18 Nisan 2022 Pazartesi

Hakikatin tesisi için sürece, öz-eleştirel yaklaşmalıyız

Neredeyse bir kültür yılına yakın bir süre iktidarda kalan AKP'nin toplum üzerinde yarattığı tahribat oldukça büyük oldu. Tahribat sadece toplum, yani özelde Kürt halkı ve ezilen halklar ile İslam dışı inanç ve grupları değil, bir bütünen doğa ve canlılık üzerinde de yaşandı, yaşanıyor. Adına, tek adam rejimi denilen sistem, kendisi ve erkanı dışındakilere adeta kan kusturdu ve devam ediyor. Elbette bu sürecin tek mimarı AKP yada ortağı MHP değildi. Adına muhalefet denilen partiler şüphesiz AKP'nin toplum üzerinde baskı kurmasında büyük rol oynadı. Rol dememizin özel bir nedeni var çünkü CHP ve ondan doğan İP'in AKP'ye karşı muhalefeti bölgesel ve ekonomik temelde oldu. Dikkat edilirse bu partiler AKP'nin, özelde Kürtler üzerinde olan hiçbir yasak pratiğine muhalefet etmedi. Bunun nedeni bu pratiklerin Devlet'in Âli menfaatlerine hizmet etmesindendi. Bu anlamda da CHP ve İP'e, "CHP ve İP sadece, Devlet'e muhalif olanlara muhalefet eden partilerdir" diyebiliriz. 
Özellikle son yedi yıllık sürece bakacak olursak, AKP-MHP ve CHP-İP'in bir konsensüse vardıkları anlaşılabiliyor. Devlet, kendi içinde anlaşmış ve iktidar, kimi yasa açıkları üzerinden yönetmelik yayınlamış, iç işleri bakanlığına, belediyelere kayyum atama benzeri özel yetkiler verilmiş, Valilikler hemen hemen her ay anayasal bir hak olan "toplantı, gösteri yürüyüş, basın açıklaması ve protesto" haklarının kullanılması için yasaklar koymuş ve devreye alınan kaos planı için tüm devlet kurumları harekete geçirilmişti. Bilindiği üzere Kürtler, HDP ve Sol/Sosyalistler üzerinde bir çöktürme planı devreye alınmış, sömürülen ve ezilenler sert uygulamalar ile karşılaşmışlardı. Ancak büyük direnildi ve gördük ki direnen, özgürlük mücadelesi verenler çöktürme planını bir yönü ile boşa düşürdü. Bunu legal alanda TBMM'de üçüncü büyük parti olan HDP'nin günümüz anket araştırma oylarına bakarak anlayabiliyoruz.
Elbette her şey "oy" değil ki çöktürme planının, kaybettirdiklerinin olduğunu da görebiliyoruz. Kısaca bunlara bakacak olursak eğer: Toplum'da kimi parçalanmalar yaşandı: Başta korku ve ekonomik kaygılar, kendini örgütlü yaşamdan geri çekme ile sonuçlandı. İdeolojik tutarlılık yerini duygusal bağlılığa bıraktı. Özenti kültürü, tüketim kültüründe karşılık buldu. Anadile önem otoasimilasyon ile geriledi. Entellektüel okuma ve çalışmalar kadük kaldı. Katliamlar, infazlar, cezaevinde yaşanan şüpheli ölümler kanıksandı; gözaltı, işkence ve tutuklamalar normalleşti, olabilirleşti. Hak, adalet arayışları sanki tek bir kişinin, bir ailenin sorunuymuş gibi salt birey boyutuna indirgendi; herkes kendi adaletini arar oldu; toplumsal bir sahiplenme ile baskıcı sistem geriletilemedi. Sosyal medya alanları aktifleşti; sokakların yerini sosyal medyada açılan sohbet odaları aldı. Salonlarda yüzlerce, binlerce kişinin katılım gösterdiği paneller artık, bu sohbet odalarında gerçekleşir oldu. Haksızlığa uğrayanlar, kendi haberini yapar ve takip eder oldu. Alanlarda hak arama, sosyal medyada klavye devrimciliğine evirildi. Liberalizm hortladı ve kimi zaman birey, gemisini kurtaran kaptandır, derken, kimi zaman bacaktan asılan koyun olmaya razı geldi. Özelde Kürtlerde, direnişin olmama nedeni konusuna, günah keçileri arandı, bölgesel yaklaşılıp, pasifizm, kimi şehirlere mal edildi. Lokal milliyetçilik olabildiğince yaşatıldı. Toplumsallıktan kopan birey sosyal medya platformlarını bir rahatlama alanı olarak gördü; sisteme olan tüm öfkesini çoğu zaman 180 karaktere sığdırıp, bugün de rahatladım diyerek başını yastığa koyup uyudu. Zaten insan olarak görülmeyen kadının üzerinde işkenceler, katliamlar katmerleştirildi ve iktidarın aygıtları eli ile bu ve her türden taciz, tecavüzler meşrulaştırıldı. Hayatın her alanında liberalizm baskın geldi. Hipodermik şırınga yöntemi ile yıllarca toplum tencerede kaynayan kurbağa deneyinde olduğu gibi farkına varamadan ısıtıldı, yandı. Dayanışma, hoşgörü ve empati rafa kaldırıldı ve dahi atalet bir yaşam biçimi haline geldi. Gençler, örgütsel alandan uzak tutulsun diye madde ve yoz yaşamın teknik olarak önü açıldı ve gençlik, düşürülmenin eşiğine geldi. Televizyon programlarında kontra-gazetecilik faaliyetleri özel elemanlar eli ile yürütülerek topluma yeni, yoz yaşam, pek de akademik olmayan dil ile anlatılıp toplum ve bireylerin algıları manipülasyonlarla yönetildi.
Bu ve buna benzer bir çok olumsuzluk sıralanabilir ancak tam da bu noktada, kendi gerçekliğimizin farkına varmamız gerektiği hakikatini bilince çıkarmalı, kendi kendimize yönelmeliyiz. 

Bunun tek bir yolu var; o da, adını koymak! Dayatılan, sahte olan gerçekliğimizin farkına vararak bunun özeleştirisini vermek. Kararında bir özeleştiri vermekle birlikte, bununla aynı oranda pratik de geliştirmek; çünkü hakikat, bütünün kararıdır. Bu zorlu süreç ancak eleştiri ve özeleştiri ile yürütülerek anlamlandırılacak. Burada önemli olan şey dil, üslup, tarz ile birlikte, yol/yöntemin kararında olmasıdır. Unutulmamalı ki biri olmadan bırakın zaferi, başarı bile mümkün değildir. Zira hakikat başarı değil, zafer ister! 
Normal şartlarda yapıcı eleştiriler ile hakikate ulaşılabilecekken, kaos süreçlerinde, ilkeyi koruma adına eleştiriler, kaçırmadan ve orantılı bir şekilde sahteciliği yıkıcı, maximum yapıcı temelde de olması gerekeni tesis edici olmalıdır. Belirli bir olgunluk, anlama sonrası ise eleştirinin yapıcı yanı, yani özeleştirinin hakikat temelli ortaya çıkmasına imkan sağlayabilecek.

Sorunları, sorunlaştırılan her şeyi görmeliyiz: Biliyoruz ki canlılık başlı başına bir sorun topudur: Doğum bir sorun, yaşam bir sorun, ölüm bir sorun; toprağa basmak, toprağa gömülmek bir sorun; düşünmek, konuşmak, yazmak sorun; yağmurun yağması, yağmaması bir sorun; teknolojiyi kullanmak, kullanmamak bir sorun; adalet, eşitlik, özgürlük ve hatta renkler bile sorun haline getirildi.

Sorunları tespit etmek kadar bunu ele alış, tartışma, değerlendirme, tespit, reçete, onarım ve ilerleme için yöntemsel bakış da hayati önemdedir. Sahteliği yıkıp, hakikati yapmak tam, buradaki ince çizgi ile ilgilidir. Yaparken yıkmamak için de lazım olan şey, anlamak oluyor. Sorunu anlamak, çözümü anlam ile zafere taşımak..! Zafer de, birey-toplum ilişkisini yeniden tesis ederek hakikat rejimini inşa etmek ile geliyor.

Yaşam, bugün her yana yayılan kurumsallaşan faşizm eliyle tümden sorun haline getirilmişken birey-toplum, üzerine düşen ahlâkî görevi yerine getirmelidir. Peki, nedir bu görev? Öz-eleştiri! Yanılgılara düşmeden ilerleyebilmeliyiz!
Öz-eleştiriler, eleştirilenin yerine düştüğün anda ortaya çıkıyor. Peki neden eleştiren, özeleştiri vermek zorunda kalıyor! Çünkü eleştirisi temelsiz, yersiz, yöntemsiz, bütünsellikten yoksun, tıkayan, sekter, yüzeysel, sığ ve subjektivizme düşen değerlendirmeleri peşinden sürüklüyordur da ondan. Bunlara dikkat etmeliyiz. Bilinmelidir ki mekanik ve yüzeyselliğin olduğu alanlarda hep amorf kişilikler, girift hallerde nüksederler.
Sorun çözümü öncesi tespitte yanılgılı ve bile-isteye saptıran zihniyetler var. Bir konu, bir odak varken asıl olan geri alana itilir, teknik diye tabir edilebilecek dedikodular tartışmayı ilgisiz bir alana sevk eder. Her bir eleştiri yapıldığı zaman karşınızda, burnundan kıl aldırmayan, kendini haklı çıkarmaya çalışan bir tip görüyorsanız bu, müthiş savunma refleksi ile yaklaşan ve aynı zamanda narsist eğilimlere meyilli sorunlu bir tiptir. Bu tip her şeyi ama her şeyi kısır döngüler ile mantığa büründürmeye çalışır: En iyisini, ben bilirim, en güzelini, ben yaparım, en iyi şiiri, yazıyı ben yazmışımdır, en iyi sese, kulağa, göze, zihne sahibimdir; en iyi ben yürür, en amansız savaşı ben veririm vb. gibi egolarını tatmin ederler ki onlar şüphesiz, özgüven eksikliği ile donanımlıdırlar.
Oysa eleştiri, daha en başından bir öz-eleştiriyi beraberinde getiriyor. Eleştiri varsa mutlaka muhtevasında öz-eleştiri olmalı ve bundan kaçılmamalıdır.
Kürt halkı ve dostları açısından içerisinden geçtiğimiz süreç tıpkı Koçgiri, Dersim, Zilan ve Doksanlı yıllar gibi alabildiğine baskı, katliam ve sindirme politikalarının uygulandığı zorlu bir süreç. Sürecin bu zorluğu normal şartlarda bir direniş ve mücadeleyi doğurmalıyken biz kendi kendimize bile yaramayan bir birey oluverdik. Özgürlüğe yürüyüş adına yaptığımız hatalar, yol açtığımız sorunlar nedeniyle eleştiri konusu olduğumuzu bilince çıkarmalı pratikte öz-eleştirel olmalıyız. Aslında özeleştiri sırasında yapılan bir hata da, yanlışımızı gerekçelendirme! Neyi gerekçelendiriyoruz; aile, kaygı, ekonomi vb. gibi aslında zayıflığı perdelemek için sığınılan tipik kurnazlıklar, bizim gerekçelerimiz ve gerçekliğimiz oluyor.
Yetersizlik, eksiklik ve yetmezliklerimiz ile zaafiyetlerimizin sonucunda yapılan hataları, kendi dışımızda yapılan hatalara bağlıyor ve yaptıklarımıza bunlarla açıklık getirmeye çalışıyoruz. Psikolojide atıf kuramları hatalarına bakın lütfen. Özeleştiri, her şeyden önce, yetmezlikler ve zaafiyetin doğuşuna dönerek tanımlanmalı, bu temeller üzerine çözüme dönülmelidir. Bu anlamda Bilge insana kulak verilmeli ve  "hazineler kaybedildiği yerde aranır"ın derinliği kavranılmalıdır.
Kimi merkezler için öz-eleştiri ile ilgili önemli bir konu ise, kripto kişiliklere dikkat konusudur. Her bireyin, toplumun, halkın namusu var iken, özgürlük mücadelesi önünde duran ve adına Kürt milliyetçisi diyerek pazarda dolaşan kimi kişi, şahsiyet ve kurumların varlığı bilinmektedir. Kendilerine "namus rüzgarı bile değmemiş" olanların icraat ve rütbesine göre işgalci, sömürgeci devletler ile birlikte Amerika, Avrupa ve İsrail tarafından fonlandığı da bilinen bir gerçektir. Bunların toplum ile bağları yok ve mutlak anlamda uzak durulmak kadar, teşhir de edilmelidir. Tüm bu nedenlerden dolayı ilk iş olarak çevremizden başlamamız gerektiğini, bilince çıkarmalıyız; varsa çevremizde bu gibi fonlu ve kripto tipler ilk kopuşu onlarla yaşamalı, sonra yol/yönteme odaklanmalıyız.
Gerçekliğimiz ve hakikatin ne olduğu tüm olağanlığıyla ortaya serilerek görülmeli ki toplumsallığa kanalize olmuş her bireyin ilke, değer ve normları vardır; kişi bu toplumsal niteliklere zıt pratikler sergileyip, sonra da bunu atıf hatası ile dış etkenlere bağlayıp sıyrılmamalı. Bu hem bireyin kendisini, hem de ait olduğu halk, toplum, şehir ve ülkesini yenilgiye götürebilir; zira burada büyük yanılgılar vardır. Bir yanılgı da şudur ki; bir eleştiri geldiğinde anında, zayıf kişiliğimizden kaynaklı olan refleks ile karşı bir eleştiriye yönelmemizdir. Bilmemiz gerekiyor ki ne bugün, ne de yarınlar, subjektivizme düşme ile kazanılamaz. 
Özcesi; bile isteye bataklıkta yaşanılır mı? Cevabımız hayır ise o zaman, hatalarımızı görmeli ve kendimize büyük yönelmek kadar, yarını da kurma arayışı içerisinde olabilmeliyiz.
29.04.2022

Mehmet Serhat Polatsoy