8 Ekim 2015 Perşembe

Amerika Rusya doktrinleri ve Kürtler

Her şey 1492 yılında İspanyolların Amerika işgali ve yerlilerini soykırım ve asimilasyondan geçirmeleriyle başladı. Can çekişen kapitalizm ile bir soğuk savaş döneminin sözde karşıt görünmelerine gelmeden önce günümüze nasıl gelindiğine ilişkin sanırım bir-iki doktrin paylaşmak şuan yaşanılanları açıklığa kavuşturacaktır.

Teolojik nedenli ve kimilerinin, “sömürgeciliği, halklara ılımlılaştırarak kabul ettiriyor” diye eleştirisi bile olsa Bartolome de Las Casas Amerika’yı işgal eden İspanyol’ların Sepülveda doktrinine karşı güç getiremedi. Son beş yüz yılın paradigmasını oluşturan ve aslında sözde “doğal yasaya karşı gelenler” için oluşturulan bu doktrinin bin beş yüzlü yıllardaki karşılığı Aztek ve İnka’nın siyasi, kültürel, ekonomik ve her türden insani yapılarının, doksanlardaki karşılığı özetle Körfez ve iki binlerdeki karşılığı da 11 Eylül sonrası hava ve kara gücüyle olan seferleridir.

Savaşlarını meşrulaştırmak için iyi, güzel ve doğru sözleri meze yapan dünya-sistemi yürütücüleri “barbarlara karşı” savaşıyoruz savıyla sefer düzenledikleri coğrafya ve ülkelerdeki halkları kırımdan geçirerek zenginliklerine yine “kader” sözcüğüyle el koydular. Milyonlarca insanın yaşamını yitirmesine neden olan bu işgallerin tek nedeni, daha fazla güç, iktidar ve para olgusuydu. Yani dinleriyle Dünya’ya hükmetme arzusu.

Dekolonizasyon -sömürgecilerin zorunlu olarak ülkelerine manevraları- sonrası Oryantalizm ile Batılılığı enjekte etme çabaları da kendilerini kurtaramayacağından tekrar kendilerinde “müdahale hakkı” görmeleri açıkçası zevahiri kurtarma uğraşları olarak açıklanabilirdi. Yoksa Körfez savaşı başlamaz ve 11 Eylül sonrasındaki pratik sergilenmezdi. Buraya kadar 1945 sonrası Dünya üzerinde söz sahibi iddiasında olan ABD’den bahis ediliyordu. ABD, İspanyolların Sepülveda doktrinini içselleştiren bir güç olduğundan bu doktrin bu güç ile anılmaya başlanmıştır.

ABD sözde, Kürtlere yardım ediyor!

Düşünmek ve sorgulamak gerek! CIA neden IŞİD’i kurarak Kürtleri kırımdan geçirmek istedi ve şimdi ABD neden Kürtlerle birlikte IŞİD’e karşı mücadele yürüttüğünü söylüyor? Kürtleri çok mu sevdiğinden? Tabi ki hayır! Öyle olsaydı Kobanê ve Şengal yaşanmaz ve Êzidi kadınlar Musul pazarlarında satılmazdı. Peki ya ne? O zaman Suriye’de ne işi var? Neden Ortadoğu halklarının isyan ve örgütlerinin muhalefeti Suriye gibi uzun soluklu olmadı? İsyanların nedeni neydi? İsyana neden olan reel durum ortadan kalktı mı ki bir durulma yaşandı? İnsanlığa karşı olan barbarları cezalandırıyoruz diye çıkılan yol da ne kadar “asgari zarar ilkesi” argümanına sarıldılar? Yok! Bu sorulara ABD tarafından mantıklı bir cevap gelmez.

Mesela ABD, Kongre’den doktrinlerin onayını sözde ‘insan hakkını savunuyoruz’ diye alır. AB ve BM’de İnsan hakları evrensel beyannamesini referans görerek, kabul eder. -ki işgaller için çirkin bir kılıftan başkası değildir- Yani gerekçeleri gayet anlaşılır ve insanım diyenlerin de karşı çıkmayacağı gerekçeler olan; Etnik temizlik, tecavüz ve zulüm başlıklarıdır. Eğer ABD’nin derdi daha fazla kaostan beslenerek Kürtleri paramiliter bir güç olarak kullanmak değilse, o zaman şimdi neden İran ve Türkiye’ye müdahale etmiyor? İran ve Türk devleti Kürtlere gayri ahlaki davranmıyor mu? İran ve Türkiye’nin katliamları onların sözüm ona “evrensel yargılarına” karşı değil mi? ABD Kürt-Kürdistan ve Suriye’yi değil, yer altı ve yer üstü kaynaklarını seviyor.

Sonra Sinetra doktrini ile “istediği gibi yaptığını” sanan Rusya!

Rusya Kürtleri çok mu seviyor? Acaba Petroller, Ege, Akdeniz ve Boğazlar tehlikeye girmiş olduğu için hem de birebir dâhil olarak Suriye savaşına katılmış olmasın. Putin’in IŞİD’in kurulmasından haberinin olmadığını kim söyleyebilir?

Brejnev doktrini ile kendince hangi başarılara imza attı ki bugün Suriye ve Kürtlerin yanında olduğunu ve haklarını savunduğunu söylüyor? Öyle bir ülke ki bu ülke, iki çeçen komutan karşılığında Kürt siyasetçi Mecit Gümüş’ü Türkiye’ye satan bir ülkedir. Rusya için Komünizmin zerresini bünyesinde barındırmayan, kapitalizme yedeklenmiş ve hatta dünyanın bir asalak virüsüdür, dersek çok abartmış olmayacağız. Sonra öyle Rusya’nın Suriye’nin yanında bulunarak savaşa dahil olması ve kısmen Rojava özgülüne dair açıklamalar yapması Rusya’nın asalak halini unutturmamalıdır.

Rusya: “bu ihalede ben de varım” değil, “ihaleden çekilirsem kazancım ne olacak?” demek istiyor. Rusya’nın, asalaklığıyla birlikte ayrıca artıklarla beslenen ve üç-beş kuruşa satın alınacak bir çakma ihaleciden farkı olmadığı da bilinmelidir.

ABD ve Rusya için anlaşılması gereken şudur; ABD ve Rusya Suriye ve Rojava’da gençliklerini arıyorlar. Çünkü artık bu dönemin bir geçiş dönemi ve yok olma ihtimallerinin çok yüksek olduğunu iyi idrak edebiliyorlar.

Türkiye mi?

NATO bir açıklama yaptı diye Türkiye öyle hemen kendisini nimetten saymasın. Ne Erdoğan ve AKP ne de Türk devleti, ne Rusya ve ABD’nin ne de NATO ile AB’nin zerre kadar bile umurunda değil. Rus uçaklarının Türk jetlerine kilitlenmesinden de anlaşılacağı üzere, eğer Türkiye bir müdahaleye maruz kalmak istemiyorsa yapması gereken tek şey derhal İmralı, yani Ortadoğu düğümünü çözecek olan Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan ile müzakere masasına oturarak Demokratik Ortadoğu Konfederasyonu ve Demokratik-Ulus formülasyonuna evet demesinden başkası değildir.


09.10.2015

11 Eylül 2015 Cuma

Erdoğan’ın kaosundan, Cizîr düzenine

Hiçbir tanrı-kul, efendi-köle, sömüren ve sömürülen ve/veya birey ve toplum ile işgalci ve direnişçi arasındaki paradoks mitolojik, tarihi, dini, bilimsel, askeri, biyolojik, siyasal, psikolojik kaynak ve disiplinlere başvurulmadan elbette tek başına değerlendirilemez. Esas olan diyalektik yöntemi mekân-zaman ikililiğiyle basitten-karmaşığa doğru günümüzde olanı açıklasın diye de referans alabiliriz.

Bir sömürge toplumu olan Cizre halkının tarihsel isyanların sentezi olarak direnişini de, bir sömürgeci zulümkâr olarak Erdoğan kişiliğini de tarihte sayısız örnekler vererek açıklamak mümkündür. Sonra Erdoğan’ın -Ali Şeriati’nin yorumladığı şekliyle- bir “İslam”a inanmayıp Şirk dininin temsilciliğini yaptığı ya da Türk olmadığı… Pratiklerinin Aristo mantığına denk geldiği ve klasik fizikten alıntı olarak Pozitivist bilimin inşa öğretisi olan sosyal-darwinist çizgide bir kişiliğe sahip olduğu… Bu kişiliğin Muaviye ve Osmanlı’nın bir taklidi olmaktan çok “yaşlı ve kurnaz adamın” biyolojik kalıtımsal genlerine sahip olduğu ve bundan dolayı Mitlere konu olan “büyük annemizi” öldüren ve yakın tarih Hitler’in bir sentezi olduğu sonucuna da varabiliriz.

Bizler Ortadoğu’nun bir laboratuar olduğunu biliyoruz. Ancak Ortadoğu’da Kürdistan’ın da tarih ve bilime taş çıkartacak bir özenle incelenen bir laboratuar olduğunu da biliyoruz.

Şuan Cizre bir laboratuardır. Cizre’nin durumu bütün dünyanın ve hatta bilim insanlarının dahi ilgisini çekmektedir. Çünkü Kürdistan bir gözlenendir! Nasıl Erdoğan tüm sömürgeci ve metotlarının bir senteziyse, Cizre de aynen öyle Kobanê’den kat be kat farklıdır.

Tarih ve Bilim/Bilimsel Disiplinler Cizre ile yeniden yazılacak! Eğer başarılı olursa Modernizm, Cizre ile kendisine yeni yeni alanlar açacak! Bütün disiplinler Cizre’nin direnişi ve sonucunda yeni tezler yazacak.
Cizre şimdi deney alanı ve bu alan sömürgeci karakterle birlikte “Schrödinger’in kedi deneyi”ne yeni yorumlar arıyor. Cizre kuşatma altında ve yakın tarih böyle bir kuşatmayı hala yazmış değil. Dünyanın nüfusunun fazla oluşunu neden göstererek o’nlar için insan ölümü önemli olmuyor. Cizre yanıyor mu, kundaktaki bebekler ölüyor mu, çocukların bedenleri paramparça olup yüzleri bir maske gibi donuk mu kalıyor, hiç önemli değil!

Özcesi; Erdoğan’ın durumu Esad’ı, Kürdistan’ın durumu da Suriye’yi çoktan aşmış durumdadır. Erdoğan tüm diktatörlerin sentezidir. Cizre de tüm direnişçi ve direnişlerin sentez ve sembolüdür.

Öyle, koalisyon uçaklarının Türkiye’yi vurmaması için de hiçbir neden yoktur. Bir savaş var ve bu savaşın adı “yeni yaşama karşı, fabrikalarda üretilen ve dayatılan yaşamın savaşı”dır. Kapitalist Modernite’nin Ulus-Devleti karşısında Demokratik Modernite’nin Demokratik-Ulus öğretisinin savaşıdır.

Cizre işgalcilerce çepe-çevrelenmiş bir kapalı kutu-bir bavul!

Deney’in sonucu ancak kutu açılınca ortaya çıkabilecek. Kedi ölü mü, yoksa sağ mı? Ya da hem ölü hem de sağ mı? olduğunu bizler büyük Cizre yürüyüşü sonrasında işgal kırılınca öğrenebileceğiz.

İşte Cizre savunması bunun için çok önemli. Cizre ile başlayan bu deney tutarsa işgalciler tüm Kürdistan’da aynı deneyi uygulayacaklar. Hiçbir şey değil! Sadece kendine insanım diyen herkesin teori ve pratik olarak yollara düşmesi, sömürgecilerin bu deneyinin sonucu için hem ikinci gözlemci hem de müdahil olması gerek ki onların bu laboratuarları ve oyunlarını darmadağın edebilsin.

Kimse DAİŞ’i başka yer de aramasın! DAİŞ bugün Cizre’de Sultan Erdoğan’ın Tugayları olarak Kürdistan halkına karşı kirlik bir savaş yürütmekte. Zalimlerin sentezi olan Erdoğan’ın kaosundan, Cizîr düzenine geçebilmek insanım diyenlerin elinde.

Bilinmeli ki ne kuru bir dua ve ne de iyi niyet söylemleriyle tek başına zafer gelmez.

11.09.2015

Mehmet Serhat Polatsoy

27 Ağustos 2015 Perşembe

Erdoğan’ın modern monarşi aklı!

Monarşist aklı ve dolayısıyla tarihi öyle çok gerilere götürmeden diyalektiğe başvurduğumuzda Erdoğan’ın, mutlak monarşi istemini görmemiz içten bile değildir. Erdoğan’ın dün Esad ve diğer diktatörlere salık verdiği demokrasi söylenceleri binlerce yıl öncesinde kil tabletlere yazılan mitolojik anlatıların birer tanrısal versiyonlarıdır. Mitolojik anlatılardan onu ayıran tek yanı sahte ve analitik akılla oluşudur. Tekçi, merkeziyetçi ve mutlak monarşinin başladığı yer de, tam da burası, yani faşizm karakterli iktidar anlayışının dini tandanslı ritüellerle afyonladığı tebaasına sunarak kendisini pazarlama anıdır. Tanrısal hakka sahip olduğunu düşünenler Esad ve diğer diktatörlerin ruhlarına büründüklerini kabul etmezler.

İktidar hastalığı kroniktir. Bir kanser hücresi gibi sürekli yayılır. Kendisini işlevsiz kılmayla paralel, toplumu da kanser eder. Ruh ve bedenden çıkışı da ancak ölüm ile oluyor ki dışsal bir müdahale yetersiz kalabiliyor.

Kürt halkının ve Özgürlük hareketinin mücadelesini görmeyerek öncelikle resmi tarih, Türkiye gibi bir Ulus-Devletin çöküşü için “her şey başkan olma sevdası yüzünden başladı” diye yazacak. Oysaki çöküşün olması gerektiği, Ulus-Devletin aşılması gereken bir sistem olduğu ve Erdoğan’ın Halife hülyasında olan hastalıklı bir monark oluşundan dolayı sadece olması gereken yer, mekân ve zamanda olduğu sonucunu yazmayacak. Tıpkı şuanda bazı liberallerin AKP ile olan anlaşmazlıklarında Kürt özgürlük hareketi ve mücadelesini görmedikleri gibi.

Ulus-Devletin aşılması Erdoğan ile gerçekleşecek!

Bir Başkanlık dayatması var ve Erdoğan bunun adına Türk tipi Başkanlık sistemi diyor. Yani “Başkanlık olacak ama Özerklik, Federalizm olmayacak”! Bir adım ilerisinde “yerel yönetimlere özerklik gelebilir ama Vali benim valim olacak”! Bir adım daha ileriye giderek II.Mahmut da kim oluyor; Abdulmecid, Abdulhamid ve Atatürk benim doğuşumu müjdeleyenlerdir diyecek. Yeri geldi mi bunları hain bile ilan edebilecek! Hamidiye Alayları yerine Erdoğan alaylarını kurarak Yıldız İstihbarat teşkilatına gönderme yapacak. Erdoğan Gülen cemaatini, kendisine darbe yapmak isteyen –aslında göbekten bağlı olduğu- İttihat ve Terakki uzantısı olarak gösterip kendisine bağlı birlikleri oluşturacak. -ki bu birliklerin bugün Kuzey Kürdistan’ın tüm şehirlerinde çeteler halinde cirit attığını görüyoruz-

7 Haziran seçimlerini darbeleyen bu monark aklın seçimler için 1 Kasım tarihini belirlemesi bu çetelerin, bugünlerde tatbikat yapıp şehirde profesyonelleşmesi için yeterli bir zamandır. Bugün özellikle Varto, Silopi, Yüksekova, Silvan, Amed-Sur ve Cizre’de bu çetelerin gerçekleştirdiği kanlı eylemleri bize 1 Kasım seçimlerinin de aslında Kürdistan’ı tekrar fetih-işgal amaçlı olduğu gerçeğini gösterebilmektedir. Önce ilçede veya bölgede “özel güvenlikli bölge” ilan et, tüm iletişim ağlarını işlevsiz hale getir, tüm giriş-çıkışları engelle sonra da evleri havan toplarıyla, halkı da silahlarla tara. Bu yöntem öyle 90’ların yöntemi değil, bir adım geri yani Amed zindanı, iki adım ileri yani 2015’lerin yöntemidir.

KCK Eşbaşkanlarından Sayın Cemil Bayık çağrı yapıyor. Bayık Kürt halkına; “Sokaklar işgalcilere terk edilmemeli” derken, Demokrasi güçlerine de; Türkiye demokrasi güçleri Türkiye’ye siyasi müdahale yapmalı, diyor. Bu çağrı oldukça yerinde ve anlamlıdır. Çağrının muhatapları olan öncüler ‘sırıtmadan’ gelişecek olan savaşın ciddiyetini anlar ve müdahale ederlerse, Ulus-Devlet aşılarak Demokratik bir Türkiye ve Özgür bir Kürdistan ortaya çıkabilir. Bu çağrıya yanıt için öyle 1 Kasım’ı da beklemeye gerek olmadan II.Abdulhamid’in tahta çıkış günü ve aynı zamanda Dünya Barış günü olan 1 Eylül’de güçlerini birleştirip bu kirli savaşa bir dur diyebilirler.
27.08.2015


3 Ağustos 2015 Pazartesi

Öcalan müdahil olmalı


Sayın Öcalan Türkiye’yi: Sorunu kendi aramızda çözmezsek hegemonik devletler çözer, diye çok kereler uyarmıştı.

Öyle görünüyor ki uzun soluklu bir savaş başlamış durumda. Bu savaşın emareleri öyle örtük ve elbet seçim öncesi gibi basına sızmayan cinsten de değil. Görünen savaşın aslında gecikmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki TSK 2015’in başlarından, ta ki Suruç katliamına kadar Medya savunma alanları üzerinde her an keşif faaliyetleri yapıyor,  karadan pusulama ve imha amaçlı operasyonlar ile gerillayı tahrik ediyordu. Bununla savaşı gerillanın başlatması amaçlanıyordu ama olmadı; gerilla tahrike gelmeyip büyük sabır sergiledi. AKP’li Türk devletinin böylesi saldırganlığın nedeni elbet salt Kuzey sabrı değil aynı zamanda Kobanê direnişi ve başarısıydı da. Erdoğan’ın “Dolmabahçe mutabakatını tanımıyoruz, ortada masa yok, Kürt sorunu yok” tarzından inkâr söylemleri sadece onu içten içe kemiren faşist duyguların bir dışa vurumu ve uzun soluklu savaşın da bir ilanı değildi! Gecikmiş bir savaş derken kastedilen, PKK’nin halkların özgürlük hayalinin barışa evirilebilmesi için tahrike gelmemiş olmasından kaynaklanıyor.

Kürt özgürlük hareketi Erdoğan’ın maskesini düşürdü!

PKK’nin Erdoğan’ın savaş ilanını görmezden gelmesi ve seçimlerde HDP’nin büyük başarısı en son, bu çevreleri isyana teşvik etmiş ve sonuçta DAİŞ adıyla Suruç katliamı gerçekleştirilmişti.

Peki! Türk devleti ile birlikte Erdoğan ve ekibi böylesi iç savaşa evirilme potansiyeli taşıyan bir savaşa neden giriştiler? Türk devleti ve Erdoğan bu savaşın neresindeler? Bunun gibi sorular çoğaltılabilir ancak açıklanan Dolmabahçe mutabakat metninin neden görmezden gelindiği sorusu bir büyük çelişkiyi gözler önüne seriyor çünkü bu  bir yerde, Türk Devlet için resmiyet kazanan bir sözleşmedir. Öyleyse Devlet istese de bundan kaçamayacağına göre neden AKP’nin kuyruğuna takıldı? Erdoğan’ın amacı sadece erken seçim ve iktidar olmak mı?
Evet doğrudur! Amaç sadece tekrar iktidar olup istediği gibi at oynatmak olarak görünebilir ama neden tekrar iktidar olmak istedikleri de çok önemlidir.

Bu soruların cevabı ve Türk Devleti ile AKP’nin ortaklığı için açığa çıkan iki referansa başvuracak olursak eğer bugün ilan edilen savaşın nedenlerine de ulaşabiliriz.

Öncelikle Erdoğan, şürekâsı ve AKP yetkililerinin açıklamalarındaki dil, üslup ve tarzlarına takılmamak, bunların nedeninin faşizan ruhlara sahip bireylerin neden olduğunu bilmek gerekiyor.

Öyleyse neden?
1)    Erdoğan, ailesi ve ekibine uzanacak olan 17/25 Aralık soruşturmaları,
2)    Türk devletinin bir terör devleti olarak anılmasına gidecek DAİŞ yardımları bu savaş ilanında bir nedendir demek abartı olmayacaktır.

Erdoğan ve erkânı sadece 17-25 Aralık ile soruşturulmayacak, bir de DAİŞ’ e yardım sunan hükümet yetkilileri oldukları için savaş suçluları olarak yargılanacaklar. Erdoğan’ın da devletin de yaptığı, zevahiri kurtarmaktan başkası değildir. Yine Güney Kürdistan yönetimi, KDP ve Barzani ailesini yanlarına çekmeleri de öyle alışık olunmayan pratikler değildi. Hem doksanlardaki savaşlarda PKK’ye karşı Türkiye saflarında yer almaları ve hem de sonraki işbirlikçi politikalarında bu güçlerin de -Kürt birlikteliğini baltalamaktan öte- öyle etken bir pozisyonda olmadıklarını dünya alem biliyor.

Bakmayın ABD ile Türkiye’nin İncirlik flörtüne. Bu sadece hegemonik devletlerin Türkiye’yi çektiği tuzaktır. Çünkü Türk devleti ne kendi halkına karşı yürüttüğü savaş suçlarından ve ne de bir başka ülkenin iç işlerine müdahalenin pratiği olan DAİŞ desteği için bir terör devleti unvanından kurtulamayacak. DAİŞ’i gösterip PKK’ye saldırmalarının nedeni de düşmanlık bir yana, zaman kazanmak ve “kim bilir belki PKK’yi biz bitirebiliriz de, Lahey’de yargılanmaktan kurtuluruz” hülyasından başkası değildir.

Evet!

Sayın Öcalan Türkiye’yi: “Sorunu kendi aramızda çözmezsek hegemonik devletler çözer”, diye çok kereler uyarmıştı ama olmadı, Türkiye dinlemedi.

Türk devleti ve AKP, PKK’nin ne 12 Eylül faşist darbesiyle ve ne de kurulan savaş hükümetlerinin denediği akla hayale bile gelmeyecek kirli savaş yöntemleriyle bitirilemeyeceğini biliyor. TSK eylemleri için Erdoğan ve Davutoğlu’nun: “Bu bir süreç işidir” demesi de savaşın derinleşeceği anlamına geleceğinden TC’nin bu yola baş koyduğu görülüyor. Bir başka görünen ise hegemonik devletlerin müdahalesidir. Bu durum Kürtler ve Türkiye’de yaşayan diğer sömürge halk ve inançlar için nasıl bir sonuç doğurur şimdiden kestirilemez belki ama bu savaşın kazananının Türk devleti olmayacağı açık ve nettir.

Birileri tez elden Türk devleti ve AKP’yi uyarmalı, Sayın Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması gerektiğini ve sorunların hegemonik devletlere havale edilmemesini, yoksa sonuçlarının çok ağır olacağını anlatması gerekiyor. Çünkü tek çare, Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan’dır.

02.08.2015


22 Temmuz 2015 Çarşamba

Suruç katliamını nasıl okumalıyız?

“ Devlet soğuk ifritlerin en soğuğudur. O soğuk hep yalan söyler. Devlet tüm iyi ve kötü dilleriyle yalan söyler, her söylediği şeyde yalan söyler ve sahip olduğu her şeyi çalmıştır.” Nietzsche
Yazarken ağlatan bir katliam; Suruç katliamı…
Çok değil! Abdullah Gül Cumhurbaşkanı iken Kürt sorunu için; “yakında iyi şeyler olacak”, demişti. Bizler, devlet erkânının bahsettiği ‘iyi şeyler’in yalnızca Türk Ulus-Devleti için olacağını siyasi ve fiziki kırımlardan sonra öğrenecektik.  Devlet kendi ömrünü uzatmak için yalana sarılıyordu. Nietzche’nin de dediği gibi “devletin yalanı soğuktur”.
Çok değil! Erdoğan Başbakan iken Kürt sorunu için; “gerekirse baldıran zehri içerim” demişti. Bizler, devlet yetkililerinin içecekleri baldıran zehrinin kendi devletlerinin bekaası için her şeyi yaparım anlamında olduğunu Roboski katliamında anlayacaktık. Devlet bu! Tek kârı yalan.
Aynı devlet reform adı altında TRT 6’yı kuracak ve biz ancak kendi dilimizde bize küfredildiği zaman anlayacaktık ceberrut devletin soğuk yalanını. Yerel işbirlikçilerin eliyle Kürtçe yapılan yayınlarda Kürtler ve Özgürlük mücadelesine Kürtçe savaş açılmıştı.
Devir değişti! HDP tüm sömürge halk ve inançların desteğini alarak büyük bir zafer ile Türk meclisine girdi. Bu, ezilen de dediğimiz, sömürge halkların zaferiydi. Artık özgürlük ve barış mücadelesinde yeni alanlar açılmış ve kavga meşru argümanların ötesinde de devlet nezdinde de resmi olacak bir eylemsellik kazanmıştı. Ancak bizler şimdiler de görüyoruz ki TRT 6 ile Kürt ve devlete muhalif olan çevrelere Kürtçe edilen küfürler şimdi de HDP mecliste olmasına rağmen bu ilkeler partisi kirletilmek istenerek tüm halkların dil ve inancıyla insanlık katledilmeye çalışılıyor. Devlet, halkların dilini kullanarak katliamlar yapıyor!
Tıpkı Amed katliamı gibi katliamlar, DAİŞ adıyla yapılıyor. Katliamların Türk devletinin adıyla olmaması bunun sorumlusunun, AKP-TC olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Devleti yöneten parti AKP’den, AKP ve Devlet’e bağlı yazılı ve görsel medyaya kadar tüm erkân, yaşanan katliamları birinci dereceden yönetenler olarak herkesçe biliniyor.
Çok değil! Daha geçenlerde Bülent Arınç PKK için; “onları kötü günler bekliyor” demişti. Bizler, sınırlara gönderilen zırhlı araç ve asker takviyesini TC’nin gerillaya dönük kısa sürede gerçekleştireceği büyük bir operasyon olacak şeklinde yorumladık. Çok geçmedi! Gencecik fidanlar büyük bir gürültünün sonrasında paramparça edildiler; tıpkı Roboski’de gördüğümüz bir acı gibi kelimeler boğazımıza düğümlendi ve uyuyamaz olduk. Sonradan anlaşıldı ki Arınç; “iki bombardıman uçağı gider” derken Roboski’de parçaladıkları gençlerimize atıfta bulunmuştu. Öyle de oldu. İki bombardıman uçağı gitmedi ama Suruç’ta çocuklarımız paramparça edildiler.
Devlet bu!
Bizler Sayın öcalan’ın “Sürekli savaş halinde yaşamayı öğrenmeliyiz” sözünü unutarak hiç beklenmedik (!) bir anda tedbirsiz olarak yakalandık.  Yine Öcalan DAİŞ için “Ortadoğu’nun Jitem’idir” diyordu ve bizler bunu tüm uyarıları gibi yine idrak edemeyerek karşıladık. DAİŞ Ortadoğu’nun Jitem’i ve Kürdistan Ortadoğu’da bir ülke. Savaş ise sadece Rojava’da değil!
Nietzche, devleti “organlaşmış ahlaksızlık” olarak nitelerken biz bugün bu tanıma uyan AKP-DAİŞ ortaklığının TC’den bağımsız olmadığını anlamamız gerekiyor.
Wallerstein: “Devlet, kapitalizmin gece bekçisidir” der. DAİŞ bunun bir halkasıdır. Nasıl Türkiye, Ortadoğu’nun jandarması olma hülyasında idiyse, gerçekte DAİŞ Ortadoğu’nun Jitem’i ve Ulus-Devletlerin de bekçisidir. Türk devleti bir ırk devletidir ve DAİŞ aynı zaman da Türkiye’nin de hizmetindedir.
Türkiye, kendi askerini kullanmıyor!
Biliniyor ki önceleri ABD kendi askeriyle giderdi işgale. Sonra, bir yönüyle kendi halkına asker ölümlerini anlatamayınca yerel güçler ve örgütlerle girdi Ortadoğu’ya. Bugün Türk devleti aynı yolda ilerliyor ve PKK’ye karşı Kürdistan’ın dört bir yanında DAİŞ’i eliyle katliamlar gerçekleştiriyor ve gerçekleştirmeye de çalışacak gibi görünüyor. Tam da burada hem KCK ve hem de HDP’nin “ herkesin kendisini savunması gerekiyor” uyarıları olmazsa olmaz olarak karşımızda duran yegane çalışma alanı olarak duruyor.
Katliam nasıl mı gerçekleştirildi? Öyle Suruç katliamı için derin istihbari analizlere girmeye gerek yok ki zaten Reyhanlı ve Paris katliamından bir farkı yoktur.
Yine katliamla ilgili belki de anlaşılması gereken, organlaşmış ahlaksızlık ruhunun gezindiği vücuda sahip Arınç’ın; O’nları kötü günler bekliyor” sözündeki komünal-kollektivist bir ruhla Kobanê’ye oyuncak götürenlerin, sömürge halk ve inançların birlikteliğinin, yani üstün-insan ideolojisinin hedef alındığı bir terör eylemselliğinin bilince çıkarılmasıdır. Çünkü bu ruh ve inanç, Ulus-Devleti darbeleyen bir güçtür.
Türk devletinin Kürtlere karşı olan savaşı yeni boyut kazandı.
Bütün dünya da biliyor ki Sayın Öcalan ile Devlet heyeti arasında gerçekleştirilen görüşmeler neticesinde başlayan süreç ile birlikte PKK, en son 2013’te ateşkes ilan etti. Gel gör ki Türkiye, PKK ve Kürt halkına karşı yürüttüğü askeri, siyasi, coğrafi, politik, ekonomik ve psikolojik savaşı hiç bırakmadı. Ne asimilasyon ve ne de kırımlardan vazgeçmedi. Kimi zaman TC, kimi zaman korucu, kimi zaman da Hizbullah adıyla PKK ve halka yönelen Devlet, Rojava’da önce El-Nusra sonra da Kürdistan’ın bütününde DAİŞ’i kullanarak saldırılarını gerçekleştirdi. Öyle ki Êzidilere soykırımı amaçladı. Bugün de TC, DAİŞ eliyle Kuzey Kürdistan’a savaş açmış durumda. Doksanlarda korucular ve Hizbullahı kullanan Devlet, bugün ve bugünden sonra da Kuzey Kürdistan’da DAİŞ’i kullanarak PKK ve halka dönük saldırılara girişecektir.
Soğuk yalanlar boşa çıkarılmalı!
Bir diğer büyük yalan ise Suruç katliamından sonra Türk devletinin psikolojik harp dairesindeki kadroların algı yönetimiyle ortaya çıktı. Toplumda yaratılmak istenen algı; IŞİD, Türkiye’ye savaş açtı” olarak şekillendirilmek isteniyor. Böylelikle AKP ve Türk devletinin günahsız olarak gösterilmesi amaçlanıyor. Böyle bir algı yaratılıp yutturulmadan AKP her istediği zaman Çözüm süreci taktiğine başvuramaz ve böylelikle oyalama mümkün olamaz.
Gerçek şu ki; DAİŞ Türkiye’ye değil, Türkiye, DAİŞ eliyle Rojava savaşını Kuzey Kürdistan’a taşıdı. Önümüzdeki günler Hatay, Antep, Adıyaman, Urfa ve Mardin’de üstlenen DAİŞ isimli Türk istihbarat elemanlarının uyanışlarıyla Arınç’ın; “ O’nları kötü günler bekliyor “ sözü somutluk kazanmış olacak.
Umuyor ve diliyoruz ki halk ve inançları bir bilinmezliğe sevk eden AKP hükümeti aklını başına alır da bu denenmiş ve çözümsüz politikalarından bir an önce vazgeçer. Yoksa çok kısa bir sürede Türkiye ve Kürdistan süreklileşen bir kaos halini alarak bilinmezliğe doğru yol alacak.
Mehmet Serhat Polatsoy

22.07.2015

Türkiye Rojava'ya giremez!

Türkiye Rojava’ya giremez!


M. Serhat POLATSOY


Günlerdir Türkiye Rojava’ya ha girdi ha girecek haberleri servis ediliyor ve bu AKP medyasının PYD’yi DAİŞ‘den daha tehlikeli yapma girişimleriyle de tırmandırılıyordu. Bununla birlikte HPG gerillalarının denetiminde Güney Kürdistan sınırları içerisinde bulunan Medya Savunma Alanlarına Türk ordusunun ateşkesi de göz ardı ederek bir saldırısı da söz konusu oldu. Yazının başlığında Türkiye Rojava’ya giremez, dedik. Peki öyleyse Türkiye ne yapmak istiyor! 
Türk ordusunun Medya Savunma Alanlarını bombalaması bir tahrik olmakla birlikte çok yönlü savaşın da işaretleridir.
Peki Türkiye’nin böylesi bir gücü var mı? 
Açıkçası Türk devletinin böylesi bir gücü yok; hem Rojava’ya girme hazırlığı yapacaksın hem de HPG alanlarını bombalayacaksın; mevcut Ortadoğu konjonktüründe bunun akılla izahı da yoktur. Tamam belki çok yönlü bir savaş ancak böyle başlatılabilir ama senin buna gücün yok ki! 
Buradan akıllara şu soru geliyor! 
Türkiye’nin tamamı yangın yerine çevrilerek ülke Büyük Ortadoğu Projesi için elverişli hale mi getirilecek? Yoksa Medya Savunma Alanları bombalanarak savaş Güney’de mi start alacak? 
Yani bir taraftan Rojava’da DAİŞ desteklenecek ve yeni kapsamlı saldırılar gerçekleştirilecek, diğer yandan dünyaca da afişe edilen DAİŞ desteği Güney çıkarmasıyla tabanın nezdinde mi unutturulacak? Afedersiniz ama göründüğü kadarıyla böyle balık hafızaya sahip bir devlet toplum gerçekliği yok da değil!
Türkiye’nin Rojava’da bir tampon bölge isteği vardı ki bu yeni olmamakla birlikte İsrail’den de bağımsız değildi. Biliniyor ki daha bir kaç yıl önce mayın temizleme ihalesi İsrail’e verildi de sonra ertelendi. 
Güney Hükümeti bombardımana sessiz! 
Öte yandan şu anda Güney sınırlarındaki gerilla alanları bombalanmasına rağmen Güney Hükümeti’nin bu duruma sessiz kalması da birbirinden çok bağımsız gibi durmuyor ve bu haliyle yoruma da muhtaçtır. 
Medya Savunma Alanlarının bombalanması Türkiye’nin mevcut durumda Rojava’ya girebilmesini mümkün kılmıyor. Tabi Türkiye’nin bu zikzak ve kafa bulandırma patikleri KCK yetkililerinin ve Halk Savunma Merkezi Komutanlığı’nın gerekli açıklamaları yapmalarına da neden olmuştur. Öyle Mustafa Suphilerin istihbaratını Türk cumhuriyetine verip sol hareketi doğmadan Karadeniz sularında boğdurtan... Mele Mustafa Barzani’ye olan yaklaşımı... Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’a olan ihaneti ve Türkiye’nin barındırdığı iki Çeçen komutanı infaz etmesi karşılığında Rusya’daki bir Kürt diplomatı Türkiye’ye teslim eden bir Rusya ve Putin gerçekliği Türkiye’ye geri adım attıramaz. Türkiye’nin Rusya’nın açıklamalarıyla geri adım atacağını düşünmek de sadece naifliktir.
Özcesi biz; “KCK ve Halk Savunma Merkezi Komutanlığı beyni sulanan Erdoğan ve şürekası ile devlet erkânının aklına kısmen hakikati enjekte ederek, şimdilik görünmeyeni görmelerini sağlamıştır” diyebiliriz. PKK’nin bu açıklamaları sonrası MGK kararlarının bu doğrultuda olmasının başka bir izahı olamaz herhalde! 
Yarın neyi gösterir bilinmez ancak şu an itibariyle görünen, Türkiye’nin Rojava’ya girmekten vazgeçtiği ve buna zorunda kaldığı gerçeğidir. 
Artık Türkiye sona gelmiştir. Kaçınılmaz olan da; ya Kürtlerle demokratik ve güçlü bir Türkiye, yani özgür özerk Kürdistan’lı bir Türkiye, ya da çok parçalı bir Türkiye ihtimalinin önümüzde durduğu gerçeğidir.

812



20 Haziran 2015 Cumartesi

PKK ve Rojava’nın kuantumsal sıçrayışı

Türk Ulus-Devleti kurulduğundan bu güne bu devlet, Türk ve İslam dışında ülkede yaşayan tüm halk ve inançlara sömürge hukukuyla yaklaşmış ve sayısız katliamlara imza atmıştır. Katliamlar salt fiziki olmamış, sosyal, ekonomik ve siyasal soykırımlarla birlikte asimilasyon ile de halk ve inançlar adeta kırımdan geçirilmiştir. Öyle bir ülke ki defalarca yapılan darbeler ve kurulan sayısız hükümetlerle neredeyse en çok Başbakan ve Cumhurbaşkanına sahip ülke olarak sıralamada dünyada birinci konuma gelmiştir. Tabi bu da bir yere kadar!

Geldiği yer, Öcalan önderlikli PKK hareketi doğana kadardır. Bu hareket özünde Kürt halkının üzerindeki ölü toprağı kaldırmış ancak genel anlamda tüm sömürge halkların önderliğini yapıyordur. Kürdistan özgürlük hareketi öyle sadece yüz yıllık bir Türk Ulus-Devlet mekaniği karşısında durmamış, İran, Irak ve Suriye devletlerini de karşısına alarak hem binlerce yıllık erk-egemenlik, hem Aristo mantığı ve hem de son dört yüz yıllık Kapitalist Modernite ile birlikte Pozitivist din’in Ortadoğu’daki tüm sistemlerini allak bullak etmiştir. Aslında bugün tek başına Şengal ve Rojava’da verilen direniş, konuyu özetler gibidir.

Konuyu Rojava somutunda ele alırsak eğer; burada açığa çıkan doğal bir olay oluyor. Bu olay evrende, kaos içerisinde düzeni sağlama sırasında maddelerde yaşanan davranışsal özelliklerle benzerdir. Nasıl mı? Bir tarafta uzun yıllar isyan ve direnişlerin olduğu Bakur, Başur ve Rojhılat, diğer yandan bunun örneğinin az görüldüğü Rojava. Normal şartlarda, enerji yoğunluğunun fazla olduğu yerlerde bir hareket yaşanırken Rojava örneği bize, atom altı parçacıkların hareketliliğinin toplumsal yaşamda da kendisini var edebildiğini bir kez daha göstermiştir.

Şöyle ki! En küçük Kürdistan parçası olan Rojava direniş örneği, Bakur ve diğer parçaları aşan, yani hareketin pratikteki çıkış noktasından ‘sıçrayan’ bir karakterle eylemini ortaya koymuştur. Buna Young’un Çift Yarık deney örneği, madde ve anti-madde çarpışmalarından sonrası nötrinoların davranışsal özelliklerini ve fotonların toplumsal karşılığı olan hüzme birlikteliklerini de ekleyebiliriz. Entropi yasası gereği kaybolmayıp minimum seviyeye inen enerji, adeta Rojava’da maximum seviyede anlam bulup, halklara güç vererek inançlı hale getirmiştir.

Biliniyor ki kuantumsal sıçramalar, özdeki irade ile başlıyor. Burada da özgürlüğü “hak” eden bir toplum var olduğuna göre, netleşme ve/veya kararlaşma tikelden evrensele bir zaferi getirebiliyor.

Rojava direnişi ve görünen zaferi aslında Sayın Öcalan’ın kuramsallaştırdığı Demokratik Ulus paradigmasının karşılık bulması ve diğer taraftan da belki bu güne kadar açığa çıkmamış olan PKK’nin de, somutlaşmış halidir diyebiliriz.

Binlerce yıldır beklenen an belki de bu yaşanan anlardır!

Hareketin paradigmasıyla somutlaşan kuantumsal sıçrayışlar, genel kabul gören “düz çizgisel” olan ilerleyişi duraklatmış ve bugün Rojava’da bir enerji açığa çıkartmıştır. Bu enerji ivme kazanarak dört parça Kürdistan ile birlikte mücadele azim ve kararlılığıyla da Ortadoğu’daki sömürge halk ve inançlara umut ve ışık olmuştur. Bugün eğer Rojava’da bir başarı var ve bir barış sonrası zafere evirilecek potansiyel mevcutsa bu, Öcalan önderlikli PKK hareketinin paradigmasıyla olmuştur. Bugün eğer tüm halk ve inançlar YPG/YPJ’yi umut olarak görüp savaşçılara sarılarak ağlıyorlarsa, bu bin yıllardan beklenen kurtarıcının Ortadoğu özgülünde karşılık bulduğunu da göstermektedir.

Mücadele yeni sıçrayışlara gebe ve kurtarılması gereken bir Kürdistan, Türkiye, Ortadoğu ve Dünya var. Yok olmayla yüz yüze olan halklar ve inançlar var. Üzerine titrenilmesi gereken İnsan ve Doğa var. Rojava ile açığa çıkan komünal-kollektivist bir örgütlülük var ve bu güç tez elden Sayın Öcalan’ın özgürlüğüne kenetlenmeli.

Öcalan’ın özgürlüğü demek şüphesiz ki  Demokratik Siyasetle, Demokratik Ulus paradigmasını Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de yaşamsallaştırmak demektir. Öcalan’ın özgürlüğü demek, Demokratik Konfederalizm bayrağıyla Ortadoğu’ya barış ve özgürlük getirmek demektir.

20.06.2015

12 Haziran 2015 Cuma

Devlet AKP’dir, AKP Kontra’dır


Eğer bir parti on yıldan fazla bir süre iktidarda kalıyor ve devletin tüm imkânlarını bireysel ve zümresinin çıkarları için kullanabiliyorsa bu büyük ölçüde bir partiden çok devletin ta kendisidir. Eğer öyle değilse de Türkiye Cumhuriyeti Devleti resmen oto-mandater rejim ile yönetiliyor demektir.
Bir proje olarak kurulan AKP, MGK’daki Kırmızı Kitabın içerisinden çıkan ve Stratejik Derinlik ile de makyajlanan bir Kontra örgütlenmedir. Bu kuruluş, özünü Abdulhamid’in Yıldız İstihbarat Teşkilatından almakla birlikte, MİT’in geleneksel işleyişine de sahiptir. Kadrolarından olan Bülent Arınç ve Mehmet Ali Şahin, Efkan Âla’nın hocaları konumunda ve yine Hoca kod adlı Ahmet Davutoğlu’da “Davut” soyundan gelen bir başka devşirme olarak İsrail’in bu kontra örgütlenme içerisindeki Türk soslu temsilcisi konumundadır. Bugün eğer bir DAİŞ belası varsa bu belanın ilerleyiş ve Türkiye içerisinde cirit atması öyle Davutoğlu’nun bilgisi dışında da değildir.
Bilindiği üzere Barak Obama’yı ABD Başkanlığına getirenler ile zamanında Ahmedinejadı Tahran belediye başkanlığından ve Erdoğan’ı da İstanbul Belediye başkanlığından Başbakan ve Cumhurbaşkanlığına getirenler aynı güçlerdi. Bu güçler Ortadoğu’ya verilecek dizayn çerçevesinde bir çok kadro yetiştirdikleri gibi, bu kadrolara bağlanacak legal Parti ve silahlı örgütleri de hazırlamışlardı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde domino etkisiyle yaşanan halk ayaklanmaları bir tetikleyen ve de özünde bir planın parçası olarak işlevlerini yerine getirdiler. Geriye ise sadece kaos içerisinde düzen kaldı ki bu da yasal parti, bu partileri yönetecek kadro ve sırasıyla silahlı örgütler olarak sahneye alınacaktı.
Körfez savaşı ile işletilen süreç Irak, Tunus, Mısır, Fas, Ürdün, Libya, Lübnan ve Suriye ile devam ettirilmektedir. Sıralamada yer alan ülkelerde yerelden doğru milis, paramiliter ve kontra örgütlenmeler ile mevcut hükümetler zorlandı ve birçoğu devrilerek işletilen sürecin iskeleti inşa edilmiş oldu. Tam da bununla paralel olarak kökleri bin yıllar öncesinden olan ancak yakın tarih Körfez savaşı yıllarında ortaya çıkartılan ve iki binlerde omurgalandırılarak gövdelendirilen DAİŞ-ISIS-IŞİD terör örgütü bir bütün olarak geriye kalan ülkelerde faaliyete geçirildi. Sayın Öcalan’ın tanımlamasıyla Ortadoğu’nun Jitem’i olan bu örgüt Suriye ve Irak’ta etkili olarak büyük güçlere ulaşıp nitel ve nicel olarak kanlı eylemlerine başlayarak hedefine ülke yönetimlerini almaktan çok halk ve inançları alarak hizmetine devam etmektedir. Bunlardan Türkmen, Kürt, Asurî-Süryani, Şii-Arap ve Êzidiler katliamdan paylarını fazlasıyla aldı ve almaya devam etmektedirler.
Şüphesiz ki DAİŞ Irak ve Suriye’de kısmi yerleri ele geçirmiş ve ilerlemek istemiştir. Ancak DAİŞ’in Şengal ve Kobanê’ye olan vahşice saldırılarının altında başka sebepler yatmaktadır. Buraların kendileri için “vaad edilen topraklar” olduğunu her fırsatta dile getirmeleri öyle bir devlete değil de direkt olarak Kürt halkına karşı bir soykırım gerçeğini ifade ettiği görülebilmektedir. Hem Şengal’de ve hem de Kobanê’de istenilen başarıyı elde edemeyen DAİŞ bu güne kadar ki tüm desteğini, sözde Musul başkonsolosluk görevlilerini rehin alma ve Süleyman Şah Türbesini sarma olayı üzerinden Türkiye ve dolayısıyla AKP’den aldı. Yakalanan tırların içerisindeki silahların görüntülerinin yayınlanması, DAİŞ ile askerlerin video-foto paylaşımları ve son olarak MİT’in DAİŞ elemanlarına otobüs kiralamaları da bu organik bağa en iyi delil olarak verilebilir.

Peki son günlerde Amed’de yaratılmak istenen kaos ile seçimde hezimete uğrayan Erdoğan’ın sarf ettiği;“Akçakale sınırına koalisyon güçleri desteğiyle ‘terör’ örgütü PYD-PKK konumlandırılıyor” sözleri ne anlama geliyor!
Seçimlerden iki gün önce Amed HDP mitinginde patlatılan bombaların nedeni ve menşeisi üzerinde durulursa bir DAİŞ-AKP koalisyonu olduğu rahatlıkla görülecektir. Hatırlanacağı üzere aynı durum Kobanê katliamı sırasında yine Kuzey’de direnişe geçen kırkın üzerinde yurttaşın katledilmesiyle benzerdir. Girê Spî’de sıkışan DAİŞ, Amed’de kaos yaratılarak nefes aldırılmak isteniyor. AKP’nin kontra faaliyetleri için seçimi bekleyememesinin nedenlerinden biri de Rojava güçlerinin ilerleyişinin kırılmasına dönüktü. Seçim sonrasında bir taş ile birkaç sonuç almak isteyen AKP bir taraftan DAİŞ teröristlerini ülke sınırları içerisinde alırken, diğer taraftan Hizbullah-PKK savaşını hortlatmak için karşılıklı infazlara başlıyor ve diğer taraftan da Kontra birliklerini Amed sokaklarına salarak tahriki fazlalaştırmak istiyor. Amed’deki kaosu yaratanlar ile DAİŞ’e Gire Spî’de alan açmak isteyen güçler aynı güçlerdir. Adı her ne kadar da Hizbullah, Tevhid ve/veya başka paravan Kontra birlikler olsa da özünde AKP’den başkası değildir. Çünkü hiçbir devlette, o devletin güvenlikli bir alan yaratımı sonrası o alana ne bir bomba yerleştirilebilir ve ne de bir çivi konulamaz. Nasıl Davutoğlu’nun soyadının “davut” olması bir tesadüf ise, İsrail’i ilk tanıyan ülkenin Türkiye olması o kadar tesadüftür. Nasıl Sakinelerin katledilmesinde Fransız istihbaratının bilgi ve parmağı var ise, Amed saldırısında da MİT’in öyle parmağı vardır. Amed eski valisi Efkan Âla’nın olay sabahı Amed’de bulunuşu ne kadar tesadüf ise Sabiha Gökçen’in Dersim semalarında olması o kadar tesadüftür.
Türk Devleti ve dolayısıyla bir kontra örgütlenme olan AKP, son HDP zaferinden sonra Kuzey’i kaybettiğinin bilincindedir. Onun için; “Ya Rojava ve Kuzey Kürdistan bizim olur, ya da bizim olmayan, kara toprağın olur” diyerek ileriki günlerde kendisine bağlı kontra birliklerle Kuzey Kürdistan’da kaosu daha fazla derinleştirecektir.

12.06.2015


7 Nisan 2015 Salı

Seçimler, AKP ve Çiller benzerliği


Son zamanlarda Türk Ordusu tarafından gerçekleştirilen her türden askeri operasyonlara ilişkin; “bir devletin güvenlik politikalarıdır”, algısı yaratılarak, aslolan perdelenemez. İçinden geçilen süreç bir taraftan bir “çözüm” süreci ve diğer taraftan da bir “seçim” sürecidir.

PKK, son iki yıldır silahların gölgesinde olmayan bir coğrafya ve halk gerçekliğini açığa çıkarmak için elinden gelen her pratiği sergilemesine rağmen Türk devleti için aynı şeyleri maalesef söyleyemiyoruz ki zaten dile getiriyoruz.

Döneminde Türkiye’yi yöneten her hükümetin sığındığı tek yalan; “BDP ve öncülleri silah zoruyla oy alıyorlar” olmuştur. Uzun süreli hafızamıza inersek eğer Sayın Öcalan bu yalanı boşa çıkarmak, sırf barış ve müzakere sürecine başlamak için gerillaların sınır dışına çekilmesinin uygun olacağını belirtmişti. PKK’de bu talimata uyarak güçlerini sınır dışına çekmeye başlamıştı. Bunun üzerine oyununun bozulacağını anlayan AKP hükümeti entegre provokasyonlar yaratarak gerillaların sınır içlerinde kalmasını amaçlayan politikalara imza atmış ve günümüze gelmiştik. Bu politikaların amaçlarından “bir” tanesi şüphesiz önlerinde duran Yerel ve Genel seçimlerde bundan önceki taktiklerini uygulama zeminini kaybetmemekti.

Peki, ne yaptı? “Madem gerilla var öyleyse ben de bir devlet olarak henüz anlaşma imzalamadığım bir örgüt ve mensuplarına karşı gerekli tedbir ve operasyonlarımı yaparım” mantığıyla aslolanı perdelemeye çalıştı.

Aslolan, seçimlerde asker ve korucuların hakim olduğu köylerden paket oyların getirilmesi ve silah zoruyla HDP oylarının çalınmasından başkası değildir. Askeri operasyonların, köylere asker ablukasının, katır katliamlarının, keşif, pusulama ve heron faaliyetlerinin bir savaş hazırlığı olması kadar, yaklaşan seçimde askeri alanlardaki halka baskı uygulamak olduğu da su götürmez bir gerçek ve her hükümetin sarıldığı taktik ve hatta stratejilerinden de biridir.

Döneminde Tansu Çiller “koyun” katlederken, şimdi de Erdoğan ve ekibi “katır” katlediyor. Döneminde Çiller köylerden paket oyları zor ile getirirken şimdi de AKP ve Ordu aynı görevi üstleniyor. Bu haliyle sürecin gidişatı da göründüğü kadarıyla doksanlardan farksız oluyor.

Öyleki bir taraftan çözüm süreci denilirken, diğer taraftan askeri operasyonlar. Bir taraftan çözüm süreci, diğer taraftan onaylanan “iç güvenlik paketi”. Bir taraftan çözüm süreci, diğer taraftan çözümsüzlük ve atılmayan adımlar. Bir taraftan korucuların elindeki silahları alacağız denilirken de, diğer taraftan yeni yeni korucuların alımının yapılması…

HDP’nin yükselişi karşısında ne yapacağını bilemeyen AKP devletinin sarılmayacağı yılan ve çiyanlar yoktur. AKP gemisinin su almaya başladığı, ilk başta gemideki farelerin terk etmeye başladığı, Başkanlık hayallerinin de suya düştüğü böylesi bir süreçte hem iktidarını korumak ve hem de seçimi kazanmak için AKP’nin yapmayacağı hiçbir rezillik yoktur. Açıkçası bu haliyle de ne bir çözüm süreci ne de seçim süreci sürdürmek neredeyse imkansızdır.

AKP devletinin bu oyunları Türkiye Cumhuriyeti kuruldu kurulalı her dönem hükümetinin başvurduğu oyunlara benzese de, ne zaman, ne konjonktür ve ne de halk benzer ve aynı değildir. Tüm hırsızlık, hile, oyun, baskı, zulüm ve silah zoruna karşı halk hem operasyonların karşısında duracak ve hem de sandıklarına gövdelerini siper ederek mutlak sahip çıkacaklardır. HDP’nin barajları atomlarına ayırmasının, 2015’in Kürt, sömürge halklar ve inançların kurtuluş yılı olmasının önünde hiçbir gücün duramayacağını sömürgecilerle birlikte hep beraber göreceğiz.

08.04.2015

mehmet_serhat_polatsoy@hotmail.com

13 Şubat 2015 Cuma

Hasta iken tutsak olmak!


AKP hükümeti ve yargısının düşman hukuku nedeniyle hasta tutsaklar sorunu hala gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. Hemen hemen her gün yapılan basın açıklamaları, HDP milletvekillerince meclise soru önergelerinin verilmesi, konunun özgür basın tarafından her gün haber yapılması ve bir bir hastaların zindandaki tükenişleri dahi hasta tutsakların dünya tarafından görülmesi ve bırakılmalarına yetmiyor.

Ben, hastayken tutsak olmanın ne olduğunu çok iyi bilenlerdenim. Bizler şuan dışarıda yeterince oksijen alırken o’nlar dört duvar arasında, göğü daraltsın diye olduğundan da yükseltilmiş duvarlar içerisinde oksitlenmiş demir, nem ve rutubet kokusuyla yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Bizler dışarıda her türlü çirkinliği yaşar ve aldığımız solukları anlamlandıramaz ve günü birlik yaşarken o’nlar, aldıkları her nefesi anlamlandırmak durumundalar çünkü bizim kadar ucuza alamıyorlar ciğerlerine soludukları oksijeni.

Ben her akşam havalandırma kapıları kapandıktan sonra nefes almak için paslı parmaklıkların dışına dudaklarımı dayayıp nefes almaya çalışıyordum. Nefes alabilmek için ağır ağır ilaçlar kullanıyordum.

Hasta tutsakların mevcut hastalıkları dışında zindan koşulları nedeniyle başka birçok virüs doğallığında ve bazen de idare tarafından çeşitli yöntemlerle vücudumuza enjekte edilebiliyor. Sağlıklı bir insanın bile zor nefes aldığı bir ortamda hastaların yaşama tutunabilmeleri inanın ki çok fazla sürmez ki sürmüyor.

Halil Güneş arkadaşla Amed zindanında aynı kısımda kalma şansım oldu. Arkadaşımız sırf arkadaşları rahatsız olmasın diye ağrı kesicilerin faydasız kaldığı an’larda dahi inlemiyor, öksürüğünü dahi tutmaya çalışıyordu. Serum takılması için vücudunda delinmedik tek yer dahi kalmamıştır arkadaşımızın. Her gün aldığı serum ve ağır ilaçlar ağrılarını dindirmeye ve yaralarını iyileştirmeye yetmiyordu; çünkü bir hastalığın ağrısı geçip diğeri başlıyor, bir yara kapanıp bir diğeri açılıyordu. O’ndaki inanç, irade, yaşama bağlılık ve özgürlük aşkı hastalıkları nedeniyle inanın tıpta çığır açmıştır. Halil Güneş’in Sayın Öcalan ve halka olan aşkı bugün, onu yaşama bağlayan tek ilaçtır diyebilirim.

Hasta tutsaklar ölüme terk edilmiş durumda
Namı diğer Apê Dedo kalp krizi geçirmiş ve tedavisi yarıda kesilerek ameliyat elbisesiyle benim de için de olduğum ring aracına konularak hastaneden cezaevine götürülmüştü. Seksene merdiven dayamış kalp ve astım hastalıkları olan Mehmet Emin Özkan (Apê Dedo) ve Sıdık Güler (Apê Sıdık), genç yaşına rağmen ayakları günden güne çürüyen ve baston ile bile zor yürüyebilen Selahattin Aytek, kanser, kalp ve beyin damar rahatsızlıkları olan Şemsettin Kargılı ismini hatırlayabildiğim hasta tutsaklardan yalnızca bir kaçı. Ayakları olmayan, eli ve kolları olmayan arkadaşlarımız tek kişilik odalarda tutuluyorlar. Bu arkadaşlar şuan Amed zindanında ve günden güne eri(tili)yorlar.

Hükümet yetkilileri ve kamuoyunun onları anlayabilmesi için illa ağır hastalıklarının olması ve el-kol ve ayaklarının olmaması mı gerekiyor?

Emin olun ki Hasta tutsaklar çözüm sürecini ve seçimi bekleyemezler.
Hasta tutsakların hastane sevki bazen 3 ay bazen 6 ay sürebiliyor. Bazen de bilerek sevke çıkarılmayıp muayeneye götürülmüyorlar. Böylelikle hastalıkları da ilerlemiş oluyor. Revirden tam teşekküllü bir hastaneye sevk izni revir doktoru ve cezaevi idaresinin insafına bırakılıyor. Her şikâyete ağrı kesici ve merhem veriliyor. Cezaevine bir şekilde getirilen virüs, ortamdan kaynaklı kısa sürede bütün cezaevini sarabiliyor. Akşam belli bir saatte revir kapanıyor ve acil bir durumda ambulans çağırmak durumunda kalıyorsun. Eğer kalp krizi geçirmişsen zaten ölmüşsün demektir çünkü ambulans en az 45 dakikada geliyor. Arkadaşın gözünün önünde yaşamını yitiriyor ama sen hiçbir şey yapamıyorsun. Halil Güneş gibi birçok arkadaşımız var ve bu arkadaşlarımızın bir sabah uyanamama gibi bir riskleri var.
Evet, bu canlarımızın tek tek solukları kesilir de yine de minnet etmezler o’nlara düşman hukuku ile yaklaşanlara. Ancak o şartlarda bırakın hastayken yaşayamamayı, inanın sağlıklı iken dahi yaşanamıyor.

Hasta tutsakların çözüm sürecini bekleyecek ne halleri var, ne de zamanları. Bizler yeterli oksijen alırken, onlar; Oksitlenmiş demir kokusu, nem ve rutubetli hava soluyorlar. Aldığımız nefesin hakkını ancak Hasta tutsakların özgürlüğü için mücadele etmeyle verebiliriz. Bu da hükümetten beklemek, basın açıklaması yapmak ve evde oturmayla olmuyor/olmadı, olacağa da benzemiyor. Başka bir şey gerek ama ne!

Kendi adıma söylüyorum!
O'nların zindanda olduğu her an aldığım nefesleri, onursuzca almış sayacam.

Hasta tutsakların durumu seçime kurban gitmemeli ve özgür tutsaklar bir an önce serbest bırakılmalılar.

14 Ocak 2015 Çarşamba

ABD’nin AKP iddianamesi hazır!


Bu da nereden çıktı denilmesini gerektirecek bir durum yok çünkü Türkiye her an karışabilir! İstemediğimiz halde şuanda Türkiye’nin Lübnan, Mısır, Tunus, Irak ve Suriye gibi olmaması için hiçbir neden yok. Nasıl mı?

Aslında tek başına Türk devleti kendi ülkesinde yaşayan halkına yaptığı zulümden dolayı bir çöküşe götürülebilir. Dersim ve Zilan katliamından dolayı soykırım suçlusu olarak yargılanabilir. Olmadı 90’lı yıllarda katlettiği ve bugün topraktan fışkıran on binlerce faili belli kemiğin hesabını verebilir. Hal böyle ve bunlar her güne yayılması gereken direniş nedeniyken aileler sessizce topraktan çıkan kemiklerine kavuşmanın sevinç (!) ve hüznüyle gencecik fidanlarının yasını tutmaya devam ediyor. Diğer taraftan İslam ve Sünnilik dışında kalan tüm din ve inançlara karşı olan ayrımcı yaklaşımı nedeniyle de Türk devleti, çok zor durumda bırakılabilir.

Türkiye’de normal şartlarda neredeyse yılın her günü serhıldan nedeniyken bunların olmaması Türk devleti için bile olsa acıdır! Sadece AKP hükümeti döneminde Atina’yı bir hafta da düşürecek serhıldan nedeni olan binlerce Aleksis toprağa düştü.

Her şeye rağmen Türk devleti ile Kürt halkı arasında yeni temiz bir sayfa açılmak istendi. 2013 yılının Newroz bayramında Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan tarafından alınan kesintisiz “ Demokratik Siyaset” kararı tüm dünyaya duyuruldu. Bu barış mesajının üzerinden neredeyse iki yıl geçmesine rağmen hala somut, pratik adımların atılmaması ve PKK’nin göstermiş olduğu tüm iyi niyet adımlarına karşılık olsa bile bugün tek tek zindandan tabutları çıkarılan Hasta Tutsakların dahi bırakılmaması çözüm sürecinde niyetsizliğin bir göstergesidir. Tabi keşke sadece bununla kalsa ve oyalama, aldatma sadece bununla yetinilse!

AKP’li Erdoğan ile Osmanlı hayalleri kuran Türk devleti imkânlarını ve dolayısıyla sınırları çok zorladı. Öyle ki AKP tabanının dışındaki Türkiye halkları da bir devletleri olsa da özgür olmadıklarını anlayıp Gezi direnişinde bir patlama noktasına geldi. Çünkü bir halkın Devletinin olması demek, o halkın özgür olacağı anlamına gelmiyor. Yine 6-8 Ekim olayları ile de Türk devletinin içinde olmuş olduğu vahim durum görülebildi. Hal böyleyken AKP ve Türk Devletinin yaşam kredisi bitmiş gibi. Bugün eğer Musul, Kerkuk, Şengal ve Kobanê’de bir DAİŞ belası Kürt ve diğer halkların başına bela edilmiş ise bu, Devlet’ten bağımsız bir Hükümet politikası değildir ki itirafçı MİT’çilerin açıklamalarını hep beraber okuyor, duyuyor ve görüyoruz. Ayrıca 29 Kasım 2014 günü açık bir şekilde Kobanê’ye saldıranların Türk devletinin özel birlikleri olduğu da herkesçe malumdur. Başta Cizre olmak üzere Kuzey Kürdistan’ın çeşitli kentlerinde Türk polisi destekli Hizbi-Kontraların Özgürlük hareketi çalışanlarına karşı öldürmeye varan silahlı saldırıları da bölge de acze düşen AKP ve dolayısıyla Devletin halini gözler önüne serebiliyor.

Kürt cephesinden bunlara bakıldığında dahi Türkiye’nin her an karışmaması ve bir Suriye gibi olmaması için hiçbir neden yok. AKP ve Türk Devleti de biliyor ki bunlar bahanenin de ötesinde çok büyük kaos nedenleridir. Eğer Sayın Öcalan “barış ve çözüm” umudunu yitirirse böylesi bir zamanda her hangi bir dış gücün karıştırmasına gerek kalmaz ki görüldüğü üzere yeterince neden var.

Şimdi gelelim Türkiye’nin dünyada köşeye sıkıştığı DAİŞ konusuna! ABD’li bir akademisyenin “IŞİD-Türkiye bağlantıları” başlıklı dokuz maddelik somut delillere dayanan iddianame gibi makalesi akıllara; Acaba ABD Türkiye’yi gözden mi çıkardı? sorusunu getirdi.

Makalede geniş olarak değinilen dokuz maddeye kısaca göz atarsak eğer bir makaleden çok iddianame görüntüsüne sahip olduğunu anlayabiliriz. Buna göre;
1)     Türkiye IŞİD’e askeri teçhizat veriyor. 2) Türkiye IŞİD savaşçılarına ulaşım ve lojistik destek sağladı. 3) Türkiye IŞİD savaşçılarını eğitti. 4) Türkiye IŞİD savaşçılarına tıbbi yardım sağlıyor. 5) Türkiye petrol alarak IŞİD’e mali destek veriyor. 6) Türkiye IŞİD’in militan toplamasına yardım ediyor. 7) Türk askerleri IŞİD’le birlikte savaşıyor. 8) Türkiye IŞİD’e Kobani’de yardım etti. 9) Türkiye ve IŞİD aynı dünya görüşünü paylaşıyor.

Bu maddeler bir iddianameye benziyor çünkü burada sıralananların TMK’daki karşılığı sırasıyla; 1) Terör örgütüne üye olmak. 2) Terör örgütüne silah ve mühimmat sağlamak 3) Patlayıcı maddeleri izinsiz bulundurmak, saklamak ve taşımak. 4) Devletin ve ülkenin bölünmez bütünlüğünü bozmak

DAİŞ bir terör örgütü olarak kabul edildiğinden ABD’nin başını çektiği Koalisyon güçlerince doğal olarak bir tehdit ve düşman olarak görülüyor. DAİŞ zaten kendisini bir devlet olarak ilan etmiş durumda. Buna göre 40 ülkenin katıldığı koalisyonu da bir devlet olarak kabul edersek AKP, yani Türk devletinin üzerine atılı suçlamalar da sırasıyla şöyle olacak
1)     Düşmanla işbirliği yapmak. 2) Devlete karşı savaşa tahrik. 3) Temel milli yararlara karşı hareket. 4) Yabancı devlet aleyhine asker toplama 5) Askeri tesisleri tahrip ve düşman askeri hareketleri yararına anlaşma. 6) Düşman devlete maddi ve mali yardım

Eğer Türk devleti bugün bile DAİŞ’den desteğini çekip Sayın Öcalan ile el sıkışsa ve Türkiye ve dünya halklarından özür dilese, yani şeffaflaşarak Demokratikleşse inanıyorum ki bu iddianame rafa kaldırılabilir. Yoksa bırakın AKP’yi, Türk devletinin 2015 yılı içerisinde bir Suriye olmaması için hiçbir neden yok.


15.01.2015