19 Kasım 2018 Pazartesi

Türkiye tarihi, başarısızlıkların tarihidir


Osmanlının fetih dediği yayılmacı politikaları, Türkiye'nin doğuşu ile birlikte içe dönük hale gelmiştir. Yayılmacılık evrime uğramıştır: Osmanlı, tıpkı bir süpernovaya dönüşmüş ve zerreciklerinden Türkiye doğmuştur. Türkiye artık, kaosun kurumsallaştığı bir parça haline gelmiştir. Osmanlının fetih adı altındaki işgalleri yüzyıldır, Türkiye'nin her karış toprağında gerçekleşmektedir. Öyle ki tek din, ırk, dil, millet gibi argümanlar bir politikaya dönüştürülmüş ve devletin belirlediği tekliğin dışında yer alanlar her türden baskı ile karşılaşmıştır. 

Her yeni iktidar devrinde, kendi ülkesinin içlerine operasyonlar geliştiren bir ülke düşünün! 

Sadece Türkiye sınırları içerisine hapsedilen Kürdistan halklarına dönük değil: Sadece Alevi, Êzîdî, Süryani, Ermeni, Rum, Kürt ve diğer halk ve inançlara dönük değil, her gelen iktidar kendi gibi düşünmeyen tüm kesimlere dönük operasyonlar geliştirmiştir.

Türkiye tarihi, başarısız yöneticilerin başarısızlıklarının tarihidir. Bu başarısızlıklar sadece Turancılık veya Türkçülük sözleşmesi gibi fantastik argümanların askeri-politik sonucu değildir. Osmanlıdan yaratılan zerrenin bile gün yüzü görmemesini isteyen hegemonyanın, Türkiye üzerine koyduğu kapitalist kurallar bunda belirleyicidir. Türklük sadece bir kılıf ve faşizmin uygulanmasına bahane bir argüman bir nesne haline getirilmiştir.

Türkiye, Ermenilere dönük gerçekleştirilen ve 'büyük felaket' olarak anılan talihsiz kırım sonrası ilan edilen bir devlet olurken, aldığı miras da bu anlamda katliamlar tarihi oluyor. Derken özerk yaşayan Dersim'e iç-işgal gerçekleştiriliyor. Ardından gelen Zilan katliamı sonrası Türkiye soluğu, "pogrom" olarak bilinen Rum, Ermeni ve Yahudilere dönük 1955 olaylarında alıyor. 60, 70 ve 80 darbeleri ile huzur ve güvenlik arayışına mı yoksa kaosun daha bir derinleştirilmesi mi amaçlanıyor Türkiye devleti açısından pek anlaşılamıyor. Hem iktidarların devletleşmek istemesi hem de devletin kendi içinde kliklere ayrılması bir boşluk yarattı. Bu boşluk kapitalist hegemonyanın Türkiye'de istediği gibi at koşturmasına, asrı saadetini henüz huzura ermemiş olan Türkiye'de yaşamasına neden oldu.

Vatan, millet, sakarya güzellemesi her devrin baskı politikalarının ideolojik dayanağı olurken Kürtler, Türkiye cumhuriyeti devletinin en azılı düşmanları ilan edildi. Düşman ilan edilen sadece Kürtler değil, aynı zamanda Kürt ve Kürdistan'ı tanıyan enternasyonalistler de Türkiye'nin hedefine alındı. Bunun nedeni de öyle sadece "bölünme paranoyasından" değildi: Kapitalist hegemonya ne daha fazla silah satmaya ve ne de daha fazla yer-altı ve yer-üstü zenginliklerine doymuyordu. Kutsal kitapların ilahının kutsadığı Dicle ile Fırat Kürdistan coğrafyasındaydı ve en büyük parça Türkiye'deydi. Bu denenle hiç bir savaş ıskalanmamalıydı!
Dünden bugüne kadar Türkiye'yi yöneten Türklük değil faşizmdir. Faşizm, kendisine Türk'ten başka bir kılıf bulamazdı ki Türkler, anayurtları Türkistan'dan buralara gelene kadar milliyetçiliklerinde rüştlerini ispat etmişlerdir. Devletler için sadece kılıf gereklidir; bugün Türk, Fars, Arap, Yahudi, yarın da başka bir halk faşizmin nesnesi olabilir.

Teker teker tüm hükümetlerin karakterlerine girmek yerine, hepsinin ortak noktasının iktidarda kalmak olduğunu söylemek yeterlidir. Türk hükümetleri Türk devlet tarihinin hiç bir döneminde, iktidarda kalmak ve faşizmi kurumsallaştırmak dışında başarılı olamamışlardır. En uzun süre iktidarda kalan CHP'nin başarısı ortadadır; Dersim ve Zilan katliamları ile CHP, faşizm adına büyük bir başarı elde etmiştir. Parti anlamında iktidarı kaybettikten sonra CHP, azınlıklara dönük "pogrom" ve ardından Menderes'in akıbeti ile 60 darbesini getirmiştir. Bugünlere kadar da üstlendiği misyon devleti, yani faşizmi korumaya dönüktür. Ana-muhalefet partisi olarak bilinir ama tek muhalifliği, devlete karşı olanlara muhalif oluşudur. Adında halk var ama hiç bir zaman devleti karşısına alıp halkın yanında yer almamıştır; çünkü CHP, Devletin ruhudur.

CHP'den sonra en uzun iktidarda kalan AKP hükümetleridir. AKP, CHP'nin halefidir. AKP de, iktidarda kalabilmek için tıpkı selefi olan CHP gibi faşizmi kurumsallaştırmıştır. Ekonomik kriz sonrası geldiği 2002'den bu yana, adalet, eşitlik ve özgürlük konularında imza attığı hiçbir başarılı eylemi yoktur. Ne siyasal, kültürel ve sosyal ne de ekonomi konusunda başarılı olduğu bir zaman dilimi mevcut değildir. AKP'nin başarıları da tıpkı CHP'ninkiler gibi olmuştur. Doksanlı yılların karanlığından henüz çıkmış olan Kürtler ve dostları bu defa da başka bir iktidarın zulmüne tanıklık etmiştir. Sadece Kürtler değil elbet. Rahip Santoro cinayeti, Zirve yayınevi vahşeti, Hrant Dink cinayeti, 1960'lı yıllara kadar olan büyük felaket ve pogromu işaret ediyordu. Yine Ceylan Önkol'un havan mermisiyle paramparça edilmesi Dersim katliamında çocuklara yapılan vahşetleri akıllara getiriyordu. Roboski ve Cizre-Sur gibi Kürt şehirlerinin yıkılması, bodrumlarda yüzlerce insanın yakılması da tekerrür edilen tarihe örnektir.

AKP hükümetleri hakikat temelinde hiç mi başarıya imza atmadılar? 2013-2015 arası yaşanan çözüm süreci bir başarı değil miydi gibi, karşı çıkışlar olabilir tabiki ama ortada bir başarı yoktu. Sayın Öcalan'ın çağrısıyla başlayan ve yine Öcalan'ın çabalarıyla iki yıl devam eden bir süreç vardı. Aslında öyle 2 yıl da sürmemiş ve gördüğümüz 'rüya' 2014 MGK kararlarıyla son bulmuştu. Sonrasında ise süreç milletvekilleri, belediye başkanları, yöneticiler, gazeteci, yazar, akademisyenlerle birlikte on binlerce siyasi tutsağın hapsedilmesi, yüzlerce asker, polis ve gerillanın yaşamını yitirmesiyle buralara kadar gelmişti. Buna rağmen AKP Genel Başkanı ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan dün "Son 16 yılda hiç kimsenin, hiçbir vatandaşın, etnik veya dini grubun özgürlük alanı daralmamış ve hayatına müdahale edilmemiştir" diyebildi. Yahu 'el insaf' da diyebiliriz ama bu, bir ülke için utanç vesikasından başkası değildir.

Derdimiz, karakteri ve özü gereği baskıcı olan bir devlet sisteminden 'başarı' beklemek değil, başarısızlıklarını bildiğimizi ve tüm yönelimlerine rağmen kaçmayacağımızı, halklara özgürlüğü getirmek için de her bedeli göze aldığımızı bilmeleridir. Türkiye'nin yüzüncü yılına giderken eldeki tek başarı acı, kan ve anaların dinmeyen gözyaşlarından başkası olmadı. Türk devlet erkanı geçmiş yüzyılına bir de bu pencereden bakmalı: Kendi kendilerine birde, "ezemedik, başarısızız; yenemedik, başarısızız; bu utanç bize yeter de, sahi, bizi kim yönetiyor" diye sormalılar.

18.11.2018
Mehmet Serhat Polatsoy

9 Ekim 2018 Salı

AKP iktidarı asla çiçek açamayacak!



                                                                                                              Yeni Özgür Politika 09/10/2018

AKP iktidarı asla çiçek açamayacak!

2002 yılından bu yana iktidarda olan AKP hükümetinin, -deyim yerindeyse- yakıtını tükettiği herkesin malumudur. 2007 yılından bu yana dıştan beslenen hükümet, geldiği günden bu güne topluma sadece, 2013-2015 yılları arasında kısmi huzur verdi. Sonradan da bu iki yılın yakıt ihtiyacını karşılamak için olduğu netleşti. 

Yaklaşık 3 yıldır Türkiye toplumunun tüm kesimleri büyük bir baskı altında ve onursuzlaştırılmaya çalışılıyor. Neredeyse, toplum-kırım uygulanıyor. Adalet, eşitlik, özgürlük ölçüleri bir yana, ahlak, bütünüyle ayaklar altına alınıyor. Hasta, yaşlı, genç, kadın, Türk, Kürt, Liberal, Radikal, Müslüman, Alevi, STK, Sendikacı, işçi, emekçi, köylü demeden tüm herkes kırıma tabi tutuluyor. Tüm bu uygulamaları kabul ettirmek için ise kendine ait TV ve Basın ağı üzerinden ülke toplumuna polyanacılık oynatılıyor. Yine iktidarına ait, sinemacı, şarkıcı, oyuncu, -en sonra İlber Oltaylı ile birlikte- tarihçi, Akademisyen, Yazar, Gazeteci, sözde Aydın ve MHP gibi partiler eliyle taban, başka düşüncelere kapılmasın diye mengeneye alınıyor.

2013 ile 2015 yılları arasında geliştirilen çözüm süreci içerisinde tek bir mermi patlamazken son üç yıldır hem PKK hem de TSK cephesinden ciddi ölümler yaşanıyor. Kürtler, tek taraflı olarak toplumdan saklanan çatışmaları bildiğinden her an, savaş psikolojisinde yaşam sürüyor. Bu çatışma halinin de son aylarda giderek, dozajını arttırdığı görülüyor.

Özgür basına yaşam hakkı tanınmadığı, gazetecilerin ve muhabirlerin çatışma alanlarına alınmadığı bir ortamda biz yaşanan çatışmaları, sosyal medya gibi sayfalardan ve yerel kaynaklardan elde etmeye çalışıyoruz. Mesela iki gün önce 8 askerin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan Batman'da yaşanan patlama gibi bir çok patlama ve çatışma daha öncesinden de çok kereler olmasına rağmen belli bir odaktan düğmeye basılıyor ve bu haber tüm havuz basın ve medya da olduğu gibi yer buluyor. Bir gün sonra neden bu haberin de diğerleri gibi saklanmadığı netleşiyor: Türkiye genelinde tekrar siyasi-soykırım operasyonları gerçekleşiyor. Basına, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca 15 milletvekilinin dokunulmazlıklarının düşürülmesi için fezleke hazırlandığı haberleri düşüyor.

Son üç yıldır dışarıda olduğu gibi, zindanlara hapsedilen siyasi tutsaklara da ciddi baskılar uygulanıyor. Bırakın cezaevlerinde ölüm sınırında olan hasta tutsakların tahliye edilmelerini, mesela tedavisi yapılmadığı için açlık grevinin 95. gününde olan Vefa Kartal'ın kötüleşen sağlık sorunları var ve iktidar hastalara bile düşmanca yaklaşıp oralı bile olmuyor. Annesi ile birlikte Urfa T 2 tipi cezaevinde astımlı Arin bebeğin durumu ve hastalığı görülmüyor. Cezaevlerinde tutsaklara dönük gardiyanların, "sizleri idam edeceğiz" gibi tehditleri, darpları ve hak engellemeleri işitilmiyor. Yine dışarıda, bayramlık ağzını dahi açmamış, ABC'den QWX'ye kadar olan her kesime ve şeye karşı aşırı operasyonlarla sindirme politikaları gerçekleştiriliyor.

Cumartesi Annelerine dönük yapılanlar, halkın vekillerine dönük hakaretler ve darplar gerçekleştiriliyor. İktidar tüm bu baskı politikalarını tek bir şey için yapıyor: Ömrünü uzatmak. İktidarın tek amacının ömrünü uzatmak olduğu anlaşılabiliyor. İktidar'ın bu baskılarla amaçladığı elbette kendi sistemini yaratma, toplumun tüm katmanlarını ve kesimlerini biat ettirme amacı taşıyor. Ancak bu durumun bir savrulma olduğunu görmekten de uzak bir profil çiziyor ki pratikleriyle çelişiyor çünkü; attığı adımların tamamı aynı zamanda ömrünü uzatma amacı taşıyor.

İktidar, hasta olduğunu,  yaşlandığını baş aşağı gidişi bir türlü kabul etmiyor. Her şeye gözünü ve kulağını kapatmış bir iktidar sadece konuşarak ve baskı kurarak ekonomiyi düzelteceğini zannediyor ama yanılıyor. İnsan ve toplum gibi iktidarın da canlı bir organizma olduğunu unutuyor, ya da bilmiyor. İnsanın doğup büyüdüğünü ve sonra da öldüğünü... Toplumun, bireylerin kanalize olmasıyla var olup doğduğunu, büyüdükten sonra ise ahlakını yitirdiği anda yozlaşarak çürüdüğünü bilmiyor. İktidarın, 'toplumun' bir kesiminin oyu ile doğup büyüdüğünü ve ahlakını yitirdiği anda da (karşısında etkin bir muhalefet varsa) öleceğini bilmiyor.

İktidar, çoktan bitmiş tükenmiş bir halde ama ekonomik çöküşten kurtulmak için, üretim araçlarını, kamu mallarını, yakarak ormanları, satarak toprakları vb. gibi, sömürerek de toplumu her yere peşkeş çekmekten çekinmiyor. Evet, bununla iktidarını sürdürmeye çalışıyor. İktidar toplumun heterojen yapısını görmezden gelerek herkesi tek-tipleştirmeye, kendi erkân ve inancının dışında, herhangi bir kesimin yaşamasına dahi fırsat sunmuyor. İki kişi yan yana gelse, biri ağzını açsa, mesela en son enflasyon rakamlarını açıklayan TÜİK yöneticisi gibi herkesi görevden alıp 'terör' yaftasıyla ya susturuyor ya da zindana atıyor.

İktidar, asalak bitkilerin dışında kalan bitkilerin çiçek açtıktan sonra öldüğünü bilmiyor. Bitkinin çiçek açması o bitkinin ölümü oluyor. Güzel bir ölümdür çünkü kendi kökleri üzerinden yeniden filizlenip çiçek açıyor. İktidar kendi kökleri üzerinden kayıp gideli çok oldu. Gömleği çıkardıktan sonra her kesime gömlek dikme arayışları iktidarı savurdu. Toplumun tüm katmanlarını baskı altına alması ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel anlamda toplum-kırıma neden olması, zarif bir bitki gibi çiçek açması şansını da kaçırdığını gösteriyor.

İktidar bir yıldız değil ama tıpkı enerjisini tüketen yıldızın kendi içine çökmesi gibi süreçlerden geçiyor. İktidar şimdi, ülkenin tüm kaynaklarını satarak aç kalmış ve kendine yönelmiş durumda. İçten içe kendini yiyor, eritiyor. Vücudunun her yanı kurtlanmış ve dıştan gelen yapay destekler de sadece kendilerini kullanmaya dönük oluyor. Artık hiç bir şey işe yaramıyor. Baskıyı arttırdıkça çöküşü hızlanıyor.

İktidar, ülke genelini gaz odalarına kapatamayacağına göre, düşünmeli!

İktidar, vücudunu ne kadar geliştirirse geliştirsin, engellenmesi mümkün görünmeyen bir çıkmazın varlığını da unutmaması gerekiyor. Zira iktidar ölmek üzere; ama bu haliyle de, asla çiçek açamayacak.

09.10.2018
Mehmet Serhat Polatsoy

9 Eylül 2018 Pazar

Kürde her yıl 1915, her yıl 6-7 Eylül / Yeni Özgür Politika gazetesi



Hem yaşayanların dilinden, hem anlatılanların ve hem de kaynaklarda yer bulan şekliyle 24 Nisan 1915-17 arası tarihlerde Ermenilere karşı bir katliam gerçekleştirildi. Ermeniler kimilerinin katliam, kırım ya da soykırım dediğine, "büyük felaket" diyor. Öyle ki "soykırım" kelimesi 1943'te kabul edilen bir kavram oluyor. Milyonlarca Ermeni'nin etkilendiği bu 'büyük felaket'te tehcir, katliam ve ileri açlık yaşatıldı. Faşistler ve yobazların Ermenilere yaşattıkları hala hafızalardadır.

Yine 6-7 Eylül 1955'te İstanbul ve İzmir'de Rum, Ermeni ve Yahudilere karşı gerçekleştirilen bir pogrom (ev, iş ve ibadet yerlerini tahrip, insanları dövmek, yaralamak, tecavüz etmek veya öldürmek anlamına gelen) yaşatıldı. Hafızalarda derin yaralar açan bu olaylar elbette bir siyasal sürecin içerisinde gerçekleştirildi: "Dönemin iktidarı Demokrat Parti, zorlaşan ekonomik durum ve yüksek enflasyonla hayat standardı düşen kesimin güvenini kaybetmişti. Tarihe, "Gladio'nun Türk kolu olan Seferberlik Tatkik Kurulu'nun yanı sıra Kontrgerilla ve MİT'in selefi olan Milli Emniyet Hizmeti tarafından planlanarak destek sunulduğu" kaydı düşürülmüştü. 

Yine bizzat dönemin Özel Harp Daire Başkanı ve aynı zamanda emekli Orgeneral olan Sabri Yirmibeşoğlu tarafından: 6-7 Eylül "başarılı bir özel harp işidir" denilerek olayları çıkaranlar olarak, sahiplenilmişti. Tanık anlatımlarına göre olayların ertesi gelen Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan olan Adnan Menderes'e dönerek, "Adnan, bu muydu yapacağın" diyerek azarlamıştı. Adnan Menderes'in bu olaylardan bir kaç yıl sonra bir darbe sonrası idam edilmesi ise dikkat çekiciydi.
6-7 Eylül olayları için paragrafın uzun tutulmasının nedeni, bir yönüyle, 1915 olaylarını tertipleyenlerin zihniyetini ele vermek açısından önemlidir.

Türkiye tarihinde sadece 1915-17 ve 6-7 Eylül 1955'ler yaşanmamıştır. Ülke tarihi neredeyse katliamlar tarihidir. Alevi , Êzîdî ya da Müslüman Kürtler Türkiye'de her daim katliama uğratılanların adresi konumundadır. Sistematik kırımlarla bir halk ve sahip olduğu inançlar yok edilmek istenmektedir. Kürtlerin, Alevi ve Êzîdî Kürtlerin kırımdan geçirilmelerinin nedeni sadece ne bir devlet ne de yalnız başına (Müslüman, Musevi ve Hıristiyan gibi) bir Din değildir. Neticede hem Alevilik hem de Êzîdîlik, diğer dinlerin öncesinden günümüze gelen iki kadim inançtır; bu yönüyle de direkt hedeftirler.

Zilan katliamı! 1930 yılında gerçekleştirilen katliamda on binlerce insanın Zilan deresine atıldığı tarihi kayıtlarda mevcuttur. Şark Islahat planı kararnamesi ile Şeyh Sait 'isyanı' ile başlayan katliam Kürt aristokratlar ve din adamlarını hedef almış Zilan'a kadar katliamlar devam etmişti. Zilan katliamını o dönem manşetine alan 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle yazıyordu: "Ağrı Dağı tepelerinde tayyarelerimiz şakiler üzerinde çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk'ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur."

1937-38 Dersim katliamı! Dersim her dönem örgütlü bir yapıya sahipti. Osmanlı döneminden Cumhuriyete ve hatta "38 kırımına" kadar da bu örgütlü yapı çeşitli zamanlarda kırılmaya, birlik dağıtılmaya, inanç ve dil asimilasyona uğratılmaya çalışılmış ancak başarılı olunamamıştı. 1876 ile başlayan irade kırma çabaları 1935'te Tunceli kanunu ile isme yönelmiş ve hazırlıklar üst aşamaya çıkarılmıştı. 1937-38 yılları arası gerçekleştirilen katliamların bir nedeni de 1915 Ermeni soy-kırımında Dersimlilerin Osmanlı'ya karşı kısmen Ermenileri koruma ve yanlarında olmalarıydı. Diikat edilecek olursa; Dersim'de gerçekleştirilen büyük kırım yetmemiş olacak ki Türkiye günümüzde de Dersim'in doğası, dağları, vadileri ve canlıları ile bitmek tükenmek bilmeyen bir savaş halindedir. Bu doğa, inanç ve bir halka karşı sistematik olarak işletilen bir soy tüketme ve bir inancın yozlaştırılma çabasından başka bir şey değildir.

İnsanlığın utanç tarihi olarak kayıtlara geçen Enfal ve Halepçe katliamları! Yine Maraş, Çorum, Sivas ve Roboski, katliamlar silsilesinin sadece bir kaçıdır.

73. Ferman! Tarihin kadim halkının sahip olduğu yine kadim bir inancın temsilcileri olan Êzîdîler neredeyse tüm hegemonik güçlerin laboratuar ürünü olan DAİŞ tarafından büyük kırıma uğratıldılar. DAİŞ yine aynı 1915 olaylarındaki faşist ve yobaz kesim gibi pratikler sergileyerek tarifi imkansız trajedilere sahip bellekler oluşturmuşlardır.

Kobanê katliamı! DAİŞ eliyle sergilenmiş bu katliam ve vahşetin boyutları anlatılamayacak düzeylere varmıştır. Kobanê, sadece sünni Kürtlerin değil, kısmen Türkmen, Ermeni, Arap, Süryani ve aynı zamanda inanç olarak Êzîdî, Alevi ve Hıristiyanların da yaşadığı kozmopolit yapıya sahip bir şehirdi. DAİŞ başta Kürtler olmak üzere tüm bu kesimlere karşı vahşet sergilemiş ve deyim yerindeyse tüm bu alanları yakıp yıkmıştı.

Daha öncesinden Rum, Ermeni ve Yahudi katliamlarına imza atanlar yüzyıldır Kürtlerin yakalarından düşmemişlerdir. Özellikle Kürtlere karşı da özel bir yönelimin olduğu nettir. Dikkat edilirse katledilen Kürt'tür. Katliamlara uğrayan inançların mensubu olduğu ırk Kürt ırkıdır. İnancı Alevi, Êzîdî ve Müslüman da olsa katledilen Kürt'tür. Hedef alınan hem bir ırk ve hem de inançları ile coğrafyasıdır. Seçim süreçlerinde batı illerindeki parti binalarının yakılıp yıkılması bir yerde de pogrom ve Kürdün katliamlar tarihine bir göndermedir. Sokakta, okulda ve inşaatlarda Kürtlerin linç edilmeleri katliamlar tarihine bir göndermedir. Diyarbakır mitingindeki, Suruç'taki, Ankara Gar'daki patlama ve katliamlar Kürdün belleğine göndermedir. Cizre, Sur ve yakılıp yıkılan diğer şehirler ile verilmek istenen mesaj nettir. Tüm bunlar katliamlar tarihine bir gönderme, bir uyarı ve bir hatırlatmadır.

Maalesef hem Türkiye tarihi hem de hegemonların tarihi katliamlar tarihidir. Doğa ve canlılar mı? O'nlar için önemli değildir.

Yeni Özgür Politika Gazetesi
08.09.2018
Mehmet Serhat Polatsoy

6 Eylül 2018 Perşembe

Ezidiler neden ve kimlerin hedefindeler / Yeni Özgür Politika gazetesi



Ezidiler ile ilgili bir çok yazar ve araştırmacının ırksal, kültürel, siyasal, ekonomik ve inanç temelli olmak üzere sosyal yaşamlarına ilişkin ulaştığı bilgiler var. Burada Ezidilerin inançlarına değinmenin dışında, neden ve kimlerin hedeflerinde olduklarını irdelemeye çalışacağız.

Kimi kaynaklarda yüzlerin üzerine çıkan fermanlar silsilesi neden Ezidiler'e reva görülüyor? Bu acaba kadim inanç ve kadim bir ırkın mensupları olmaları nedeniyle mi? Yine, farklı bir yazı konusu olsa da sormak gerek: Mesela son ferman olarak kayıtlara geçen 73. fermanda Barzani ve Zebari ailesinin rolü nedir? Barzani ve Zebari ailelerinin İsrail veya Siyonistlerle bir ilişkisi var mı? 73. fermanda İsrail ya da Siyonistlerin bir rolü var mı? Museviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar Ezidi katliamlarının neresindeler?

Ezidiler uğradıkları katliamlar nedeniyle sürekli sürgün hayatı yaşayan bir inanç ve halk olma özelliğini taşıyorlar. Hedef alınmaları hem inanç hem de mensubu olduğu Kürtlüklerinden ileri geliyor. Yaşadıkları coğrafya itibariyle Ezidiler, verimli hilalin merkezinde bulunuyorlar. Burası aynı zamanda tüm devletler ve dinlerin iştahını kabartan bir coğrafya oluyor. Mesela vaad edilen toprakların sınırları üzerinde olduklarından perdeleme ile İsrail'in açık hedefi konumundalar. Her ne kadar Şêx Adi ile bilinse de tarihi Zerdüştlüğe kadar, yani ilk tek tanrılı dine kadar gidiyor. Bu karakteri nedeniyle de Ezidilik tüm dinlerin hem esin kaynağı hem de hedefinde oluyor. Tıpkı Alevilik gibi!

Yaşadıkları onlarca katliama rağmen Ezidiler bütünüyle (DAİŞ saldırısına kadar) topraklarını terk etmediler. Daha doğrusu son ferdine kadar terk etmediler. Görünürde Müslümanların baskıları ile karşılaşan Ezidiler aslında neredeyse tüm dinlerin ortak hedefi konumundaydılar. Ezidilerin çevresinin farklı halklar ve inançlarla çevrelenmesinin nedeni de buydu. Bunun anlamı bir baskı oluşturma olmakla birlikte aynı zamanda kültürlerini yaşatmama, dil ve inançlarını da asimilasyona uğratma amacı taşıyordu.

DAİŞ öncesine kadar parça parça koparılan Ezidiler dünyanın her yanına dağılmış ve inançlarını yaşayamaz hale gelmişlerdi. Bu, bir politikaydı! İnançlarını yaşayamasınlar ve farklı inançlar ve halklarla iç-içe geçsinler ki inançlarına dair bir iddiaları olmasın: Farklı halklar ve inançlarla olan evlilikler farklı karakter ve genetiğe sahip bireyler oluşturur ve bu da uzun sürede bir inancı yok ederdi!

DAİŞ ile birlikte Ezidiler, zorla "ıslah" edilmek istendi. Ya olduğun yerde kalıp öleceksin ya da kaçacaksın. Ezidiler için kaçmak ve kalmak da aynı anlama geliyordu ki ölüm, topraktan ayrılma ve inancı yaşayamamaktı. Mesela neden şuana kadar uluslararası kuruluşlar hala DAİŞ'in kaçırdığı binlerce kadın ve çocuğun akıbetini sormuyor veya kurtarmak için girişimde bulunmuyor? Bu bir politikadır. Politikanın adı da ıslahtır.

Peki ıslah terimi nerelerde kullanılıyor? Islah: (1) Daha iyi duruma getirme, iyileştirme, düzeltme. (2) Bir hayvan ya da bitki türünden daha iyi verim alabilmek için yapılan işlem. Bu kavram çoğunlukla hayvan ve bitkiler üzerinde yapılan deneyler söz konusu olduğunda kullanılıyor. Ama bir de bir halk, yani Kürt halkı için kullanılıyor. Kısa bir tarih araştırması yapanlar bilirler ki Abdulhamit döneminde, Dersim ıslah raporu düzenlenmiş ve Cumhuriyete kadar Dersim'e bu politika ile katliamlara girişmişlerdi. Yine aynı kavram "Şark ıslahat kanunu" ile teminat altına alınarak Dersim'e "tedip ve tenkil" harekatı düzenlenmiş, Dersim kırımdan geçirilmişti.

Dikkat edin! Dersim ile Şengal-Sincar'ın, Aleviler ile de Ezidiler'in uğradığı katliamlar ve yöntemleri birbirine çok benziyor.

Tam da burada Kapitalist Modernitenin ruhunu yansıtan Pozitivizmi ve bağrından doğan Bilimciliğin toplumlar için uyguladığı yöntemin geldiği zihniyete bakalım.
Pozitivist yaklaşım sosyal bilimlerde, doğa bilimlerindeki gibi deney, gözlem ve tekniklerin kullanılmasının gerekliliğini savunarak: yeni bireyler yaratma ve var olan bireylerin karakter yapılarını çözümlemeyi esas alır. Pozitivizm için doğanın tamamındaki her canlının yapısıyla oynamak, aynı zamanda sosyal-darwinist ilkenin de gereğidir.

Yine tam da burada, "ıslahta melezlemenin önemi" karşımıza çıkıyor. Şimdi bu kavram ve yöntemin Ezidiler ile ne ilgisi var diyebilirsiniz ancak pozitivist felsefe ve aynı zamanda kendi içinden doğan Bilimcilik ile yönetilen bir dünyada yaşıyorsanız, çok ilgisi vardır.
Konumuz Ezidilik ve Kürtlük gibi dursa da içerik olarak azınlık haline getirilen, sömürülen -başta Alevilik- olmak üzere tüm kırımdan geçirilen halklar ve inançları kapsıyor.

Ezidiler, inançlarını kaybetme gibi büyük bir tehlike altındalar. Burada sadece Ezidi Kürtler'e değil, Müslüman Kürtlere de büyük rol düşüyor ki tehlike hem inanç hem de Kürtlüğü, kök hücreyi hedef alıyor. Kök hücre melezlenirse, yeni kodlara sahip bireylerin oluşturacağı yeni ama başkalaşıma uğramış bir halk oluşacak. Kürt güçleri omuzlarında, tüm dünyadaki Ezidileri tekrar topraklarına getirme gibi bir sorumluluk ve yükün olduğunu unutmamalılar. Bilinmeli ki bunun için sergilenen her pratik sömürülen, kırımdan geçirilen halklar ve inançların bundan sonraki gelecekleri için de belirleyici olacaktır.

01.09.2018
Mehmet Serhat Polatsoy

Suruç'un jeostratejik ve jeopolitik önemi / Yeni Özgür Politika Gazetesi



Tarihinde değişik isimlerle anılan Suruç, Ön-Asya ve Avrupa'ya açılan bir kapı olarak jeo-stratejik, merkez siyasi-politik ve çevresel faktörler nedeniyle de demografik açıdan oldukça önemli merkezlerden biridir. İpek Şehri olarak da bilenen Suruç, bakîr bir toprağa sahip, alüvyonlarca kaplı zengin bir ovadır. Bu anlamda tarıma oldukça elverişlidir. Suruç, tarımın dışında üç cephesinde yer alan kıraç bölgeler nedeniyle de hayvancılığın oldukça geliştiği bir bölgedir. Ayrıca At binicilik ve yetiştiriciliğinin tarihi de milattan öncesine kadar dayanmaktadır. Suruç'un İpek şehri olarak bilinmesi sadece İpek yolu üzerinde olması ve jeo-stratejik konumu nedeniyle değil, ipek yetiştiriciliğinin ana-vatanı olarak da kaynaklarda yer alması nedeniyledir.

Tarihi kaynaklarda Serug olarak da bilinen Suruç'un Hz.İbrahim ile de ilişkisi vardır. Hz. İbrahim'in Kenan Eli'ne Suruç üzerinden geçtiği yine kaynaklarca desteklenen bir gerçektir. Osmanlı arşiv kayıtlarına göre 1500'lü yıllarda Suruç'ta Ermeni, Kürt nüfusu dışında (her ne kadar tarih çelişkili olsa da) bir Yakubi nüfusundan da söz edilmektedir. Suruç, ipek yolu üzerinde olması nedeniyle, merkez olarak kadim bir coğrafyadır ve yazılı tarihi en erken M.Ö. 2000'lere dayanmaktadır. Hz.İbrahim'in şehri olarak da anılan şehir esasında homojen bir yapıya sahip değildi.

Hurri-Mitanni topraklarına dahil olan Suruç, önce Aramilerin Bit-Ad ini Devletinin, daha sonra da Asurluların egemenliği altına girmişti. Suruç'un jeo-stratejik konumu bitmek tükenmek bilmeyen işgalleri beraberinde getirmişti. Suruç'un Ortadoğu'ya açılan önemli merkezlerden biri olması işgallerin nedenini de kısmen açıklamaktaydı.

Suruç, İslam dönemine kadar sırasıyla; Persler, Selevkoslar, Orshone krallığı ve Roma imparatorluğunun egemenliği altına alınmıştı. Bu işgaller beraberinde talan ve katliamları getirmekle birlikte ilk defa demografik yapı ile de İslam döneminde oynanmıştı.

Halife Ömer'in döneminde Bizanslılardan alınan Suruç'un demografik yapısının değişmesi için 'Suruç çevresine' Araplar ve kısmen 'içlerine' de Türkmenler getirilerek yerleştirilmişti. Bu politikaya, Suruç tarihinin ilk ırksal temelli kuşatması da diyebiliriz. Suruç'un çevresinde işgal orduları değil artık, sonradan bölgeye yerleştirilen yabancı halklar da vardı. Evliya Çelebi bu konuya seyahatnamesinde de değinmekteydi.

Suruç aynı zamanda İran'ı Akdeniz'e bağlayan Tebriz-Halep kervan yolunun menzili konumundaydı ki Suruç, sadece işgal edenin değil, denize kavuşmak isteyen diğer devletlerin de iştahını kabartmaktaydı! Döneminde denize bir yol, Suruç üzerinden geçmekteydi.

Emeviler ve Abbasiler döneminde Bizanslılara karşı üs olarak kullanılan Suruç, Selçukluların eline geçmeden önce tekrar Bizanslıların eline geçmişti. Selçuklu akınları diye tarihe geçen işgaller uzun yıllar sürdü. Suruç'un çevresi Alpaslan ile Selçuklulardan Kutalmış'ın saltanat savaşlarına da ev sahipliği yaptı. Savaş Suruç'ta değildi ama bu savaşta ölen Kutalmış'ın tüm akrabaları Urfa İle Birecik arasına yerleştirilerek Suruç çevresi yine bir başka halk tarafından da kuşatılmış oldu.

Suruç'un Urfa haçlı kontluğuna dahil olması, Alpaslan'ın Malazgirt savaşı öncesi Birecik üzerinden Fırat'ı geçerek işgal amacıyla Halep'e yürümesiyle başladı. Yine Birecik'i karargah haline getiren Süleyman Şah o dönemde Antakya'yı kuşatmış ve yüklü miktarda haraç almıştı. Suriye'nin Selçuklu Meliki olan Tutuş ile Süleyman şah arasında ölümle sonuçlanan savaş sonrası Melikşah gelmiş ve bölgenin tamamını kendisine bağlamıştı. Daha sonra Melikşah'ın Tutuş ile giriştiği savaş sonrası ölümü ile başlayan iç savaş, Musul Hakimi İmadeddin Zengi'nin denetimine geçene kadar Latin'lerin Suruç-Samsat dahil Urfa Haçlı Kontluğuna sahip olmasıyla sonuçlanmıştı. Zengi'nin denetiminde bulunan Suruç, Urfa ve çevresi daha sonra Selahaddin'i Eyyübi'nin hakimiyetine girecekti.

Yaklaşık yarım asır sonra Alaeddin Keykubad Suruç'u işgal etmiş ancak çok uzun sürmeden Suruç, Harezm'lilerden önce tekrar Emevi devletinin eline geçmişti. Harizmliler, -bugünkü Kuzey Suriye'de- Moğol istilasından kaçan Türkmen beyleriyle birlik olmuş ve çevre ülkelere yağmalamalara girişmişlerdi. Moğollara yenilen Selçuklulardan sonra Suruç, Urfa ve çevresi Hülagu'ya teslim edilmiş ve Moğol istilası karşısında direnen Suruç halkı katliamdan geçirilmişti.

Moğollarca harabe bir şehir haline getirilen Suruç daha sonra Dügeri Emirliğinin hakimiyeti altına girdi. Suruç Osmanlı hakimiyetine geçtikten sonra Halep'e bağlı Urfa sancağının bir kasabası olmuştu. Harabe olan Suruç'un akarsuları, bahçe ve bol meyveleri ile doğasının güzelliği yine, Çelebi tarafından kayıt altına alınmıştı.

17. asırda Suruç, içerisinde Süryani, Yakubi Hıristiyan, Türk, Kürt ve Arapların yaşadığı bir kasaba olarak artık kayıtlara geçirilmişti. Mondros mütarekesinden sonra Suruç önce İngilizler tarafından işgal edilmiş, daha sonra da Fransızlara bırakılmıştı. Cumhuriyetin ilanı ile Suruç Urfa'nın ilçesi olmuştu ve Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar da oldukça sönük bir ilçe görünümünde kalmıştı.

Suruç toprakları yaklaşık yüz yıldır Türk Devletinin hakimiyeti altındadır. Suruç nasıl 4000 bin yıl önce bir cazibe merkezi idiyse, şuan itibariyle de aynı cazibeliğini korumakta ve işgal yetmezmiş gibi işgal içinde işgal amaçlanmaktadır.

Suruç ve çevresinin demografik yapısı ilk olarak İslam döneminde değiştirilmeye çalışılmış ve sırasıyla Araplar, Türkmenler ve Türkler asimilasyon amacıyla buralara yerleştirilmişlerdir. Her ne kadar genetik olarak heterojen olmasına rağmen ilginçtir ki Suruç şuan ruhen, homojen bir yapıdadır. Suruç ilçe, köy ve çevresinde her ne kadar çok az sayıda kalsalar da yaşayan Türk ve Türkmenler Kürtlerle kaynaşmıştır. Şuanda Suruç ve çevresinde hiç bir Türkmen'e, "siz Türkmensiniz" diyemezsiniz; kabul etmez, büyük tepki gösterirler. (Anne tarafım Türkmendir)

Bu nedenle, yukarıdaki anlam itibariyle Suruç ilçesinin tamamı şuan Kürtlerden oluşmaktadır. (Baba tarafım şuan Müslüman ama 200 yıl öncesinde Êzidî inancına sahip bir Kürttü) Moğollarca harabe haline getirilen Suruç, var olan nüfusunun dışında, Şengal'den gelen Êzidî inancına sahip Kürtleri de ağırlamıştır. Ama ilginçtir ki Suruç'un büyük çoğunluğunun kültürel ritüelleri, oyunları, giyim-kuşam ve konuşulan Kurmanci lehçeleri, fizyolojik yapılar ile kimi duaları Êzidî inancına ait kültürün devamı gibidir.
Suruç, her ne kadar ova olsa da, esasında çoğunluğu dağ halkıdır. Suruç, jeo-stratejik, jeo-politik ve bundan doğru karakteristik özelliği gereği, iradeli bir halktır. Yukarıda da özetlendiği gibi sayısız işgal girişimine sahne olan Suruç'un daha önce toprakları, son yüzyıldır da halkı teslim alınmak, zihinler işgal edilmek istenmektedir. Üstelik tüm bunlar da, her seçim dönemi dağıtılan kömür-makarna ile yapılmak istenmektedir.
Cumhuriyet tarihi boyunca iki hükümetçe Suruç'un önemi dikkat çekicidir. Birincisi Çillerli DYP, ikincisi ise Erdoğanlı AKP hükümetleri!

Suruç'un kıtaları aşmış bir su sorunu vardı. Öyle ki artık Suruç halkı kendi aralarında, "Devlet bize ceza veriyor ama susuz kalırız da, asla onursuz kalmayız" diyordu. Bölgeye pamuk ekmeyi öğreten Suruç halkıydı. Suruç halkı, DYP'yi Suruç'tan kovmuştu.
GAP kapsamında Suruç-Baziki projesi ile Suruç suya kavuşacaktı fakat Çiller projeyi değiştirerek suyun yönünü Harran-Akçakale'ye verince Suruç nezdinde zaten bir itibarı olmayan Çiller ve DYP tarih olmuş ve bir sonraki seçimlerde de zaten Türkiye genelinde kaybetmişti. Suruç'u kaybeden ve kovulan sadece Çiller değildi. Mantar gibi türeyen faizciler de Suruç'u, -ilginçtir; ta ki AKP iktidara gelene kadar- terk ederek Suruç ve Urfa dışına yerleşmek zorunda kalmışlardı.

AKP ile birlikte Suruç tekrar teslim alınılmaya çalışılmış ve Çiller'in vermediği içme suyu ve sulama suyu AKP döneminde, -halkı teslim almaya dönük- bir proje ile hayata geçirilmişti. Seçim propagandalarının birinde şuan tekrar Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan: Siyasi hayatımda iki yerde taciz edildim; bunlardan biri Hopa, diğeri Suruç'tu, demişti. Hopa ve Suruç'ta halk Erdoğan'ı protesto etmiş ve Suruç'ta Erdoğan'ın aracına Suruçlular tarafından yumurta atılmıştı.

Suruç halkı suya rağmen teslim alınamadı. Diğer belediyeler gibi Suruç halkının da belediyesine kayyum atandı. Bu yetmeyince Suruç'ta seçim öncesi provokasyon geliştirilerek, bir vahşetin yaşanmasına sebep olundu. Teslim alınamayan Suruç'un yapısı, cenazelere farklı yaklaşımların olmasına neden oldu. Tüm baskı ve şiddete rağmen Suruç halkı seçimlerde %65'i aşan bir oy oranı ile tarafını HDP'den yana koyarak iktidara, "sizi hiç bir şartta istemiyoruz" diyerek 'büyük katliama' rağmen Moğollara karşı olan direnişini hatırlattı. Bu sonuç, Suruç'tan umudun kesildiğinin göstergesi değildi elbette. Suruç, en geç 2019'da yapılacak olan yerel seçimlerde de gündeme oturacak ve mutlak anlamda ruhun teslim alınabilmesi için AKP tarafından büyük oyunlara sahne olacak.

AKP mi?
AKP artık bir tabela partisidir; uygulanan ve daha ağırı uygulanacak olan baskı ve zor günleri bizi bekliyor olabilir ama bu şeklen ve kendi zihniyetlerini tatmin etmeden öteye varamayacak. CB Erdoğan'ın seçim galibiyeti Türkiye için, sadece Ortadoğu'yu yeniden dizaynda bir geçiş hükümeti olarak görülebilir. Zira seçim öncesindeki İngiltere ziyareti ve Musevi cemaatleri ile olan görüşmelerinde yeniden dizayn ile ilgili bu geçiş sürecinde iktidarda kalmaları, Devlet'in de istediği bir sonuçtu.

Aynı zamanda "vaad edilmiş toprakların menzili" olan Suruç, önemli bir merkez ve dikkatle incelenmeli, üzerinde durulmalıdır. Bizler her şeye rağmen bu topraklarda adalet, eşitlik ve özgürlüğün tesis edileceğini biliyor ve ona göre nefes alıyoruz.

29.06.2018
Mehmet Serhat Polatsoy

6 Mart 2018 Salı

Kürdün Gelini ve MESAM kayyumu Yavuz Bingöl'ün 'uyumlu' duruşu



Yavuz Bingöl, dönemin "sol" kimlikli sanatçısı iken, son yıllarda iktidara yakınlığı ile biliniyor. Umuda Ezgi adlı müzik grubunda Nihat Aydın ile birlikte bir çok ezgiye imza atan Bingöl, grup ile yollarını ayırdıktan sonra kendisini popüler müziğin susuz havuzunda buldu. Özel hayatıyla televole benzeri magazin programlarının vazgeçilmezleri arasında yer bulan Bingöl, artık 'sol gömleğini' çıkarmıştı. 

En son TSK'nın Efrîn saldırısı ile ilgili hükümete bağlılığını bildiren Bingöl, Sol ve Kürt tarafından gelen tepkiler üzerine dün verdiği bir röportajda da, "yandaş değil, uyumluyum" diye kendisini savunmuştu.

Bingöl için bir yazı yazmak oldukça zor oldu ancak sanırım bu yazıyı yazma nedenlerimden biri, Umuda Ezgi'de Nihat Aydın ile birlikte "Kürdün Gelini" parçasını söylemesi ve Bingöl'ün "uyum" tespitinin Sosyoloji'ye ters düşmesiydi.

Sosyolojide, "Baskı ve Uyum ile Uyarlama ve Benzeştirme" kavramları alt alta açıklanmakta ve hiç biri bir diğerinden kopuk olmamaktadır. Kısaca yazmak gerekirse, Uyum: Toplumun beklentilerini bilen bireyin gereğini yerine getirmesidir. 

Burada şu soru sorulabilir: Bingöl, Şahsenem bacının hitap ettiği ve doksanlarda kendisinin de ait olduğu toplumun mu yoksa Bingöl, baskı ile uyuma gelmiş, uyarlama ile de benzeşmiş bir toplumun bireyi mi? Şahsen ben, en azından 12 yaşımda dinlediğim "Kürdün Gelini" parçasını seslendirenlerden olan Bingöl'ün bugün, iradesini yitirerek karşıtına benzeştiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Evet, Bingöl şimdilerde bir sanatçı duyarlılığından çok "olduğu yerden olma" korkusuyla hareket ederek "sanat için sanat" yapan, herhangi biri oluyor. Kimse, "Kürdün Gelini" parçasında vokallik yapan birinin hangi toplumdan geldiğini unutarak, topluma acı çektiren iktidar ile de uyumlu olacak kadar, özüne yabancılaşmasını beklemezdi.

Kürtler, Bingöl'e öfkelenmektedir. Öfkelerinin haklı nedenleri arasında elbette sadece Kürdün Gelini parçasına vokallik yapması gelmiyor. Kürtler, sanatın ve sanatçının ne ve nasıl olması gerektiğini yüz yıllık baskı tarihinden bu yana çok iyi biliyor. Kürtler Bingöl'ü, toplumun gerçekliğini esas alarak sesi ile sanat icra eden bir müzisyen olarak bilirken şimdi, iktidarın gerçekliğine teslim olmuş sanal bir sanatçıya dönüşmüş durumda olduğunu görüyor.

Elbet sanat ve sanatçıya bir çok örnek verilebilir. Mesela Miriam Makeba! Makeba, Apartheid rejimine karşı duruş sergileyen ve rejim tarafından "devrimci ve tehlikeli" bulunan bir ses sanatçısıydı. Sanatını toplum için icra eden Makeba da elbette Bingöl gibi iktidara eklemlenebilirdi ama o hangi gelenekten geldiğini unutmadan korkusuzca rejime karşı durmasını bildi. Makeba bir kadındı. Kürdün Gelini parçası da "savaşçı Kürt kadınlarının" duruşunu anlatıyordu.

Yine mesela Bingöl'ün annesi Şahsenem! Bir halk ozanı olan Şahsenem, oğlunun bugünlerini görmüş olacak ki, kendisi ile Bingöl arasına uçurum denebilecek bir mesafe koymuş ve "Oğlum bir sanatçı ama ben bir halk ozanıyım. Halkımın dertlerini dile getirmekle zorunluyum. Mecburum" demişti.

Doksanlarda, " Gelini de gelini Kürdün gelini, işgalciye vermez elini, Dağlara çıkar mavzer atar, faşistlere vermez elini" diyerek türkü yakan Yavuz Bingöl bugün,Türkiye'nin Efrîn saldırısına destek sunarak bir taraftan annesini haklı çıkarmış ama diğer taraftan da türküsünü yaktığı Kürt kadınına da ihanet etmiştir.

İhanet'e giden birey ile katillerin psikolojisi benzerdir! "İlk cinayetini işleyen bir katil için ikinci cinayet, kendisine bir oyun gibi gelir" denilir.


Bitmedi! Bingöl sadece halka değil, aynı zamanda, kayyum ile el koyulan MESAM'a ve üye sanatçılarına da ihanet etmiştir. Bilinir; bir yeri işgal etmek için ya zorla el koyarsın ya da içten (ve türlü gerekçelerle karalayarak) fethetmeye çalışırsın.

Dün MESAM'a komplo ile kayyum atandı. Çok tepki olmasın diye elbet, kayyuma giden yolun mutlak nedenleri olmalıydı. Komplo, üye sanatçılar arasından olur muydu bilemiyoruz ama Orhan Gencebay başkan olarak kurumu, iktidarın açık hedefi haline getirici bir metin yayınlayarak ayrıldı. Gencebay, "yönetim denetlenmeli" dedi ve Kültür bakanlığı hemen denetmen göndererek MESAM'a kayyum atanmasına karar verdi.

Şimdi kimse bizden bu süreci olağan bir süreç olarak görmemizi bekleyemez ki MESAM resmen komploya uğratılmıştır. Komplo ile yönetime el konulmuştur. MESAM'ın yeni üyeleri Efrîn saldırısını destekleyerek sınıra giden 'sanatçılar'mı, yoksa Erdoğan'ın doğum günü kutlamasına katılan 'sanatçılar' arasından mı seçilecek bilemiyoruz ama şimdilik, başına 'uyumlu' duruşu ile bizim Yavuz getirilmiştir.

"Sanat sanat içindir" diyen Yavuz Bingöl, artık durdurulamaz bir nesneye dönüşmüş, hem geçmişi hem de geleceğine ihanet etmiştir. Bingöl artık, hem Kürtler hem de Sanat için yok hükmündedir.

06.03.2018
Mehmet Serhat Polatsoy

10 Şubat 2018 Cumartesi

AKP, Kürtlere Efrîn'i anlatamaz

Yeni Özgür Politika
10.02.2018

Biliniyor; yüz yıl önce çizilen sınırlar bugün güncellenmek isteniyor ve bu da BOP adıyla oluyor. BOP'un kavramsal çerçevesini de Arap Baharı çiziyor. Bir dönüşümün zorunlu olduğu hegemonik devletlerce de biliniyor ki Kapitalist Modernitenin sac ayaklarından olan Ulus-Devlet, büyük zorlanmayı yine Ortadoğu'da yaşıyor. Hegemonya bu anlamda kendi kıskacını aralamak için Ortadoğu'ya suni anlamda, 'nefes aldırmaya' çalışıyor.

Ortadoğu bir düğüm. Bu düğümün kavramsal karşılığı Arap Baharı olsa da esasta direnişiyle düğüm çözücü, Kürtler oluyor. Tam da bu noktada "neden AKP, Kürtlere Efrîn'i anlatamaz" belirlememizi Arap Baharı ile amaçlananın iki başlık ile karşımıza çıkmasını açıklamakla ortaya koyalım.

1) Arap Baharı ile İslam'da reform amaçlanıyor!

Dünya'yı yöneten Sistem, İslam'da reform istiyor. Bu anlamda reformun amacını, "uygulanmaya çalışılan/uygulanan ama zaman zaman güçlüklerle karşılaşıldığı için resmiyete oturtulmak istenen yasalar" gibi düşünün. İsteyen kim? İsteyen, Kapitalist Moderniteyi de bünyesinde barındıran "Dünya-Sistemi". Bu sistem, İslam reformunu Ortadoğu ya da Kuzey Afrika'daki toplumlara daha rahat bir yaşam tarzı sunsun diye değil; sistemi önündeki yapısal engeller kalksın diye istiyor.

Peki İslam'da reform, toplumlara nasıl kanıksatılarak kabul ettirilecek?

Normal şartlarda Dünya'yı yöneten bu sistem, her hangi bir bahane ile kendisini, her dilediğini yapmaya muktedir görür ve zor ile yapardı. Lakin bu müdahale, konumuz için pek mantıklı sayılmazdı. Zira böyle bir müdahale hem uzun ve meşakkatli bir yol olmak kadar, "Hıristiyanlar Müslümanları katlediyor" olarak da anlaşılıp Dinler arası savaşa kadar götürebilir. Bu nedenle başka ama akılcı bir yönteme ihtiyaç vardı.

Aranan kan, Radikal dinci örgütlerin üretilmesiyle bulundu. Artık toplumlara kolaylıkla anlatılabilecek ortak doğru, "vahşetin resmi" ile kararlaştırılmıştı. Radikal dinci örgütlerin laboratuar ortamında üretilmesi İslam'ın farklı yorumlarının olduğu, İslam'ın da vahşete imza atabileceği, bu örgütlerin pratikleriyle toplumlara kanıksatılmalıydı ki, El-Kaide, El- Nusra, DAİŞ ve ÖSO'nun pratikleri ile gösterildi.

Bu gösterimi yapan güç Dünya-Sistemi'dir; bu Sistem artık Ortadoğu toplumuna "İslam'da reformu kolaylıkla anlatabilir. Artık toplum, İslam ya da İslam adı altında vahşetlerin de olacağını gördü ki böyle bir toplum bu anlamdaki bir Reforma da, "yok" demeyecektir.

2) Ulus-Devletlerin yerine  geçecek olan alternatifler!

Kapitalist Modernite kendisine bir yol açmaya çalışıyor. Öyle ki Ulus-Devletlerle geçen son iki yüz yılın götürü-leri Kapitalizmi bunalıma sürükledi ve yeni yüzyılda harita sözleşmeleri ile birlikte de Ulus-Devlet dışında  alternatif sistemlerin imzalarının atılması gerekiyor. Radikal ve Ilımlı İslam derken denenmeyen tek sistemin, yani Demokratik İslam'ın (ama "kendilerine yontarak" ) denenmesi için hiç  bir engel kalmamıştır.

Seçilen başlık Arap Baharı! Başlık ile birlikte halklar ayaklandı. Diktatörler devrildi. Bu anlamda başlık bir sempati alarak zihinlere nakşedildi. Ulus-Devlet için "bayrak-vatan" güzellemesi nasıl bir uyuşukluk sağladıysa, BOP başlığı ve diğer taraftan toplumlara yedirilen "bayrak ve vatan" güzellemesi de bilinçaltında aynı kodlarla yer ediniyor. Dünya Sistemi artık İslam'da reformu Ortadoğu'ya anlatıp konuşturabilir.

Şimdi gelelim AKP'ye!
AKP, Kürtlere Efrîn'i nasıl anlatacak!
AKP hem iç savaş ihtimalini hem de seçimleri düşünüyor. OHAL'i kendine yontan AKP, iç siyaset ve dış siyasette nerede duracağını bilmiyor; İçte istediğini yapar ve bunu da baskı ile olağanlaştırmışken dışta, kendisini her zaman frenleyecek birileri çıkıyor. AKP, kaos halinin sürmesini istiyor ama seçimler yapılmadan da kesinlikle bir iç-savaş istemiyor.

AKP'nin cevabını merak ettiği şey, "Efrîn'i Kürtlere nasıl anlatacaz" sorusuna gelecek karşılıktır. Çünkü Kürtler belirleyicidir ve bu bilinmektedir. AKP'den Kürtleri, CHP'den de Alevileri çekerseniz her iki parti de marjinalleşecektir. AKP bunu bildiğinden, hem AKP'li belediyelerin hoparlörlerinden hem de Diyanet'in emirleri doğrultusunda camilerden Efrîn'e ilişkin topluma, şöyle-böyle haklıyız gibisinden hutbeler veriliyor. AKP bu anlamda propagandasını sadece OHAL'i değil, kendisince Din'i de arkasına alarak yapmaya çalışıyor.

AKP, Efrîn konusunda Kürtleri ikna edemez!
Kürtler ilk olarak AKP ile köprüyü, Erdoğan'ın: Kadın da olsa, çocuk da olsa güvenlik güçlerimiz, gerekeni gerektiği yerde yapacaktır, sözü sonrası onlarca yurttaşın yaşamını yitirdiği olaylardan sonra attı. Kürtler AKP ile köprüleri Roboski'de... Kürtler AKP ile köprüleri Erdoğan'ın: Kobani düştü düşecek, sözü sonrası 10 Ekim olaylarında... Kürtler AKP ile köprüleri Cizre ve Sur'larda attı.
Kürtler AKP'nin Kürt karşıtı şiddet politikalarını son 15 yıldır tüm hücrelerine kadar; Miraz bebekten Taybet anaya kadar hissetti.

AKP Kürtlerin desteğini kaybetti; AKP'ye eklemlenen MHP kaybetti. Ne olduğu/olacağı belli olmayan ve adeta Kurultay partisine dönüşen CHP kaybetti.
Kürtler kazandı; hem de bedel ödeyerek kazandı/kazanıyorlar. Zira Kürtler, zafere mahkum olan bir halk özelliği taşıyorlar.

Bilinir ve söylenir ki "Zafere mahkum olanlar, bedel ödemekten çekinmezler; ödedikleri bedelin ne anlama geldiklerini iyi bilirler". Dün de bu gün de başarıdan başarıya koşan ve zaferi elde eden hep işgal, talan ve sömürüye karşı direnen halkarın oldu.
Savaşların bir kazananı yok ama direnenlerin savaşların sonunda söyleyecek çok sözleri olur.

02.02.2018
Mehmet Serhat Polatsoy

6 Şubat 2018 Salı

Toplum ne zaman öfkelenir?

"Ülkede yaşanan bunca alt-üst oluşlara rağmen toplum, neden hareketlenmez" diye, hep sorulur. Tabi bu sorunun sahibi bireyler iken, ilginçtir ki muhatabı da bireyler oluyor. Burada birey, "toplum neden hareketlenmez" diye sorarken aslında soruyu kendi kendisine sorduğunun farkında değildir. Bunun nedenlerinden biri de sanırım bireyin, bu soruyu sorarken kendisini toplumdan farklı bir tekil toplum olarak görmesinden ileri geliyor.
  
Bilinç dünyasında ya kusursuzluk vardır ya da ona göre toplum, onu itmesi ve hareketlendirmesi gereken olmalıdır. Mesela bireyin kendisi çelişkidedir ama bu eksikliğini görmeden yansıtma yaparak toplumun çelişki ya da bazen daha da ileriye giderek, "silikliğinden" dem vurur. Birey kendi kendine, "asıl silik olan benim" diyebilecek bir düşün yapısına sahip olsaydı, zaten başlıktaki soruyu sormazdı.

Her birey çıkınında bir tanrı taşır! Birey, bilinç dünyasında; "Tanrı kusursuz bir insan, insan kusurlu bir tanrıdır" sözünün hep kendisi için geçerli olduğunu düşünür. Bu nedenle birey, tüm soruları ve sorgulamaları ait olduğu topluma yapmaktan çekinmiyor. Burada, birey özgür-iradeli değildir, demiyoruz; aksine bireyci olup burnundan kıl dahi aldırmamasını, kendisini toplumun üstünde görmesinden bahsediyoruz.

Çünkü sen, başlıktaki soruyu sorabilecek kadar bilinçli isen, sorunun cevabının senin çelişkilerinde ortaya çıktığını da bilirsin demektir. "Birey çıkınında bir tanrı taşıyor" derken kastedilenin, "Birey hakikati bilendir" olarak anlaşılması önemlidir.

Bilinir işte, "Birey parça iken toplum, parçaların bütünüdür". Toplumdan beklenen "öfke hareketlenmeleri" tek, tek bireylerin öfkelenmesiyle ortaya çıkar ki, toplum, bireyi yansıtan bir kurum oluyor. Bireyin toplumu dönüştürmesi ise sadece topluma öncülük edenlerin önderliğine hastır. Önderlik denilen kurum da elbet o toplumun içerisinden gelmekte ama yoğunlaşması bireyi değil toplumu esas almaktadır. Onun için, önderlik denmektedir. Tam da burada liberalizm ile komünalizmin ayrışması ortaya çıkıyor; biri "sanat için sanat derken, diğeri "halk için sanat" diyor.

Konumuza dönecek olursak eğer, ortada bir çelişki vardır; çelişki hem bireyin kendini abartması hem de çelişkiye düşerek her şeyi dıştan beklemesidir. Bu, kendi kendisinin toplum dışında ve hatta ayakları yerden kesilen ve sanki kanatlı bir canlı formu olduğunu düşünmesinden ileri gelmektedir. Birey kendi kendisi ile yüzleşmedikçe, toplumun neden öfkelenmediğini anlayamaz. Birey, kendi çelişkilerinin toplumun çelişkileri olduğunu anladığı ve aynı zamanda pratiğe kanalize olduğu an, toplumda hareketlenme başlamıştır demektir ki, tüm hareketlenmeler çelişkilerin aşılmasıyla olacaktır.

Yazının bundan sonraki kısmında başlığın cevabını, beyin ve bilincimize odaklanarak kendimiz bulalım: "Beyin söz konusu olduğunda bilinç, milyarlarca hücrenin kendilerini bir bütünün parçası olarak görmelerini, karmaşık bir sistemin kendi yüzüne ayna tutmasını sağlayan bir araçtır" denilir.

Bilinç, beynin önderidir ki Beyin, toplumun kendisi oluyor. Yani toplumun önderi öyle tek, tek her bir birey değildir. Tek, tek her bir birey milyarlarca hücredir. Milyarlarca hücreler motor nöronların hareketlenmelerini sağlarlar. Beyni olan her insanın bir bilinci vardır muhakkak ama insanlar, sömürgeciliğin yaratmış olduğu toplumsal gerçeklik nedeniyle "robotlaşmış nesneler" olmaktan kurtulamamışlardır. Bu durum, her bireyi, "kendine göre" yani örgütsüz olarak yaşam sürmeye itmiştir. Örgütsüzlük ise bireycileşmeyi doğurarak kendine sevdalı kişilikleri doğurmuştur.

Sömürge toplumlarda "kendine sevdalı" kişiliklerin olması 'normal'dir; çünkü "bilinç kaybolmuştur" ve artık o yürüyen bir ceset ya da başı kesilen tavuğun sağa-sola savrulması gibi bir kişiliğe sahiptir. Nitekim, toplumumuzda taciz-tecavüz olayları ile birlikte, entegre anlamda sadist ve mazoşist eğilimler de oldukça yaygınlaşmıştır.

İşte "bilinç kaybı" denilen süreç de burada ortaya çıkıyor. Bilinç kaybının nedeni, bilincin, sömürgeciliğin laboratuarlarında işlenerek yoğrulduğu sonucunu doğuruyor. Öz, yitiyor. Öz'ün yittiği yer yokluğa dönüşüyor. Yokluk ve hiçlik. Hiçlik duygusu oluştuğu anda saldırganlık başlıyor; çünkü tanrı kusursuz bir insandı!

Saldırgan olan bireyler "özgür-irade, yani özerkliği", "ben toplumun üstündeyim" olarak görürken diğer tarafta da, "Bunca savaşlar oluyor, kan dökülüyor, analar ağlıyor ama toplum neden öfkelenmiyor" diye sorarak da kendini, 'sahibini' aramakla yükümlü hisseden bir çaresize dönüştürüyor. 

Özcesi birey, içe döndüğünde çelişkilerini görür; çelişkilerini gördüğü anda da her soruyu önce kendine sorar; cevabını bulduğu her soru çelişkinin bütünüyle ortadan kalktığı anlamına da gelmez.  Sadece, bulunan çelişkinin getirisi, öfkeyi doğurur. Öfke ise hareketlenmeyi sağlayan bilincin ta kendisidir. İşte bu yüzden "toplum, sen öfkelendiğinde hareketlenir".

06.02.2018 
Mehmet Serhat Polatsoy