Tıpkı bireysel anlamda zindana hapsedilmedikleri gibi;
O’nlar sadece hak ihlalleri ve baskılardan kaynaklı başlamadılar açlık grevlerine.
Özgür tutsaklar bir halkın çığlığı ve sesi olmak için bugün 30.gününe giren
özgürlük direnişlerini kararlılıkla sürdürüyorlar.
Sayın Öcalan’ın büyük emeklerle başlatmış olduğu
“Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etme” süreci devam eder ve Türk
devleti ile “halkların kardeşliği temelinde” barış müzakereleri sürerken,
Tekirdağ cezaevinde 12 Eylülü andıran baskı ve zulümleri anlamak/anlamlandırmak
istiyoruz.
Bu baskı ve zulüm cenderesine karşı direnen özgür
tutsakların büyük feda eylemine anlam verebiliyor ve olması gereken tutumu
sergilediklerini anlamlandırabiliyoruz.
Ortada somut herhangi bir çözüm süreci yokken Türk
devletinin hem içerde ve hem de dışarıdaki askeri-siyasi ve psikolojik savaş pratikleri
bilindik devletin işgal ve sömürücü yanını gösterdiği kadar, -bu yönlü Kürt
halk ve hareketine olan yönelimleri- yarınlarda olacaksa da bir barış
görüşmeleri bu görüşmelerde “kendi elini güçlendirmesi” temelinde
anlaşılabilirdi.
Lakin şimdi hangi mantıkla zindanlardaki baskı ve zulüm
açıklanacak, açıkçası anlamlandıramıyoruz.
Sayın Öcalan; “Başlatmış olduğum süreç sorunsuz işlerse,
Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi bir toplumsal mutabakat aşamasındayız
ve o zaman da bırakın benim özgür olmamı, herkes özgür olacak” diyor ve sürecin
ne denli bütünlüklü ele alınması gerektiğini altını çizerek belirtiyordu.
Öcalan’ın sözlerinden anladığımız; bir müzakere var ve
mevcut kaos hali, “demokratik müdahaleyle” halkların yararına işletilecek
olarak görünüyor. Öcalan ve Devlet tarafından gerçekleştirilen bu görüşmeler
PKK ve AKP’nin imzaları ve üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmekle
ilerleyecekken, PKK tarafından atılan somut adımları görüyor ve sürece
katkısını anlamlandırabiliyoruz.
Ancak ikinci imzacı olan AKP’nin ne söylemleri ve ne de
icraatları barış sürecinin önünü açıyor gibi durmuyor. Üst kademede Öcalan ve
Devlet, prensip ve hatta büyük ölçüde çözümün çerçevesini çizmişlerken ve
PKK’de Sayın Öcalan’ın kararlarını onaylayarak pratiğe geçiyorken, Devlet
tarafının imzacısı olan AKP’nin Hizbikontra’ya “gül suyu” sıkıp devletin
şefkatli kollarını açması ancak PKK ve Devrimci Karargah davası tutsaklarına da
zulüm ve baskı ile yine bildiğimiz katliamcı devletin kanlı kara yüzünü
göstermesi, sürecin dört dörtlük ilerlemediğini ve bir çatlak oluşturulmaya
çalışıldığını net bir şekilde göstermektedir. AKP bu pratikleriyle adeta
devletin “yaramaz ve iyi çocuğu” olma eğiliminde ve kendisinin yaramazlığı
yetmezmiş gibi destek sunduğu Hizbikontra çevrelerinin de hareketlenmelerine
göz yumar bir tavır sergilemektedir.
Süresiz-dönüşümsüz direniş
Sayın Öcalan ve PKK, sürecin kırılganlığı nedeniyle
kendileri kıran taraf olarak ve hatta mümkünse hiçbir çevre tarafından
kırılmaması için de büyük emek ve çaba sarf ediyorlar. Doğal olarak buna
paralel DTK, BDP ve HDP yaşanan baskı ve zulme karşı tek bir “demokratik eylem”
dahi sergileyemiyorlar.
Demokratik kurumlar sürecin kırılganlığından kaynaklı (çok
sürmemek kaydı ile anlamlı) sessizliklerini korurken AKP’nin zulüm, baskı ve
işkence ile yıldırma politikalarına son hız devam etmesi beraberinde başka
güçlerin devreye girmesini imkânlı kılabilecektir.
Buna göre ya AKP tez elden cezaevlerindeki 12 Eylül
pratiklerinden vazgeçer, ya demokratik kurumlar Kürdistan ve Türkiye’de
“demokratik eylemliliklere” girişir ya da nasıl AKP devletin “yaramaz ve iyi çocuğu”
gibi kendi doğrularıyla hareket ediyorsa, meşru müdafaanın hak olarak
olgunlaşacağı böylesi bir ortamda Kürt halkının “müdafi çocukları” da zorunlu
olarak devreye girebilir!
Şimdi 30.gününe giren süresiz-dönüşümsüz direnişle açlık
grevleri yaşanıyor ve sesler çıkmıyorsa, sanırım yarınlarda da meşru müdafa
alanına giren pratikler sergilendiğinde de öyle ses çıkmayacak veya çıkmamalı.
Yani nasıl baskı ve zulüm oluyorken “süreç kırılmıyor ve
tıkanmıyorsa”, demek ki “demokratik veya meşru müdafaa” eylemliliklerinde de
süreç kırılmamalı ve tıkanmamalı”.
Tekirdağ zindanındaki zulme karşı ses olmamak, bu
uygulamalara karşı direnmemek ve tepki göstermemek yarınlarda, Kürdistan’da
Hizbikontraların hareketliliğinin ve (belki kanlı) serbest dolaşım hakkının hangi
boyutlara geleceğini göstermekle birlikte sessiz yığın olarak bizler tarafından
da onlara, bir izin anlamında olacağı bilinmelidir.
Biz AKP’nin imzacı olarak kendi ve zümresinin istediği
doğruları direttiğini ve çözüme direndiğini biliyoruz. Bu pratiklerin aynı
zamanda hakiki bir çözümü istemeyen AKP’nin tahrikleri olduğunu da biliyoruz.
Ancak tahrik var ve buna karşı cevap olunduğunda süreç kırılabilir veya
tıkanabilir ihtimaline karşı da yerinde ve zamanında tepki vermemek sanırım
“bilimsel olarak belirsizlik ilkesine” karşı da ters bir tutum olacaktır.
Emin olun temeli sağlam olan bir inşa sürecinde
tıkanmayacak bir süreç, zaten tıkanmaz. Tıkanacağı varsa da temellerinden
kaynaklı zaten tıkanır. Süreç tıkanır, aksar ve biter diye tedirginliği abartmanın
bir anlamı olduğunu düşünmüyorum.
Zulüm var ama süreç tıkanmıyorsa, bilinmeli ki buna karşı
“demokratik direniş” sergilendiğinde de tıkanmaz. Zulüm anında tıkanma riski ahlaki ve bilimsel
olarak ne kadar ise, direniş anında da aynen öyle olabileceği ihtimalini de
gözden kaçırmamak gerekmektedir.