Hz.ibrahim’in soyundanız? Ne kadar Hz. Muhammed’in yaşantısı gibi yaşıyor ve hadislerini dinliyoruz?
Biz Hz. Muhammed’in “Kutlu doğum haftasına” katılacaklarımız, bizler ne kadar samimiyiz?
Ne kadar Hz. Âliyi seviyoruz?
Yeri geldi mi mangalda kül bırakmaz ve kendimize devrimci, demokrat, Marksist, Leninist ve Maoist deriz, hani nerede o büyük dayanışma gücümüz?
Söyler miyiz; Bizler ne kadar insanız?

Evet, Amed’deki örgütler, sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderleri, onlar da eksik ve hatalı davrandılar ancak insanlık mücadelesi sadece Öcalan ve Kürt özgürlük hareketinin omuzlarında mı?
Bizler her türlü haksızlığa ve zulme karşı mücadele etmez, demokratik tepkimizi yerinde ve zamanında ortaya koymazsak, nasıl insanız, onurluyuz diyeceğiz?

İzol için Demokratik tepki kutsal ve meşru idi!
Bizler bu tepkimizi ortaya koymadığımız için diyorum ki İzol’un katilleri bizlerden başkası değildir.



5 Nisan 2013 Cuma

Kürtler, dünyanın demokrasi havarileridir



Bu topraklarda doğan her yeni bir Kürt evladı: yasak, zulüm, sürgün, işkence, zindan ve ölümlerin hala yaşandığı bir dünyaya açmıştır gözlerini. Yeniden doğuş, beraberinde; bitmek tükenmek bilmeyen, sömürüleri, darağaçlarını, katliamları ve ölümleri getirmiştir. Bu coğrafyada açılan gözler doğuştan köreltilmeye, diller susturulmaya, kulaklar sağırlaştırılmaya, zihinler asimilasyonlaştırılmaya, iradeler kırılıp kişiliksizleştirilmeye ve duygular güdüleştirilerek kendi kendine yabancılaştırılmaya çalışılmaktadır. Tüm bunlara rağmen Kürt dün de, bugün de, bu baskılar neticesinde vermiş olduğu hayatta kalma mücadelesine demokrasi adını vererek bir yön belirlemiştir ve 21.yüzyıla dek, müthiş bir direnişle ayakta kalmayı başaran ve bu anlamda örneği olmayan eşi benzeri görülmeyen bir halk olma unvanını kazanmıştır. Onlarca uygarlık, medeniyet ve kavimler yine bu coğrafyada doğuşunu gerçekleştirmiş, ancak zulümlere, baskılara, sürgünlere, ölümlere güç getiremeyen diğer halklar yine bu coğrafyada hazin sona gitmişlerdir. Kürdün ayakta kalışı; beraberinde birçok soruyu ortaya çıkarmıştır. Sömürgeciler bu soru’nun cevabını “sorun” olarak belirlemiş ve aslında bir gerçeklik olan Kürdü sorunlaştırmıştır. Bu yaklaşıma karşı ne pahasına olursa olsun, ezilen Kürt ezilmemeye, dili yok edilmek istenen Kürt dilini yaşatmaya, katliamlarla tüketilmek istenen Kürt, büyük bir direniş sergileyerek yeniden doğuşları gerçekleştirmiş ve tarihin kan ile yazılmış karanlık sayfalarına destanlar yazarak sorun değil aksine, gerçeklik yürüyüşünü sürdürmüştür. Günümüz itibari ile dünya sömürgeci güçleri tarafından da bu görkemli direniş görülüyor ve bir taraftan yoğun tasfiye planları olup yürürlüğe koymak isteseler de, diğer taraftan uzlaşmaktan başka bir çarelerinin olmadığını da anlamışa benziyorlar.

Kürt insanı bugün kendi üzerinde, sömürgecilerin yaşatmak istediği türlü türlü oyunlara karşı örgütlü bir güç haline gelmiş ve son iki yüzyıllık süre içerisinde de, var olma ve yok olma mücadelesini kimi zaman siyasi, kimi zaman da askeri direnişini sürdürerek bu güne kadar gelmiştir. Kürdün direnişi, diğer bütün yok olmayla karşı karşıya olan halklara da cesaret vermiştir. Her bir Kürt ferdinin toprağa düşüşü, diğer halklara daha fazla özgürlüğün yolunu açmıştır. Bu anlamda Kürt üzerindeki betonu parçalama sırasında, doğal olarak ezilen diğer halkların sesine de ses olmuş ve horasan harcı ile sıvanmış ve kişiliksizleşmeye doğru giden bölge halklarının da uyanmalarını sağlayarak sürece dâhil etmiştir. Kürdün direnişi bu anlamda ezilen ulusların mücadelesine ışık olarak bir yol gösterici ve takdire şayan erdemliliğe erişmiştir.

Sömürgeciler aynı terörist tanımı gibi, demokrasi tanımını da kendilerine göre şekillendirmişlerdir. Sömürgeciler, bir bölgeyi işgal (istila) ettikten sonraki taktikleri olan iyi ve kötü rahipleri yöre halkına gönderirlerdi. Bu rahipler aslında sömürgecileri, toprağı işgal edilmiş olan halka, demokrat olarak tanıtırlardı. Aslında bir yerde bu düzenbaz Rahipler, sömürgeci anlayışın birer havarileriydi. Sömürgeciler, kendilerini demokrasi savunucusu ilan etmeleri için –tıpkı sofistler gibi-  bu rahipleri kiralamış veya kendileri rahip kılığına girmişlerdi.

Bunun yanında ezilen ve sömürülenin dışında, ezen ve sömürenin de kendi demokrasi anlayışları vardır. Zaten ezilen ve sömürülenin izahına gerek yoktur; çünkü onlar zaten ezilip sömürülüyordur ve buna göre geliştirmiş oldukları direniş sonucu doğal bir demokrasileri, anlayışları vardır. Ancak ezenin ve sömürenin demokrasisi de ne oluyor ki, demeye kalmadan, işte başta Kürdistan olmak üzere, Tamil, Afganistan, Irak, Lübnan ve Suriye’yi gördük, görüyoruz. Sömürgeciler buralara da sahte demokrasi havariliği yaparak girip, bölgelerin zenginliklerine göz dikip el koydu ve koymaya devam etmektedirler. Şimdilerde de görülüyor ki, gerçek teröristin bu sömürgeci güçler olduğu ayyuka çıkmıştır.

Son tahlilde, iki türlü demokrasi anlayışı olduğu gözlenebiliyor. Birincisi, ezen ile sömürenin kendi çıkarları doğrultusunda ki demokrasi teranesi, birde ezilen ile sömürülenin özgürlüğe ulaşmak için ve aslında hak olan insanlık mücadelesi adına sürdürdüğü gerçek demokrasi hareketi söz konusudur. İşte günümüzde de ezen ve sömürülenin galaksimizdeki temsilcisi olan Kürtlerin tırnaklarıyla yürüttüğü bir demokrasi mücadelesi vardır.

Kürtler, dünyanın demokrasi havarileridir.

Kürtlerin dışında hiçbir halk yoktur ki, sömürgecilere bu denli karşı koyup hala dimdik ayakta kalan ve yine hiçbir halk yoktur ki, bu anlamda gerçek demokrasi havariliğini yürüten. Çünkü Kürt, 1 Mayıslarda, 8 Martlarda ve Newroz alanlarında sadece kendisi için değil diğer bütün halk ve inançlar için de özgürlüğü ve eşitliği haykırmaktadır. Kürtler bu anlamda, baskıcı devlet sisteminin yasak koyduğu grevlerde ve yürüyüşlerde Türk, diğer halklar ve emekçi yığınlarıyla birlikte en ön safta ve kendi özgürlüğü için vermiş olduğu direniş ile aynı kararlılıkta kendisini katmaktadır.

Çünkü Kürdün amacı; vicdanı kaybolan insanı, yeniden özüne dönüştürmek ve insanlık ailesine yeniden katmaktır. Kürdün dünden bu güne yürüttüğü demokrasi havariliği, Ortadoğu kaynayan kazanından da anlaşılıyor ki şimdinin gerçek anlamda şaşmaz hakikati durumuna gelmiştir. Kürde uygulanan her türlü insanlık suçu sonucunda, yüzyıllardır içerisinde yaşamış olduğu imparatorluk ve devletlerin sömürüsüne karşı geliştirmiş olduğu direniş, bu anlamda onu doğal bir demokrasi savunucusu olma yoluna itmiştir. Kürdün gördüğü zulümler ve bunun sonucunda vermiş olduğu tüm yaşam arayışları Kürdü, Ortadoğu’daki ve hatta dünyadaki en sağlam demokrat kişiliğe büründürmüştür.

Kürt, demokrasi kavramını artık içselleştirmiş ve strateji haline getirerek yaşamsallaştırmıştır.

Kürt halk önderi Sayın Öcalan’ın öncülüğünde başlatılan demokrasi, özgürlük ve eşitlik mücadelesine Kürtler, ölüm ve zindanlara rağmen tam destek vermişlerdir. Kürtler, Newroz ve en son Amara yürüyüşüne mahşeri kalabalıklarla katılım sağlayarak da dünyaya, demokrasi kavramını hakikatli yöntemlerle kanıksatacaklarını resmi anlamda beyan etmiş, söz vermiş ve insanlık mücadelelerinden taviz vermeyeceklerini ve insanlığın kurtuluşunun da ancak Önder Öcalan’la olacağını gür bir sesle dile getirmişlerdir. Kürt, benimsediği ve insanlık için olmazsa olmazı olan “demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü paradigması” ile bugün, tüm baskıcı sistemleri dönüştürme yolunda kararlıca ilerliyor.

Sayın Öcalan’ın küllerinden var ettiği Kürt, doğal olarak sahip olduğu demokrat kişiliği ve bu anlamda geliştirmiş olduğu yeni insan felsefesinin ışığında, önümüzdeki sürecin taşıyıcılığını üstlenmiştir. Kürtler, yürüttükleri ve yürütecekleri demokrasi mücadeleleriyle dünyanın başına bela olan sahte demokrasi havarilerine karşı, savunmuş oldukları komünal yaşamdaki ısrarlarını zaferle taçlandıracak ve dünyaya; savaşların olmadığı yeni bir yüzyıl hediye edeceğe benziyorlar.


2 Nisan 2013 Salı

Apocu felsefe ile zafere yürünecek!



Yağan yağmurun sesini duyup pencereyi açan kişi gözleriyle görmesine ve kulaklarıyla duymasına rağmen elini boşluğa uzatıp yağmur tanelerinin eline değmesini ister; çünkü ancak böyle inanacaktır; yağan şiddetli yağmura... Bu eylem biçimi, insandaki hakikatin radikal ritüelidir.

Sayın Öcalan’ın Newroz’da açıkladığı “halkların gönüllü birlikteliği manifestosu” ve KCK’nin, sürecin önünün açılması ve demokratik siyasetin gelişmesi için ilan ettiği ateşkesin üzerinden on gün geçti.

Maalesef geçen, sadece günler oldu; ne KCK tutuklularının bırakılma sinyali var ve nede savaş dil ve pratiği henüz geçmiş değil.

Sayın Öcalan ve PKK, sürece ilişkin doğal kaygıları olmasına ve belirsizliğe gidecek bir ortamın kaosa evirilebileceği ve bundan büyük bir savaş ve bu savaştan yenilgi mi yoksa zafer mi geleceği yine belirsiz olmasına rağmen omuzlarındaki özelde elli milyon Kürt ve genelde de Ortadoğu halklarının yükünü ve tüm tehlikeleri omuzlamış olarak hem söz ve hem de pratikte, yapacaklarını fazlasıyla yaptılar.

Ancak ne Başbakan Erdoğan ve AKP kurmayları, ne de Türk basını hala söz ve pratiklerini değiştirmiş değiller. Dillere pelesenk olan “terör belası” hala gündemlerinde ve “yok edeceğiz, bitireceğiz, halkımızı bu beladan kurtaracağız” gibi sözler devam etmekte.

Sadece söz değil, pratikte de bir değişiklik yok gibi. Kürdistan köylerinde hala yer yer maskeli kontra birliklerin keşif ve pusulamaları, her gün top atışları, yine keşif amaçlı Heron’ların hareketliliği ve İran-Irak sınırına durmadan devam eden askeri yığınaklar.

Bu pratiklerin anlamı ne Türk devletinin ve ne de AKP hükümetinin Sayın Öcalan’ın Newroz mesajı ve PKK’nin ateşkesine bir önem atfetmediklerini göstermekle birlikte Kürt halkını da iyiden iyiye “yoksa yine mi oyalanıyoruz” yönünde kaygılandırmaktadır.

Akla, “barış sürecidir, bu ve buna benzer şeyler olabilir” düşüncesi geliyor olsa da, şuana kadar bu şeylerin sadece Türk tarafından gelmesi, açıkçası ürkütüyor.

En son Başbakan Erdoğan’ın: “Gidecek olan silahını bırakıp gitsin ki onlara karşı bir operasyon olmasın, aksi takdirde güvenlik güçlerimiz gerekeni yapar” tarzından bir açıklaması oldu. Dikkat ederseniz aynı saatlerde, “bu sözlere karşı” olabilecek tepkileri önlemek ve sürecin aslında bir oyalama süreci olduğu şüphelerini uyandıracak “pratik”, Van KCK dava tutuklularının tahliyesiyle geldi. Açıkçası halkın gazını alma pratiği geçmişte Filistin sorunu çözüm sürecinde de uygulanmış ve tutmuş bir pratikti.

AKP’nin amacı tam olarak bu’dur tarzından bir şey demiyorum ki zaten ne Sayın Öcalan Arafat’tır, ne PKK, FKÖ ve ne de HPG gerillaları FKÖ gerillalarının pozisyonundadır.

Süreç böyleyken, Kürt özgürlük mücadelesi ve özgür basın tarafından dillendirilip işlenen bazı haklı kaygılar, ne Hükümet ve ne de Türk basınınca dile getirilmiyor. Anlam vermeye çalışanlarımız; “Süreç barış sürecidir, bu ve buna benzer şeyler olabilir” diyorken, diğer taraftan büyük sessiz “aydın” kalabalığı yerli yerinde duruyor.

Açıkçası böylesi zamanlarda bir tarafın barış için çabaları, diğer tarafın zafer kazanmışçasına tehlikeli olabilecek söz ve pratiklerine devam etmesi ve sessiz kalınması, yarınlarda yağacak olan mermilerin kendilerine zararının olabileceği ihtimalini anlamayanlardır.

Olumsuzluklara sessiz kalan herkesin geç olmadan üç maymunları oynamaktan vazgeçmeleri gerekmektedir.
Savaşın durması ve Demokratik siyasetin önünün açılması için devam eden askeri ve siyasi operasyonlara dur demek gerekmektedir.

Sözler mermi olup üzerimize yağabilir!
Eşitlik ve özgürlük ile kardeşleşmeyi istemeyen sömürgecilerin, oyunlarını görmeyen ve dolayısıyla ortak olanlar, gözlerini ancak savaşı hissettiklerinde yani fiziksel temas ve duyusal hislerde açarlar ama çoktan yağmur sel olup onları da beraberinde yutmuş olacaktır. Artık her şey için geç olmuştur; çünkü yağmurun sesini duyup dışarı çıkan ve gözleriyle de yağan yağmuru gören ve hala buna rağmen inanmayıp elini dışarı çıkarmayan kişi, çoktan kapılmış olacaktır sel sularına. Çünkü bu davranış şekli onun, yaşamının her alanında da hakikatten kaçabileceğinin resmidir.

Kürt halkı sürece temkinli yaklaşmakla birlikte Sayın Öcalan ve PKK’ye olan inanç ve güvenden kaynaklı da umutludur.
Barışın tesisi için her şeyden önce AKP ve Türk basınının tehlikeli zihniyetiyle söz ve pratiğinin değişmesi gerekmektedir.
Bizler yine de daha fazla kanın akmaması, insan olmanın gereği olarak, demokratik siyasetin önünün açılması ve de savaş seline kapılmamak için hem “tehlikeli sözlere” ve hem de yer yer devam eden “askeri ve siyasi operasyonlara” dur demeliyiz!

Demokratik siyasetin önünün açılması için bizler dil-üslup ve tarzımıza dikkat edeceğiz. Buna rağmen “süreç olumsuza evirilse” bile Kürt halkının bir kaygısı olmamalı. Gücünü halkından alan Kürt özgürlük hareketi, on yılların taktik ve stratejik bilinci, psikolojik üstünlüğü ve inancı ile “olumsuzu olumluya dönüştürerek”, Apocu felsefenin ışığında Alawi, Müslüman, Ermeni, Süryani ve Êzidîsi ile birlikte her halkın ve inancın eşitlik ve özgürlüğü ile yoğrulan Demokratik Modernite sistemini elbet, Özgür Kürdistan’da zaferle taçlandıracaktır.