23 Mayıs 2013 Perşembe

Cezaevlerindeki baskılardan TC değil, bizler sorumluyuz!


İHD’nin 2012 hak ihlalleri raporuna göre bu yılda Kürdistan cezaevlerinde;
Ölen ve yaralananların sayısı: 26 ölü – 65 yaralı… İşkence: 186… Sevk: 1303… Sağlık hakkı ihlali: 239… Aile görüşü engellenenler: 25… Tecrit ve izolasyon: 28… Haberleşme ve bunun gibi hakları engellenenler:319… Açlık grevleri sırasında yaşanan ihlaller: 15… Diğer ihlal ve başvurular: 32 olarak 2012 hak ihlalleri kayıtlara geçmiş ve bu ihlaller 2013 yılında da artarak devam etmiştir.

2013 yılının başından bugüne kadar ki hak ihlalleri de 2012 yılını aratmamaktadır. En son Tekirdağ zindanındaki açlık grevleriyle doruğa çıkan hak ihlallerinden de anlaşılıyor ki AKP hükümetinin veya Türk devletine ortak diğer güçlerin PKK’nin iyi niyetini istismar edip bu anlamda da “süreci umursamayarak” uyguladığı ve sistematik olarak da yürüttükleri bir baskı ve zulüm politikalarının olduğu anlaşılmaktadır.

Ancak 2012 yılını karakter olarak 2013 yılından ayıran bilindiği gibi, Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın başlatmış olduğu “çözüm süreci”dir. Böylesi bir süreçte zindanlardaki hak ihlalleri Türk devleti ve AKP hükümetinin niyetini soruşturmalık kıldığı kadar Kürt halkının da sürece “daha fazla temkinli” yaklaşmalarını mecbur kılmaktadır. Belki mevcut baskıcı sistemin istediği de Sayın Öcalan’ın başlatmış olduğu halkların eşitliği ve gönüllü birlikteliği sürecini provoke edip sürece yaymak ve mümkünse içini boşaltarak sabote etmektir. Özellikle Tekirdağ zindanındaki hak ihlallerinin akıl almaz boyutlara ulaşması bir yerde de bunun göstergesi gibiydi!

Yine basına çok fazla yansımayan Kürdistan ve Türkiye cezaevlerindeki hak ihlalleri Türkiye’de hala çok başlılığın olduğunu gösteriyor.

Dün ajanslara düşen Şakran cezaevindeki durum da biraz bu yönlüdür. Şakran zindanında “kimin denetiminde olduğu netleşmeyen” çeteci gardiyanlar grubu, kadın tutsakların olduğu koğuşlara girerek çıplak arama dayatmasında bulunup tutsaklara saldırmış. Bunun sonucunda bu onursuz uygulamayı kabul etmeyerek direnen 3 kadın tutsağın da yaşanan saldırıda, yaralandığı bildiriliyor. Yine Bolu zindanında da bu yönlü uygulamaların olduğu görüşlere giden arkadaşların anlatımlarında ortaya çıkıyor. Açlık grevi ardından Tekirdağ zindanındaki baskı ve zulmün ciddi boyutlara ulaştığı yine bugün ajanslara: “Tekirdağ F tipinde kitap ve yemek işkencesi sürüyor” olarak yansıdı.

Sayın Öcalan tarafından başlatılan çözüm süreci ekseninde tıpkı Gerillalar çekilirken, askeri faaliyet, keşif, pusu ve bombardımanlarına devam eden TSK’nin “kimin denetiminde olduğu” sorusu akıllara geldiği ve Polislerin Hizbikontralar eşliğinde yurtsever öğrencilere saldırmasıyla “Polisler kimin denetiminde” olduğu sorusu gibi yine zindanlarda da sergilenen böylesi çeteci gardiyan pratikleri de akıllara; “Cezaevleri hangi güçlerin denetiminde?” sorusunu getiriyor.

Başta Kürtler olmak üzere Barış ve Demokratik çözüm sürecinin olması gerektiği gibi sonuçlanmasını isteyen tüm çevrelerin, zindanlarda yaşanan bu baskı ve zulüm politikalarına karşı ses vermeleri ve demokratik tepkilerini yüksek sesle eylemselleştirmeleri gerekmektedir. Çok geç kalınmadan DTK, BDP ve HDP’nin Kürdistan ve Türkiye’de “demokratik meşru direnişi” örgütlemeleri ve zindanlarda bu uygulamaları yapan yönetimleri geri adım atmaya zorlamaları gerekmektedir.

Sayın Öcalan’ın başlattığı çözüm süreci de aslında baskıcı otoriteye karşı “demokratik meşru direnişin” örgütlendirilip hareketlendirilmesi ve sürece cevap olması temelindedir.

Bizler özgürlüğün diğer hak talepleriyle birlikte “bir yerde de”, ancak zindanlardaki tutsaklara sahip çıkmayla da geleceğinin bilincinde olmalı ve bu temelde Türk devletini çözüme zorlamalıyız. İHD’nin 2012 yılına ilişkin yayınladığı hak ihlallerinin 2013 yılında da yaşanmaması için görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmek durumundayız.

Eğer bugün zindanlarda bu kadar baskı ve zulüm varsa bu bir yerde sorumluluğunu yerine getir(e)meyen bizlerin eksiklik ve yetersizliği nedeniyledir.

Türk devletinin çok başlılığı ve cezaevlerinin Gülen örgütü mü yoksa danışıklı olarak AKP hükümetinin mi kontrolünde olduğuna bakmazsızın yeni sürecin direnişçi ruhuna cevap olmalıyız. Olacaksa da “Demokratik kurtuluşla özgür yaşamı inşa etme” sürecinin öyle 2012 yılında olduğu gibi yetersiz değil ancak baskı, zulüm, sömürü ve işgale karşı “demokratik meşru” tepkiler vererek sonuç alıcı olacağını da ciddi anlamda bilince çıkarmamız gerekmektedir.

Görev ve sorumluluğumuzu yerine getirmediğimiz müddetçe zindandaki baskı ve zulümleri TC değil, hakikate göre elimizde her türlü demokratik direniş imkânı olduğu halde, tepki örgütlemeyip vermeyen DTK, BDP, HDP ve diğer kendine devrimci demokratım diyen STK’larla Aydın ve Yazarlarımız, yani bizler yapıyor olmuş sayılacağız.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Reyhanlı-Mihraç ve Paris-Ömer MİT hattı



Reyhanlı saldırısı sonrası AKP hükümetince alelacele yayın yasağı koyulması ile delillerin karartıldığı Paris katliamı arasında yer, zaman ve mekândan başka hiçbir fark yok.

Altıncı ayına giren Paris katliamında eldeki tek delil, bir gün bir paçavra gibi atılmak üzere bekletilen ve MİT ile ilişkisi deşifre edilen Ömer Güney isimli kontra.

Reyhanlı saldırısı olduktan bir gün sonra kaleme aldığım “Reyhanlı’nın istihbari kodları ve Paris katliamı” başlığıyla olan köşe yazımda belirtilen benzerlik ve verilen adresler bugün bir bir çıkıyor. Erdoğan’ın gitmediği Reyhanlı’ya giden Türk Cumhurbaşkanı Sayın Gül’ün olay yerindeki açıklamalarını dikkatli okuduğunuzda;
“Evet bu saldırının neden yapıldığını biliyoruz ancak, ‘az insan ölebilirdi’, olarak yorumlamak abartı olmayacaktır.

Yine Mobeselerin çalışmamasına rağmen İç İşleri Bakanının; Failleri biliyoruz, en kısa sürede yakalanacaklar, diyerek teknolojik kayıt olmadan böylesi bir açıklama yapması saldırının Türk hükümetince önceden bilindiğinin de bir yerde resmi açıklamasıdır.

Açıkçası ben Reyhanlı saldırısını onlarca yıldır sesi çıkmayan THKP-C Acilciler denilen örgütün üzerine yıkılmasını doğru bulmuyorum. Acilcilerin kendi içlerindeki kavgalar konumuz değil ancak Mihraç Ural Acilciler tarafından “hırsız” olarak suçlanan ve şuan ki “Mukaveme Suriye”nin lideridir. Açıkçası ben böylesi bir saldırı da sonu Acilciler olsa da, THKP-C ismi kullanılarak Mahir Çayan ve arkadaşlarına da haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Zaten konumuz da THKP-C Acilciler’den çok Reyhanlı saldırısında ismi geçtiğinden dolayı Mihraç Ural’ın kendisidir.

Mihraç Ural her ne kadar da kendisini solcu, enternasyonalist olarak kabul edip tarif etse de, onun çizdiği profil tam olarak Suriye Arapları Ulusal-Solu çizgisidir. Kendisi Baas yanlısı bir Arap Milliyetçisidir.

Türk basınının Reyhanlı saldırısını Ural’ın üzerine yıkma telaşı ne kadar MİT’ten kopuk bilemeyiz. Yine MİT ile Mihraç Ural’ın ne kadar bağlantısı var, ilişkisi nedir tam olarak bilmemekle birlikte görünen o ki MİT ile Mukaveme Suriye güçlerinin arasında ciddi bir anlaşmazlık var. Ben Ural’ın MİT ile bir ilişkisi olduğunu söylemiyorum ancak Mukaveme Suriye’nin üstlendiği görev itibariyle Mihraç Ural’a yansıyan ya da direkt bağlantılı sorunlar olduğu ve MİT ile bu gücün aralarında bir anlaşmazlık çıktığı ve bu anlaşmazlığın da yapılan Reyhanlı saldırısını Mihraç Ural’ın üzerine yıkılmaya çalışıldığı ortadadır.

Geçen gün Türk basınına servis edilen bir iddia Reyhanlı saldırısı ile Paris katliamının benzerliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Her ne kadar “istihbarat zafiyeti” denilse de bu zafiyetten çok “MİT’in saldırıdan haberdar olduğu ve izin verdiği” gerçeğidir.

Habere göre: Reyhanlı Emniyeti saldırıdan iki gün önce gelen ihbarı, resmi yazıyla MİT’e bildiriyor ve ancak MİT: “Grubu biz takip ediyoruz, siz bırakın” yanıtı veriyor.

Bütün Mobeselerin çalışmaması bir “istihbarat zafiyeti” mi yoksa “plan” mı?
Emniyet’in MİT’e bilgi vermesi ve MİT’in “siz bırakın” demesi “Emniyet’in operasyon takibini riske ederek açık verme ihtimali mi” yoksa tıpkı Mobeselerin devre dışı bırakılması gibi Emniyet’de devre dışı bırakılarak “saldırıya izin mi verildi?
Ömer Güney’in MİT ile olan bağlantısının ortaya çıkarılması Türk devlet için bir sorun değil çünkü Paris katliamı kendilerince meşru bir katliam ve Türk kamuoyunca da üzerinde durulamayacak kadar gündem dışı bir olay olarak görüldü ki öyle de oldu. Ancak Türkiye Reyhanlı saldırısında MİT’in izinin bulunmasını istemez. AKP bunu kendi tabanına anlatamaz. Onun için de Türk halkının da onay vereceği bir isim gerekiyordu ki hem Baas ile bağlantılı olsun hem de adı sanı unutulmuş bir örgüte mal edilsin ki olayın üstü aynı Paris katliamı gibi örtülsün.

Paris katliamını yapanlar Reyhanlı saldırısını da yapan güçlerdir. Tek fark; yer, zaman ve mekândır. Tüm adresler A, B, C, D, E, F, G, H, J ve K planlarıyla her süreç ve sorun için 10 ayrı ihtimalli çözüm sonucu olan Fettullah Gülen örgütünü gösteriyor.
Yürüttüğü görevinden dolayı Ural’ı bu saldırıdan soyutlamıyorum. Çünkü görevi nedeniyle istihbarat örgütleriyle bir şekliyle ilişkide olan bir konumdadır. Buna göre; kendisi ya “komploya uğrayarak” hedef kişi seçildi ya da “dolaylı olarak” saldırıya dâhil oldu! İhtimal yürütüp kendisini zan altında bırakma hakkımız olmadığı kadar Mihraç Ural’ın bu saldırıda isminin geçmesi öyle çok tesadüf gibi de durmuyor. Bu saldırının Ural’a yıkılmasının nedeni taraflar arasında mutlak bir anlaşmazlık olarak duruyor. MİT ile Mukaveme Suriye arasında çözümsüz kalan bir sorun –bir bilinmeyen denklem- nedeniyle olduğu açık ve nettir. Paris katliamında olduğu gibi Reyhanlı saldırısında da belirgin olarak, MİT’in izi vardır.

Son tahlilde basına yansıyan Emniyet-MİT diyalogu, Türk Cumhurbaşkanı ve İç İşleri Bakanının açıklamalarına bakılırsa Reyhanlı saldırısını, Mihraç Ural veya örgütü değil MİT’in ta kendisi yapmıştır.

16 Mayıs 2013 Perşembe

Hasan Cemal “nokta” tespiti mi yapıyor?



Milliyet gazetesinde yazılarına son verilen Hasan Cemal uzun süredir T24 adında bir Bağımsız İnternet Gazetesinde yazılarını yayınlıyor.

Sayın Öcalan’ın başlatmış olduğu “çözüm sürecini” de yakından takip eden Cemal, bunun için özel olarak Medya Savunma alanlarına giderek PKK yetkilileriyle görüşmeler gerçekleştiriyor. Diyebiliriz ki hiçbir Türk ve Kürt gazetecisinin yap(a)madığını bugünlerde Hasan Cemal büyük bir duyarlılık ve (!) cesaret örneği sergileyerek yapıyor ve bu anlamda tarihe de tanıklık ediyor.

Sayın Cemal’in gerilla alanlarında oluşu mevcut sürecin hem gerilla gözüyle hem de komutanlar düzeyinde nasıl ele alındığının kodlarını veriyor olduğundan ele geçmez bir gazetecilik başarısı olarak devrimci kıskançlıkla karşılayanlarımız var. Bunlardan birisi de benim. Bir gazeteci olarak oralara gidip süreci, çekilmeyi ve tartışmaları gerillalar ve PKK yetkililerinden dinleyip onların hislerini kâğıda dökerek onlarca kitap yazmak isterdim. Çünkü şimdi Kandilde onlarca kitap konusu 7/24 süren yaşam materyalleri var. Bu anlamda Sayın Cemal bütün ömrünün en güzel fırsatını yakalamış olarak oldukça şanslı diyebiliriz.

Evet, ben de oralara gidip notlar tutmak ve T24 gibi bir yayında anında yayınlayarak bütün dünyaya duyurmak isterdim ancak tek fark olarak ben, Sayın Cemal gibi “ihbara” girebilecek bilgileri anında değil, daha sonra yazacağım kitaplarda işlemeyi daha doğru bulurdum.

Önyargılı yaklaşmıyor ancak görüşlerimi de yazmaktan çekinmemeliyim diyorum. Hasan Cemal bilmeden ve gazeteciliğin bitmez heyecanıyla istemeden mi notlarında komutanların yerlerini veriyor yoksa işin içinde başka tehlikeli işler mi var, bilemiyorum. Ancak Cemal notlarında neredeyse PKK yetkililerinin yerlerini hem de “nokta” olarak ihbar ediyor, gibi.

Bu istihbari bilgilerle acaba KCK Konsey üyelerinin nokta tespiti mi yapılıyor? Demeden edemiyor insan!

Hasan Cemal, KCK Konsey üyelerinin “nokta tespiti” için mi Gerilla alanlarında yoksa gazetecilik görevi için mi pek anlayamadım!

Eğer Konsey üyesi arkadaşlar bu durumu pek umursamıyorlarsa bunun adı “kendine güven ve sürecin gidişatının olumlu oluşu değil” tam olarak rehavettir.

Hasan Cemal yeni yayınlanan notunda: Irak Kürdistan’ı Metina bölgesinde bir PKK kampı. Buradan üç saatlik gerilla yürüyüşüyle sınıra varılır; “dağların arkası Çukurcadır”, diyor Bahoz Erdal kod isimli Fehman Hüseyin. Kendisi, Türkiye’deki PKK silahlı güçlerinin (HPG’nin) komutanı olarak, çekilmeden de sorumlu olan kişi. (Bahoz Erdal’la yaptığım uzun konuşma dün burada yayımlandı) diye de parantez içinde önemli bir istihbari bilgi veriyor. İstihbari denilebilecek üç bilgi var. Birincisi: Üç saatlik yürüme. İkincisi: Sayın Erdal’ın olduğu yer olarak Çukurca’nın dağlarının öte tarafı. Üçüncüsü: Bahoz Erdal ile yapılan görüşmenin tam olarak yeri ve saati.

Sayın Cemal’in notundaki bu açıklama iki türlü okunabilir.
1) Hem okurları hem de Türk halkı için. Yani Türk halkına; “Bakın ben buradayım ve gerçekten de gerillalar çekiliyor. Hani Türk devletinin ve biz Türk basınının öcü olarak tanıttığı ve bundan dolayı sürekli işleri karıştıran süreçleri sabote eden olarak tanıtılan ve sizin şahin olarak da bildiğiniz Bahoz var ya, işte o aslında çok iyi birisi. Hiç de öyle tanıttığımız gibi birisi değil ben kefilim.
2) Birinci şıktaki algı yaratılarak aslında Bahoz Erdal’ın yer tespitini saatine kadar kodluyor.
3) Bu şıkkı Hasan Cemal’e bırakıyor ve kaygılarımın yersiz olduğunu açıklaması için kendisinin cevaplamasını rica ediyorum.
Evet, Türk halkının ve Türk milliyetçilerinin bu süreçten kaygılanmaması için yıllardır öcü olarak tanıtılan PKK komutanlarının, (her ne kadar da ihtiyaçları olmasa da) yine Türk basınınca haklarının teslim edilmesi olumlu ve iyidir.

Ancak ben Sayın Cemal’in ne niyetle bu kadar detayı verdiğini açıkçası anlayamıyor ve tehlikeli buluyorum. Bu bana normal bir gazetecilik gibi gelmiyor. Yüzeysel bir değerlendirmede çakılı kalmayıp komplo teorisi de üretmeden derinlemesine bakış açısıyla Cemal’in verdiği bu detaylı bilgilerin dolaylı, direk veya endirekt bir istihbarat bilgisi olduğunu anlamak gerekiyor. Ben Sayın Cemal gazetecilik değil de sırf belli yerlere istihbarat bilgisi vermek için Kandil veya Medya savunma alanlarına gidiyor demiyorum ancak böylesi detaylı açık seçik nokta hedefler anı anına verilemez, verilmemeli diyorum.


15 Mayıs 2013 Çarşamba

Kürtçeyi nerede öğrendin? diye sormak



Yazıya başlığını verdiğim soruyu soran, Kürdün dışında başka diğer halklar değil. Bu soruyu biz şehirlerde büyümüş Kürdler kendi aramızda bir birimize sorarız.

Özellikle bizim nesil yani çocukluğu 90’lı yıllara denk gelen 12 Eylül’ün nesli olan Kürd çocukları Kürtçeyi, sokakta öğrendiler. Kürdistan’daki köyler yakılıp yıkılarak boşaltılınca köylülerimiz şehirlere geldi. Bizim Kürtçemiz okulda değil, olmuşsa temeli köylülerimizin konuşmalarıyla olmuştur. O da temel denilebilirse!

Arkadaşın biri soruyor: Serhat sen Kürtçeyi nerede öğrendin?

Vallahi ailem korktuğu için evde sistematik oto-asimilasyon vardı. Ben Amed’de büyüdüm ama Kürtçeyi Urfa’da öğrendim. Çünkü Urfa’da Pazar dili Kürtçeydi.

Babam koltuğunun altında Azadiya Welat’ı getirirdi ancak o kendisine Müslüman’dı! Annem’de şehirliydi. Eskiden bir iki yıl köyde kaldığı için öğrenmişti ancak her ne kadar Kürt özgürlük hareketine bağlı olsa da o da bize bildiği kadarını öğretme zahmetine girişmedi.

Annemin Kürdistan sevdasını hatırladığım tek anısı: Yüzü maskeli Kontralarca evden alındığım gün, kontranın tekinin elinden Şehribana Kurdi’nin kasedini öfke ile aldığı direnişçi günüydü.

Babam, Esad Oktay’ın -Sosyolojik ve Psikolojik nedenlerle- Felsefi-ideolojik hale bürünmüş hali gibiydi. Bilge, ancak kendine! Bildiğiniz bencil yani. Kürd Kürdistan davasını bilen, sağda solda Apo diye tanınan, ev sohbetlerinde Kürtçe’nin grameri ile ilgili Kurdi yazarlara eleştiri getiren ancak “aman oğluma bir şey olmasın” bencilliğiyle, Kürtçe’yi çocuklarına öğretmeyen bir baba.

Biliyorum şimdi Babam bu yazımı okuyor. Ben de sırf okuması için zaten onu örnek veriyorum. Hem bil hem de öğretmemenin hatası ve bundan dolayı olan yükü ağırdır. Ömrünün sonuna kadar yaptığı bu yanlış ile yaşasın da diğer baba adaylarına ders olsun.

Şimdi bugüne kadar soramadığım bir soruyu soruyorum.

Hey sen Türk arkadaşım; Sen Türkçeyi nerede öğrendin?
Hay Allah! Bir Türk’e bu soru sorulur mu? Hep içimde ukde kalmıştır. Onun için soruyorum. Eminim ki Türk arkadaşım gülerek; “Ben henüz ceninken Anam konuşuyordu, oradan biliyorum, bu da laf mı?

Laf değil tabi! Dedim ya, bugüne kadar reel de soramadığımı sanal da soruyor ve kendimi tatmin ediyorum.

Siz hiç bir Türkün bir Kürde: “Türkçeyi nerede öğrendin?” diye sorduğunu gördünüz mü? Göremezsiniz…
Ancak biz yine aynı Türkün bir İngiliz, Fransız ve Alman’a: “Ay ne kadar güzel Türkçe konuşuyorsun, acaba Türkçeyi nerede öğrendin? diye sorduğuna hep şahit oluyoruz, değil mi?

Peki dünya alem, bir Kürdün bir Türk’e: “Neden Kürtçe öğrenmiyorsun?” dediğini duydu mu?
Kimse duyamaz…

Fakat biz yine bir Türkün Kürde: “Neden Türkçeyi öğrenmiyorsun?” diye sorup aşağıladığını hep görüyor ve duyuyoruz, değil mi?

Tez elden bende dahil tüm Kürtlerin zorla dil eğitimine alınması gerek.
Yoksa her daim Kürtçe sadece Kürd dil bayramında hatırlanacak.

12 Mayıs 2013 Pazar

Reyhanlı’nın istihbari kodları ve Paris katliamı



Hatay Reyhanlı’daki sivil insanlara dönük patlamanın birçok boyutu olduğu ortada. Bunları sırasıyla saymak ve bu yönlü değerlendirmelerde bulunmak sanırım komplo teorilerine ciddi anlamda kapı aralayacaktır. Zira bir çok dış etken, güç, ilişki ve bölgedeki çıkarları da göz önünde bulunduracak olursak karşımıza entegre bir çok ülke gerçeği çıkacaktır. Dolayısıyla bu yönlü çıkarımlara gitmekten çok Reyhanlı’nın kimlerin kontrolünde olduğunu araştırmak patlamanın çıkış ve geliş noktasını ve sonrasında amaçlarını belirler diye düşünüyorum.

Hatay Reyhanlı Suriye ve Türkiye’nin sıfır noktası. Yani Suriye savaşı öncesi bu ilçe her iki ülkenin de bir yönüyle hakimiyetinin olacağı mekandı. Şimdi durum böyle değil. Hatay Reyhanlı şuan büyük oranda Türk devleti ve onun desteklediği Esad’a karşı savaşan muhaliflerin kontrolünde. Yine de buna rağmen Esad güçleri Reyhanlı’da cirit atamaz mı? Hayır! Belki cirit atamaz ancak istihbari faaliyet ve yapacaksa eylemlerini seyyar güçlerle örgütleyip yapabilir. Bir bomba yapıp patlatmak, bırakın bir devlet ve örgütleri, bir saatlik askeri eğitim almış biri tarafından bile kısa sürede yapılıp pratikleştirilebilir. Tabi bunun için olması gereken şey ise, bombanın patlatılacağı yer-mekan ve zaman. Keşif olayı netleşen yer sonrası sergilenen bir icraattır. Neredeyse keşifsiz tek bir eylem dahi yapılmaz. Hele hele böylesi bir eylemin yapılması –sonuç alması gerektiğinden- zaten, düşünülemez.

Başta Erdoğan ve AKP hükümeti yetkilileri olay için yaptıkları değerlendirmelerde bu olayın Esad tarafından yapıldığına ilişkin görüş belirttiler ve Türkiye’deki “çözüm sürecine” karşı yapılmış bir eylem olarak açıklamalarda bulundular. Kimi yazarlar da bu kervana katılarak Erdoğan-ABD görüşmesi öncesine denk gelen patlamayı bir mesaj olarak değerlendirdiler ve o’nlar da benzer görüşleri dile getirdiler. Belki de Fehmi Koru bir fenomen olarak 90’ların resmi psikolojik savaş argümanını kullanarak çocukların bile güleceği –hedef şaşırtma olarak bile kabul görmeyecek olan- bu bombalamanın faili ilk olarak PKK’dir, diyebildi. Özgür Gündem yazarlarından Sayın Sarısözen’in, Koru’nun bu yazısına ilişkin; “İlk olağan şüpheli belki de Koru’dur” başlıklı yazısı cevap niteliğinde ve yeterlidir.

Mesele ilk olağan şüphelileri aramaktan çok işin istihbari yönüdür.

Reyhanlı, içinde olduğumuz süreçte –eskisinden daha fazla- MİT’in kontrolündedir. Öyle derin istihbari analizlere girişmektense bireysel olarak aldığımız günlük yaşamsal tedbirlerimize bakalım.

Düşünün, sizin bir eviniz var ve bu ev bir site de veya binada kameralar ile kontrol edilmekte. Yani denetim mekanizması teknolojik bir alet ile yapılmakta ve sitenin/binanın güvenlik görevlisi bu kameraların önünde sizin can ve güvenliğinizi koruma adına hizmet vermektedir.

Yüksek güvenlikli sayacağımız kulubeli sitelerde güvenlik görevlisi, siteye tek tek girip çıkanları kapıda durdurarak nereye gittiğini sormaktadır. Görevli site sakinini durdurup, nereye gidiyorsun diye soracak hali yok ki zaten kendisi o sitede yaşam sürmektedir. Bir de siteye gelen misafir statüsünde ziyaretçiler vardır. Bu ziyaretçiler site sakinlerinin tanıdıkları, akrabaları, arkadaş veya dostlarıdır. Dolayısıyla sıklıkla geldiklerinden artık, güvenlik görevlileri bunların girişi sırasında “nereye gidiyorsun” diye bir soru sormaz. Güvenlik görevlisi öyle ki kulubelerinde bir çay bile ısmarlar o’nlara.

Tam da bu noktada işin içine “ilişki” giriyor. Güvenlik görevlisi ile ilişki geliştiren o’nlar. Kimdir o’nlar?
Bina sakinlerini tedirgin etmeyen o’nlar, siteye giriş çıkışlarında hiçbir tedbir alınmadan içeri alınan kişiye tölerans gösterenlerin ellerinde neler ile gelebileceğini nereden bilecekler?

En olmaz denilen yerden dahi bir istihbarat alınarak bombalamalar yapılabilir? Oldukça yüksek güvenlikli alanlar dahi aslında hiç ama hiç güvenlikli değildir. Her zaman bir zayıf halka vardır ve gedik bu zayıf halkanın tespitiyle yarılır. Oluşan yarık tıpkı “çift yarık deneyinin” sonucu gibi mükemmeliyet arz eder.

Reyhanlı patlamasını kimin, hangi güçlerin ve ne amaçlar doğrultusunda yaptıkları bir yana, bu patlamanın nasıl olduğuna ilişkin netleşmek konuya açıklık getirecektir.

Reyhanlı patlamasını bizler değil, tam olarak başta Erdoğan ve Gül iyi ve net olarak bilmektedirler. AKP hükümeti ve devleti bu patlamanın nedenini dahi net olarak biliyorlarken, bilmiyormuş gibi açıklama yapmaları inanın istihbarat konusunda az biraz bilgisi olan on sekizlik bir üniversite öğrencisini dahi güldürecektir.

Evet, Reyhanlı patlamasının faillerini ve ne amaçla yapıldığını AKP hükümeti ve Türk devleti çok iyi bilmektedir. Patlama belki paravan bir örgüte yaptırıldı ve medyada isimlerini okuyacağız. Bu patlamayı Esad mı, Erdoğan mı veya bir başkası mı yaptı değil, nasıl ve hangi güce dayanarak yapıldı sorusu sorulmalı.

İnanın Paris katliamı ne ise Reyhanlı katliamını da yapan güçler aynıdır. Bugün Paris nasıl Fransa’nın en güvenlikli yeri ise, Reyhanlı’da o derece Türkiye’nin ‘güvenlikli’ yeridir. Tıpkı Paris katliamı gibi Reyhanlı katliamı da sislere bürünecektir.

10 Mayıs 2013 Cuma

Arınç, Asker, Polis ve Gardiyanlar kimin kontrolünde?



Ne demek Arınç, Asker, Polis ve Gardiyanlar kimin kontrolünde? diye bir soru sorulup, elbette Türk devletinin kontrolünde diye cevaplandırılabilinir. Evet, Arınç’da, Asker’de, Polis ve Gardiyan’da hükümete bağlı. Hükümet de elbet Türk devletine bağlı. Öyleyse sıralamaya göre de bu şahsiyet ve kurumlar, TC’ye bağlı diyebiliriz.

Peki Türk devleti kimin kontrolünde?

Kimileri çıban başı İngiltere’dir. Kimileri yok ABD, bir kısım da İsrail derlerken, belki üzerinde anlaşılan fikre toptan olarak “hepsinin kontrolünde kukla bir devlet” çıkarımı yapılarak işin içinden sıyrılabilinir. Ancak ben hele hele böylesi bir süreçte kontrolü dışta arama yerine içte aramayı, daha uygun ve sağlıklı görüyorum. Sonuçta devlet Türk devleti ve onu yönetenler var. Belli süreçlerde Türkiye’de her ne olursa olsun; “kesin bu işte İngiltere, ABD, İsrail, İran veya Rusya’nın parmağı var” denilerek top, bırakın taca veya kornere atılmayı, direkt olarak oyun sahasının dışına yani stadyumun uzaklarına ve sanki bağımsızmış gibi gösterilerek Türkiye devleti aklanmaya çalışılıyordu ve hala da çalışılıyor.

Eğer bir ülkede bir sorun var ve ülke bağımsız bir devlet olduğunu iddia ediyorsa o ülkede her ne olursa olsun sorumlusu o devletin bizatihi kendisidir. Yani Türk devletidir. O, şu, bu veya diğer devletlerin parmağı var mı yok mu, orası bizi çok fazla ilgilendirmiyor!

Gerillanın çekilmeye çalıştığı bu günlerde artan Asker hareketlilik ve bombardımanları kim, hangi güç yapıyor? İngiltere, ABD, İsrail, İran, Rusya veya hangi güçler bu provokatif pratikleri sergiliyorlar? Bu güçlerin Ortadoğu çıkarları biz Kürtleri elbet ilgilendiriyor ancak pratikler bu ülkeler de değil tam olarak Türkiye sınırları içerisinde olduğundan sorumlu olarak TC’yi görmek hedef ve sonuca daha hakikatli götürür, diye düşünüyorum.

Buna göre, Murat İzol’u hangi güce bağlı Polis çetesi katletti? Yine geçenlerde Dicle üniversitesinde üç-beş Kontra’ya destek olan Polisler kimin kontrolündeydi? Tekirdağ cezaevi yönetimi hangi güç odaklarına bağlı? 1 Mayıs’da hangi güce bağlı Polisler işçi ve emekçilere, cop, gaz ve su sıkarak birçoğunun ağır yaralanmasına sebep oldu? Daha dün Kandıra cezaevindeki gardiyanların tutsak ve yakınlarına saldırısı hangi güçlerce yaptırıldı?

Böylesi bir süreçte öyle bir dış güç ve destek aramanın bir anlamı yok. Sayın Öcalan dış güçlerle değil Türk devletinin ta kendisiyle bir çözüm süreci işletmeye çalışıyor. Türkiye bir devlet ve bu devleti yöneten odaklar var. Türk devleti görünen kadarıyla içten AKP hükümeti ve yine içten Fettullah Gülen örgütü tarafından yönetiliyor. Adeta tüm kurumlar AKP ve Gülen kadrolarıyla doldurulmuş ve daha da mevzi kazanma peşindeler. Pelsinvanya’nın okyanus ötesinde kalması Türkiye’ye içten müdahalesini uzak kılmıyor ki bu Türk-İslam sentezci örgütün genel merkezi olan ikinci Vatikan’da zaten Türkiye’dir.

Son zamanlarda Gülen basınında dikkat çekilen nokta AKP ile Gülen’in çatıştığı görüntüsüdür. Bu ne kadar doğru bilmiyoruz ancak bu kavga görüntüsünün faturası yine Kürtlere kesiliyor. Tıpkı TC kurulduğu günden bu yana her gelen hükümetin bir öncekini devirmek için Kürt kartını kullanarak faturayı soykırım ve asimilasyonlarla kestiği gibi.

2002 yılında gelen Erdoğan hükümeti önce TSK, sonra Emniyet, giderek Yargı ve diğer etkili kurumlardaki kadroları birer birer temizleyerek AKP ve Gülen kadrolarını en etkin yerlere yerleştirdi. Şimdi de kendi içlerinde savaşıyorlar görüntüsü veriliyor.

Kürdistan ve Türkiye’deki KCK operasyonlarına iddianame hazırlayan çetenin Gülen örgütüne bağlı polislerce savcılara teslim edildiğini biliyoruz. KCK operasyonu ile anlaşıldı ki Gülen örgütü Türk devletinin Emniyet birimini tamamıyla ele geçirmiş durumda.

Yine Fetullah’ın Pelsinvanya’daki örgüt evinden yaptığı “kesin, köklerini kurutun” videosu sonrası gelen kimyasal katliamlar dizisi var. Önce gerillalar kimyasallar ile yakılıp çürütüldü, sonra da Roboski katliamı gerçekleştirildi. Bu pratikler savaşın yaşandığı anda gelirken yine bugünler de yani savaşın dört aya yakın bir zamandır durduğu bir anda TSK tarafından heronlar eşliğinde bombalama, keşif ve pusulama faaliyetlerine hız verildi. Buradan da anlaşılıyor ki TSK’da büyük oranda Gülen örgütünün direktifleri doğrultusunda pratik sergiliyor.

Aynı şekilde zindanlarda tutsaklara uygulanan baskı ve zulüm politikalarının da adresi Gülen örgütünü işaret ediyor ki 68 gün süren ve tüm Kürdistan ve Türkiye zindanındaki PKK ve PJAK’lı tutsakların katıldığı açlık grevinde de Gülen, malum karargahından açlık grevindeki tutsaklar için; “Bunlar çöplüğe atılacak olanlardır”, diyerek tutsaklara hakaret etmiş ve Adalet Bakanlığının da kendi denetiminde olduğunu resmen ilan etmiş oldu.

Son olarak Bülent Arınç!

Bülent Arınç yine böylesi Gerillaların çekilmeye çalıştığı bir süreçte gerillalar için; “Karpuz mu keseceğiz, Cehennemin dibine gitsinler” diyerek Gülen’in Asker, Polis ve Gardiyanlarıyla aynı cephede olduğunu Gülen’e rağmen bu sürecin ilerleyemeyeceğini altını çizerek belirtti. Çünkü Arınç’ın sarf ettiği edep ve terbiyeden yoksun bu sözler zaman zaman Gülen’in sarf ettiği üslup ve sözlerle örtüşüyor.

Arınç’ın gerillalar için sarf ettiği: “Cehennemin dibine gitsinler” sözü, bizi şaşırtmamış ancak bu söz kan dondurucu olmakla birlikte her ne kadar da Arınç’ın zihin yapısıyla uyuşuyorsa da bu süreçte onun sarf edebileceği cesarette bir söz değil, Fettullah Gülen’in ta kendisinindir. Ayrıca bu sözün Irak’ın; “Topraklarımızda PKK’yi istemiyoruz” açıklaması ile zamanlaması da tesadüf değildir.

İçerisinde olduğumuz şu günler veya gerillanın çekilmesi ardından Gülen’in Asker, Polis ve Gardiyanlarınca süreci provoke ve belki de sabote edici pratikler sergilenirse şaşmamak gerek. Süreç provoke veya sabote edilirse de sanırım Kürtler, bu sabotenin nedenlerini dışarı da değil, tam da içeri de, ilkin Türk devleti sonra AKP hükümeti ve ardından da Fettullah Gülen örgütünden geleceğini bilecek ve ona göre de tutumlarını belirleyeceklerdir.

Kürdistan ve Türkiye eskisinden daha bir yangın yerine mi dönecek? Bu defa savaş Kürdistan’da yuvalanan Fetullah Gülen örgütü mensuplarını da mı kapsayarak ilerleyecek ve bu örgüt Kürdistan’dan çıkarılacak? Yoksa Sayın Öcalan’ın büyük emeklerle başlatmış olduğu “Halkların gönüllü birlikteliği” çözüm süreci nihai barış ile mi sonuçlanacak? Çok değil birkaç haftaya kadar hep beraber göreceğiz.


6 Mayıs 2013 Pazartesi

Gerillalara saldırı ve ‘Denetimli tahliyeler’ çözüme hizmet etmez



Şartlar uygun olursa Gerilla’nın çekilmesinin beklendiği bu günlerde bir taraftan Sayın Öcalan’ın çözüme dönük görüşmeleri sürerken diğer taraftan da çözümün önünü açıcı olduğu algısı yaratma amacıyla hükümet tarafından bazı pratikler sergileniyor. Bırakın bıçağı, tek çakıl taşının dahi bulunamayıp haksız hukuksuz bir şekilde delilden yoksun olarak zindanlara örgüt yöneticiliği vb. suçlarla hapsedilen KCK tutukluları bu günlerde bazen toplu ve bazen de üç-beşerli tahliye ediliyorlar. Belki bir yere kadar tahliyeler (eğer yeni Anayasa uzatılmaz da bazı sinsi hesaplar yoksa) bu anlamda iyi ve süreci işletiyor diyebiliriz.

Ancak gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var ki sürecin pamuk ipliğinde olması bir yana hükümet, rotayı kendi inisiyatifine doğru kaydırmaya çalışıyor gibi pratikler sergileniyor.
Böylesi bir süreçte olmaması gereken; Askeri operasyonların yoğunlaşması. Kara-kalekolların yapımının hızlandırılması. Özel birlik ve ağır teknolojik silahlı araçların sınırlara sevkiyatı. Askerlerin rastgele ateş açması. Korucuların stratejik noktalara yerleştirilip ön cepheye sürülmesi. Bombardımanların son hız devam etmesi. Gerillanın çekilebileceği alanlarda keşif ve pusulamaların arttırılması. Kürdistan’ı olduğundan daha fazla parçalara ayıran barajların su ile doldurulması ve daha birçok düşündürücü pratikler sergileniyor. Devlet ve hükümet erkanı da kılıf olarak; “bunlar bir devletin güvenliği için şart” denilerek planlar gizlenmek ve saldırılar meşrulaştırılmak isteniyor. Hem bu ve hem de “mahkemelerin beraat değil denetimli tahliye ile sürüncemeye bırakılması”, Hükümetin niyetinin “olumsuz” ya da net olmadığını gösteriyor.

Biz siyasi soykırım operasyonlarının nedeninin “entegre strateji” kapsamında olduğunu biliyoruz. Askeri anlamda dağda operasyonlar olurken, siyasi olarak da ovada kırılmadık tek bir Kürdistanlı evi bırakılmadı. Gerillanın çekilmesi dönemine rast gelen askeri hareketlilikten de anlaşılıyor ki öncesinde askeri operasyonlarla paralel ilerletilen siyasi soykırım operasyonlarının bir amacı da; “ileri de olacaksa bir görüşme, en azından bu esirlerle süreci bir dönem ilerletebiliriz” mantığı üzerine şekillendiği anlaşılıyor.

Dikkat ederseniz sonuçlanmış tek bir KCK davası yok. Son günlerde bırakılan tüm KCK’liler sadece tahliye edildi. Yani davalar düşmedi; devam ediyor. Tahliye olanlar bir daha içeri alınabilir. Bırakın tutukluların tahliye edilip içeri alınma ihtimalini, bir basın açıklaması veya yürüyüşe katıldığı gerekçesiyle haklarında açılmış davalar olan dışarıda binlerce tutuksuz yargılanan kişi var ve herkese “denetimli serbestlik ve düşünceyi hiçbir yolla açıklayamazsın” hükmü ile Türk milleti adına kararlar veriliyor.

Bu mantıkla KCK tutuklularının kaderi Türk devleti ve hükümetinin keyfine, insafına bırakılmış ve hatta alay edilmiş oluyor. Kürtlere denetimli serbestlik verilerek üstüne üstlük hiçbir basın açıklamasına gidemezsin deniliyor. Bırakın basın ve yayın da görüş belirtmesini, sair düşünce ve kanaat açıklama yöntemiyle evinde dahi konuşamazsın denilerek diline kelepçe vuruluyor. Süreç içerisinde Kürt halkına üç maymunları oynamaları dayatılıyor. Yani Kürtlere kısaca; “ben ne yaparsam yapayım, siz sesinizi çıkarmayacaksınız”, deniliyor.

Bu bir sorun ve bu sorun ancak yeni bir anayasa ile aşılır ki yapılacak olan anayasanın da gerillanın çekilmesiyle paralel bitmiş olması gerekiyor. Aslında “ya ordu bu tarz operasyonlardan vazgeçecek ya da Anayasa gerillanın çekilmesiyle paralel tamamlanacak”.

Konunun aciliyeti tez elden siyasilerimizce gündemleştirilmeli ve "KCK tutuklularını tahliye etmeniz yetmez, samimi iseniz kanunlarda yer alan “beraat” sonucunu getirmeli ve halkımızı özgürlüğüne kavuşturmalısınız, denilerek “demokratik direniş” kanalları ile AKP'nin bu pratiği teşhir edilip kamuoyu baskısı örgütlendirilmeli. Çok kısa sürede yeni anayasa şart denilmeli.

Neymiş! “Üç yıl süre içerisinde aynı ‘suçu’ yani “basın yayın yolu veya sair düşünce ve kanaat açıklama” suçunu işlemezsen dava dosyası kapanırmış. Yok efendim beş yıl süre ile “denetimli serbestlik” veriyoruz ve bu süre zarfında hiçbir basın açıklaması ve yürüyüşe katılamazsınmış!

Barış görüşmelerinin olduğu böylesi zamanlarda bu tarz bir ceza mantığı yok; ya ceza verilir ya da verilmez. Türk Başbakanı Erdoğan;“Çözüm süreci için gerekirse “baldıran zehri içerim” diyor ya! Biz de diyoruz ki, öyle baldıran zehri içmenize gerek yok!

Biz denetimli serbestlik ve tahliye istemiyoruz(!) istediğimiz beraat, yani özgürlüktür. Bunu derken de öyle ne yakarıyor ne de yalvarıyoruz; sadece Sayın Başbakan eğer samimi ise yeni anayasayı gerillanın çekilmesiyle paralel bitirmeli ve bunu yapması da elzemdir diyoruz. Aksinde ısrar ve devam Kürt halkı tarafından art niyet olarak değerlendirilebilecek ve yine sürecin hakikatli olarak işletilmeyeceği de bu temelde anlaşılabilecektir.

Özgür Kürdistan’ın önünü açıcı yeni anayasanın tez elden tamamlanması ve sonuca gitmesi gerekmektedir. Yok, eğer süreç bu şekilde hükümetçe netleşilmemiş olarak işletilmek ve sürüncemede bırakılmak isteniyorsa da belirsizlik var demektir. Belirsizliğin olduğu her süreç, yer ve mekân uzun süre dayanamaz ve mutlak kaosa evirilir. Kaos denilenin de sonucunun ne olacağını yine hiçbir güç kestiremez. Bilinmeli ki Kürt halkı katliamcı karakterde ısrar eden Türk devletinden hak talebinde bulunmuyor. Öz gücüne dayanarak başlatmış olduğu “demokratik kurtuluşla özgür yaşamı inşa etme” sürecinde emin adımlarla ve kendine güvenerek yürüyor ve olursa da Türkiye halkıyla gönüllü birliktelik temelinde yaşamak istiyor. Netleşilmemiş zihinlerin gideceği yol, kirli hesap planlarının uygulanacağı basamaklarla örülüdür. Öyle zorlayıcı rüyalara dalmaktansa, Türk tarafının netleşmesi ve bir o kadar da bilmesi gereken, Demokratik Yeni bir Türkiye’nin yolunun ancak ve ancak Özgür Kürdistan’ı tanımaktan geçeceği gerçeğini bilince çıkarması olacaktır.

Nasıl “Türkün Türkiye sevdası varsa Kürdün de Kürdistan sevdası vardır”.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Kuantuma göre; İşgalci sistemi çözüme zorlamak


Kürt halk önderi Sayın Öcalan’ın başlatmış olduğu “Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etme” sürecine katılım ancak paradigmasal değişim ile mümkündür. Bu değişim ise ancak bütün bilim çevrelerince genel kabul olan Kuantumsal çerçevede olmalıdır. Yani Klasik Fizik’ten doğru Pozitivizm ile süreç ne anlaşılabilir ne anlatılabilir. Buna rağmen başta Sayın Beşikçi olmak üzere kimi akademisyen ve bilim insanı unvanlı bazı çevreler Klasik Fizikte takılı kalıp Kürt halkı için, Öcalan’ın sunduğu çözüm için “sakat ve yanlıştır” demektedirler.

Çözüme giden akıl ve yolu elbet tek bir cümle ile açıklayamayız; ancak belki bu satır, çözümü algılayamayan çevrelerin akıllarında paradigmasal değişimler yaratabilir!

Kuantum kuramına göre; “Bir enerji engelini aşmak için yeterli enerjisi olmayan bir kuantum parçacığı, yine de bu engeli aşabilir”.

Yani bırakın güç eşitliğini, gücünüz yok denecek kadar az olsa dahi, sizden kat be kat güçlü olan teknolojik, fiziksel ve zihinsel sistemleri en zayıf halkasından girerek delebilirsiniz. Karşınızda horasan harcı ile bir beton düşünün ki en sert kayaların dahi boşluğu vardır. Evren’in dahi bu boşluklarla genişlediği iddia edilmektedir. Yani çelikleşmiş ceberut bir sisteme karşı bırakın toplumsal mücadelenin sonuç alıcı yanını, tek bir birey dahi olmaz denilen sistemi esnetebilir ve oluşturduğu yarıklardan enerjisini akıtabilir.

Biz bunun en iyi yaşayan örneğini ve hayal ve umulmaz ütopya olmadığını Sayın Öcalan’ın zihinselliğinde görebiliyoruz. İçselleştirilmiş hakikatin yaşamsallaştırılan pratiğine ve milyonların sahipliğine şahitlik edebiliyoruz. Tek bir kişi ile kendinden başlayarak değişimini tamamlayan gücün, tekillikten sıyrılıp, tüm farklılıkları da içine alan paradigmasal değişime gittiği gözler önündedir. Hakikate giden yolların çeşitliliği ile homojen, hegemonik, kurnaz erkeği, karşıtına benzemeden alaşağı eden, onu çözüp aşan bir direniş gücünün bugün nasıl Kapitalist moderniteyi zorladığını ve bir çıkmaza koyarak onu çözüme yaklaştırdığına bütün dünyayla birlikte şahit olabiliyoruz.

Öcalan, özünde heterojen bir yapıya sahip olan ülkelerin homojenliği dayatan diktatör iktidarlarında farkındalık yaratarak olmazsa olmazın; “gönüllü birliktelik, uyum ve çeşitlilik olduğunu. Halkların kardeşliği temelinde; özgürlüklerin, eşitliğin ve demokrasinin tesis edilmesinin şart olduğunu yoksa Kozmos’un kaotik evreleri gibi 7/24 kaosun yaşanacağı toplumsallık ve ülkenin savaşlarla yıkıma gideceği gerçeğini süren 30 yıllık savaş ile bu işgalci sömürücü güçlere anlatabildi.

İşte ilk başlarda üç-beş çapulcu denenlerin şimdilerde, işgalci sistemi “hacmi küçük ama etkisi büyük olan enerji yoğunluğuyla zorlayan, aşındıran ve delen kuvveti ile hakikatli vuruşlarla nasıl çözüme zorladığını görüyoruz.

Zaten Sayın Karayılan’ın: “Halkımız ciddi bir mücadeleye girer ve kamuoyu baskısı yaratırsa işgalci sistemi çözüme zorlar. Zaten savaşla bu işgalci sistem işlemez hale getirdik. Siyasetle yönelir teşhir edersek sonuca gidebiliriz.” dediği evre, sadece delinen betonun diğer tarafına geçme kabiliyetinin açığa çıkmasına dönüktür. Her yol açıktır. Yol ve yöntemler sonuç almış ve sadece “kale’den” giriş kalmıştır.

Karayılan’ın bu sözlerini bilince çıkarabilirsek, yine PKK yürütme konseyinin 1 Mayıs vesilesiyle yaptığı açıklamayı anlamlandırabilir ve zafere yürüyebiliriz.
PKK: “Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamın inşası için kesintisiz serhıldanlar geliştirmeye çağırıyoruz. Zalimler ve zorbalar kaybedecek, halklarımız kazanacak, özgürlük kazanacak.” diyerek,  Kuantum kuramındaki: “Bir enerji engelini aşmak için yeterli enerjisi olmayan bir kuantum parçacığı, yine de bu engeli aşabilir”. hakikatini başarılı bir şekilde yerine getirmek için kolların sıvanması gerektiğini vurguluyor.

Sanırım artık süreci anlayamamanın bir mantığı kalmıyor. Sayın Öcalan’ın da dediği gibi “bu bir son değil, başlangıçtır”. Başlangıç dediği şey de “özgürlüğe susamış halkların, açık olan kapıdan, korkmadan giriş yapmasıdır.”

Gerillanın çekilmesiyle 7/24 mücadele başlıyor. İlle de intikam deniliyorsa, yitenlerin ve tutsaklığın intikamı, daha fazla örgütlenme, hazırlık ve “demokratik direniş” sonundaki özgürleşmeyle alınacak.  Kürt halkı bilinçaltına işlenmiş korku kodlarından sıyrılalı on yıllar oldu. Ancak bundan kaynaklı korkuları olan ve Dercartes’in “düz-çizgiselliği ile Pozitivist bilimin “Sosyal Dawvinist” çıkarımıyla yorumlamaya giderek modernist ve geçerliliğini yüzyıldır yitirmiş doğmalardan kurtulamayan bazı Akademisyen ve Bilim insanı çevrelerin bazı korkuları varsa da Kuantum kuramını yaşamsallaştıran Öcalan ve PKK’nin yeni insan yaratımına anlam biçsinler. Varsa endişeler bunlardan sıyrılmalı ve yönlerini mutlak katılım ile direnişe evirmeliler. O’nlar da artık ‘zorlu’ ama bir o kadar da mücadele gerektiren bir sürece girildiğinin bilincine varmalı.

Son tahlilde, özgürleşmek isteyen ne rehavette ne de panik halde olmamalı. Her şey “kararında olmalı” denilen ölçü de tam olarak inanç, güven, kararlaşma ve netleşmeyle olacak. Bu temelde yoğunlaşamayıp yine de başlatılan süreci algılama noktasında direnenler kendine güvenini yitirmiş ve en korkak olanlar olarak, suyun akışına kapılarak kaybolup gideceklerdir. Öcalan’ın başlattığı süreci iyi anlayıp bilince çıkarmak gerekiyor. Mesele Türk devleti veya AKP’nin işgalci ve sömürücü niyeti değildir, mesele bizlerin ne kadar özgürlük istediğidir. Bizim niyetimiz ve isteğimiz nedir? Evren, bizlerden tam olarak “istek yasasına” göre ne istediğimizi soruyor! Biz ne istediğimizi tam olarak biliyor muyuz? İşgalci ve sömürücü güçler, örgütlü gücü tasfiye etmek, oyalamak ve kandırmak isteyebilirler, bu onların doğasında var ancak onlar bunu istiyor ve yapmaya kalkışabilir diye, bu ihtimale karşı bizler direnmeyecek miyiz? Kendimize güvenimiz yok mu? Hep oyaladılar demek yerine, direnmek ve işgalci sistemi çözüme zorlamak gerek, demeliyiz. Amacımız özgürlük ise özgürlük, iradeyi işgalci ve sömürücü sisteme teslim etmek ve kaderci yaklaşmakla gelmez. Eller kollar bağlı şekilde oturmak ve her şeyi gerilladan beklemek de olmaz. Gerilla dün ne yaptıysa gerektiğinde yarınlarda da mutlak yapacaktır ancak bu süreçte “eğer çekilebilirse” Gerillanın çekilmesiyle de iş, başa düşüyor. Bu saatten sonra Özgürlük; İnançsızlık, güvensizlik ve korkaklıkla değil ancak ve ancak hakkını vererek 7/24 direnişle gelebilir. 



23 Nisan 2013 Salı

Tutsaklara baskı ve zulüm, Hizbi-Kontra’ya gül suyu



Tıpkı bireysel anlamda zindana hapsedilmedikleri gibi; O’nlar sadece hak ihlalleri ve baskılardan kaynaklı başlamadılar açlık grevlerine. Özgür tutsaklar bir halkın çığlığı ve sesi olmak için bugün 30.gününe giren özgürlük direnişlerini kararlılıkla sürdürüyorlar.

Sayın Öcalan’ın büyük emeklerle başlatmış olduğu “Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etme” süreci devam eder ve Türk devleti ile “halkların kardeşliği temelinde” barış müzakereleri sürerken, Tekirdağ cezaevinde 12 Eylülü andıran baskı ve zulümleri anlamak/anlamlandırmak istiyoruz.

Bu baskı ve zulüm cenderesine karşı direnen özgür tutsakların büyük feda eylemine anlam verebiliyor ve olması gereken tutumu sergilediklerini anlamlandırabiliyoruz.

Ortada somut herhangi bir çözüm süreci yokken Türk devletinin hem içerde ve hem de dışarıdaki askeri-siyasi ve psikolojik savaş pratikleri bilindik devletin işgal ve sömürücü yanını gösterdiği kadar, -bu yönlü Kürt halk ve hareketine olan yönelimleri- yarınlarda olacaksa da bir barış görüşmeleri bu görüşmelerde “kendi elini güçlendirmesi” temelinde anlaşılabilirdi.

Lakin şimdi hangi mantıkla zindanlardaki baskı ve zulüm açıklanacak, açıkçası anlamlandıramıyoruz.

Sayın Öcalan; “Başlatmış olduğum süreç sorunsuz işlerse, Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi bir toplumsal mutabakat aşamasındayız ve o zaman da bırakın benim özgür olmamı, herkes özgür olacak” diyor ve sürecin ne denli bütünlüklü ele alınması gerektiğini altını çizerek belirtiyordu.

Öcalan’ın sözlerinden anladığımız; bir müzakere var ve mevcut kaos hali, “demokratik müdahaleyle” halkların yararına işletilecek olarak görünüyor. Öcalan ve Devlet tarafından gerçekleştirilen bu görüşmeler PKK ve AKP’nin imzaları ve üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmekle ilerleyecekken, PKK tarafından atılan somut adımları görüyor ve sürece katkısını anlamlandırabiliyoruz.

Ancak ikinci imzacı olan AKP’nin ne söylemleri ve ne de icraatları barış sürecinin önünü açıyor gibi durmuyor. Üst kademede Öcalan ve Devlet, prensip ve hatta büyük ölçüde çözümün çerçevesini çizmişlerken ve PKK’de Sayın Öcalan’ın kararlarını onaylayarak pratiğe geçiyorken, Devlet tarafının imzacısı olan AKP’nin Hizbikontra’ya “gül suyu” sıkıp devletin şefkatli kollarını açması ancak PKK ve Devrimci Karargah davası tutsaklarına da zulüm ve baskı ile yine bildiğimiz katliamcı devletin kanlı kara yüzünü göstermesi, sürecin dört dörtlük ilerlemediğini ve bir çatlak oluşturulmaya çalışıldığını net bir şekilde göstermektedir. AKP bu pratikleriyle adeta devletin “yaramaz ve iyi çocuğu” olma eğiliminde ve kendisinin yaramazlığı yetmezmiş gibi destek sunduğu Hizbikontra çevrelerinin de hareketlenmelerine göz yumar bir tavır sergilemektedir.

Süresiz-dönüşümsüz direniş

Sayın Öcalan ve PKK, sürecin kırılganlığı nedeniyle kendileri kıran taraf olarak ve hatta mümkünse hiçbir çevre tarafından kırılmaması için de büyük emek ve çaba sarf ediyorlar. Doğal olarak buna paralel DTK, BDP ve HDP yaşanan baskı ve zulme karşı tek bir “demokratik eylem” dahi sergileyemiyorlar.

Demokratik kurumlar sürecin kırılganlığından kaynaklı (çok sürmemek kaydı ile anlamlı) sessizliklerini korurken AKP’nin zulüm, baskı ve işkence ile yıldırma politikalarına son hız devam etmesi beraberinde başka güçlerin devreye girmesini imkânlı kılabilecektir.

Buna göre ya AKP tez elden cezaevlerindeki 12 Eylül pratiklerinden vazgeçer, ya demokratik kurumlar Kürdistan ve Türkiye’de “demokratik eylemliliklere” girişir ya da nasıl AKP devletin “yaramaz ve iyi çocuğu” gibi kendi doğrularıyla hareket ediyorsa, meşru müdafaanın hak olarak olgunlaşacağı böylesi bir ortamda Kürt halkının “müdafi çocukları” da zorunlu olarak devreye girebilir!

Şimdi 30.gününe giren süresiz-dönüşümsüz direnişle açlık grevleri yaşanıyor ve sesler çıkmıyorsa, sanırım yarınlarda da meşru müdafa alanına giren pratikler sergilendiğinde de öyle ses çıkmayacak veya çıkmamalı.
Yani nasıl baskı ve zulüm oluyorken “süreç kırılmıyor ve tıkanmıyorsa”, demek ki “demokratik veya meşru müdafaa” eylemliliklerinde de süreç kırılmamalı ve tıkanmamalı”.

Tekirdağ zindanındaki zulme karşı ses olmamak, bu uygulamalara karşı direnmemek ve tepki göstermemek yarınlarda, Kürdistan’da Hizbikontraların hareketliliğinin ve (belki kanlı) serbest dolaşım hakkının hangi boyutlara geleceğini göstermekle birlikte sessiz yığın olarak bizler tarafından da onlara, bir izin anlamında olacağı bilinmelidir.

Biz AKP’nin imzacı olarak kendi ve zümresinin istediği doğruları direttiğini ve çözüme direndiğini biliyoruz. Bu pratiklerin aynı zamanda hakiki bir çözümü istemeyen AKP’nin tahrikleri olduğunu da biliyoruz. Ancak tahrik var ve buna karşı cevap olunduğunda süreç kırılabilir veya tıkanabilir ihtimaline karşı da yerinde ve zamanında tepki vermemek sanırım “bilimsel olarak belirsizlik ilkesine” karşı da ters bir tutum olacaktır.

Emin olun temeli sağlam olan bir inşa sürecinde tıkanmayacak bir süreç, zaten tıkanmaz. Tıkanacağı varsa da temellerinden kaynaklı zaten tıkanır. Süreç tıkanır, aksar ve biter diye tedirginliği abartmanın bir anlamı olduğunu düşünmüyorum.

Zulüm var ama süreç tıkanmıyorsa, bilinmeli ki buna karşı “demokratik direniş” sergilendiğinde de tıkanmaz.  Zulüm anında tıkanma riski ahlaki ve bilimsel olarak ne kadar ise, direniş anında da aynen öyle olabileceği ihtimalini de gözden kaçırmamak gerekmektedir.

16 Nisan 2013 Salı

Öcalan’ı anlamak ve yeni şafaklara şahitlik



Anlama üzeri uzun uzadıya değerlendirme yapmaktan çok “anlama”; onurlu yaşama giden bir yoldur, demek sanırım yeterli olacaktır.

Evet, Kürt halkı özgürlük istiyor. Ancak özgürlüğü sadece Kürt, Kürdistan ve Türkiye halkları değil, bir bütünen dünya halkları istiyor. Zindanlarda, asit kuyularında, faili bellilerde, dağlarda ve hatta evimizin içerisinde katledilmemizin nedeni özgürlük istemimizden başkası değildi. Halklar olarak amacımız özgürlük ise “bağcıyı dövmek isteğinin” bir anlamı olmamalı ve süreç hakikatli temelde anlaşılmalı.

Sayın Öcalan’ın Newroz mektubunda özgürlüğe dair şu satır dahi yeterlidir! Öcalan: Bölge halkları yeni şafakların doğuşuna şahitlik etmektedir. Savaşlardan, çatışmalardan, bölünmelerden yorgun düşen Ortadoğu halkları artık kökleri üzerinden yeniden doğmak, omuz omuza ayağa kalkmak istiyor, diyor.

Bu satırda anlatılmak istenilenin Ortadoğu’daki bütün halk ve inançlara özgürlük olduğunun anlaşılması zor olmasa gerek.

Adına Arap baharı denilen ve domino etkisiyle Fas, Tunus, Mısır ve Libya yönetimlerinin yıkılmasına neden olan direniş bugün Suriye’de “özgürlük isteyen halkların katliamlarıyla” devam etmektedir. Başlarda bir halk direnişi olarak çıkan olaylar, sonrasında aslında durumun hiç de öyle olmadığını gösterdi ve yönetimleri yıkılan bu ülkelerde halk, eskisinden daha fazla acı çekiyor ve daha fazla tutsaklık içerisindeler. Özgürlük diye adına Arap baharı denilip halkları ve inanç sahiplerini heveslendirerek yola koyan sistemlerin aslında, eskiyi yıkıp, yerine eskisinden daha ceberut olan ve kendi kontrollerindeki sistemlerini inşa etme niyetlerini görüyoruz. Yol ve yöntemi eksik hatalı olduğundan dolayı iç savaşın yaşandığı bu ülkelerdeki halk ve inanç sahiplerinin “keşke hiç ayaklanmasaydık” diyen seslerini duyar gibiyiz. Bir Irak örneği hala yaşanmaktadır. Özgürlük gelecek diye ayaklananlar, herhalde her gün bombaların patladığı bir ülke için ayaklanmadılar!

İşte Sayın Öcalan’ın yol haritası ve eylem planı, yöntem ve sorunlara yaklaşımı diğer ülkelerdeki gibi olmadığı için aslında net olarak anlaşılamıyor veya anlaşılmak istenmiyor. Tıpkı “devrimciliğin ölüm ile sonuçlanırsa adına ancak devrimcilik denir” anlayışında olduğu gibi biz Ortadoğu halklarında, kan ve zor olmazsa özgürlük gelmez anlayışı hâkimdir.

Ondandır ki Sayın Öcalan, başlatmış olduğu sürecin adına “Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etme” süreci dedi. Eğer bu olmazsa elli bin kişiyle halk savaşı olur dedi. Yine ondandır ki KCK: 2013 yılına iki eksen üzerinde giriyoruz; Birincisi ve önümüzdeki hedef 2012 yılındaki alan hâkimiyetini bu yılda tamamlamak ve savaş ile sonuç almak. İkincisi; Önderliğimizin devlet ile olan görüşmelerinden çıkan sonuca ve Önderlik perspektiflerine göre “demokratik zeminde sonuç almak”. Birinci ekseni bekletiyor ve biz tercihimizi doğru bulduğumuz ikinci eksen yönünde kullanıyor ve Önderliğimize bağlılığımızı yineliyoruz, dediler.

Şuanda konjonktür savaşa değil anlaşmayla götürülebilecek demdedir. Savaş yapmak kolay ve on yıllardır zulümkar sistemlere karşı savaşlar veriliyor. Ancak tek bir hakikatli çözüm bulunmuş değildir.

Ortadoğu’nun kaynadığı böylesi bir süreçte kimse gücünü riske atamaz. Altını çiziyorum “eğer bir umut varsa –ki var-“; Bu süreçte Özgürlük hareketi kadar Türk devletinin de savaşmasının sonuç alıcı bir yanı yoktur. Neyin ne olacağı belli değil. Her yer yangın yeri ve dün ezilen halk ve inançlar bu yangın yerinde yarınlarda da ezilebilirler. Ne Öcalan’ın ve PKK hareketinin ve nede inanın Türk devletinin “zar atma” lüksleri yoktur. PKK çok güçlü ve Kürdistan’da söz sahibidir; askeri olarak Devleti zorlayabilir ancak zorla kabul ettirilen isteklerin anlamı olmuyor. Devlet’te güçlü ve NATO’nun ikinci büyük ordusudur; PKK’yi zorlayabilir ve bu devlet için içinden çıkılmaz daha farklı sonuçlar da doğurabilir.

Öcalan’ da, PKK’de, Devlet’te bunun farkında ve böylesine parçalanmanın eşiğinde olunabilecek bir süreçte “anlaşmak” istiyorlar. Anlaşılması gereken Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu’da sadece Kürt, Türk, Fars ve Arap halklarının ve inanç olarak da sadece İslam inancının olmadığıdır. Özgürlük isteniyorsa, bu sadece bir halk ve bir inanç için değildir, olamaz.

Sürecin tehlikeleri elbet vardır.
Sayın Öcalan'ın başlatmış olduğu "Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etme” süreci salt Kürt halkı için değil, bütünlüklü olarak Ortadoğu halk ve inançları için işletilmek isteniyor. Eğer "yol haritası ve eylem planı" hakikatli bir temelde işletilirse alınan sonuçlar "ne Irak, Fas, Tunus, Mısır ve Libya, ne de belirsiz olan Suriye" gibi olmayacaktır. Sömürgecilerin yol ve yöntemlerinin nasıl sonuçlandığını ve ezilen halk ve inançların aslında daha fazla ezilip yok edilmek istendiği sonucu ortadadır.

Bu süreci bütünlüklü anlamak ve ucuz yaklaşmamak gerekiyor. Sürecin olumlu gitmesi demek özelde Kürdistan ve Türkiye, genelde de Ortadoğu'daki halk ve inançların zaferi demek olacaktır.

Sayın Öcalan hem kendisine ve hem de PKK'ye güvenmekte ve süreci bundan dolayı en güçlü oldukları dönemde başlatmış bulunmaktadırlar. Bu sürecin önünde kim ve hangi çevreler durmaya çalışırsa inanın o çevreler yok olup gideceklerdir. Türk devleti ve AKP'ye rağmen süreç işletilecek ve eğer Devlet ve AKP direnirse, bırakın AKP'yi Türk devleti diye bir şey kalmayabilecektir.

Bu süreçte yok olmak istemeyen tüm ezilen halk, inanç ve çevrelerin hakikat temelinde Sayın Öcalan ve PKK'ye güvenmeleri, inanmaları ve destek sunmaları gerekmektedir.  Süreç ne olursa olsun Sayın Öcalan’ın “ne eskisi gibi yaşayacağız, ne de eskisi gibi savaşacağız” söylemi tüm çevrelerce, mutlak hakikat temelli anlaşılıp bilince çıkarılmalıdır.

Önümüzdeki süreçte ya Ortadoğu’daki tüm halk ve inançlar birbirleriyle boğazlaşacaklar ya da Sayın Öcalan’la, yeni şafakların doğuşuna şahitlik edecekler.


Kadınlar, entegre stratejiyle evlere hapsediliyor



Türk devleti kurulduğundan bu yana en fazla kadın ölümleri, AKP iktidarı döneminde oldu. Birinci ve ikinci dönemini “çıraklık” olarak adlandıran Erdoğan’ın üçüncü, yani “ustalık” döneminde de kadın katliamlarında değişen bir şey olmadı. Son on iki yılda erkekler tarafından katledilen kadın sayısı binlerle ifade ediliyor. Erdoğan hükümetinde 2012 istatistiğine bakıldığında erk-egemenliği daha fazla artış göstermiş ve erkeklerin kadınlara dönük taciz, tecavüz ve katliamları geçen yılları aratmıştır.

Kadınlar evlere hapsedilmek isteniyor!

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayınlanan “hane halkı işgücü istatistiklerine” göre Kadın işsizler, geçen yılın aynı dönemine oranla daha fazla artmış bulunuyor.

Peki acaba Kadınlar neden işsiz kalıyor? TÜİK’in açıklamış olduğu bu istatistiğin “nedeni” nedir?

Hatırlanacağı üzere Erdoğan’ın onlarca kez üzerine basa basa vurguladığı “üç çocuk” projesi vardı ve hala da her fırsatta dile getiriyor. Kimi yerlerde 3 yerine 5’e çıktığı da görülüyor.

Bir çocuğu olan ikinci ve durmadan üçüncüyü, üç-beş çocuğu olan kimi Erdoğan sevdalıları da “belki bu sözde bir keramet vardır” diyerek birkaç taneden bir şey çıkmaz deyip, sayıyı daha da çoğalttılar. Erk-egemenlikli zihniyete göre hava hoş; nasıl olsa kadındır, adı annedir, çocuğunu yapsın, görevi nedir denilerek, istemeyen eşlerine de tecavüze varan şiddet uygulayarak çocuk yapmaya zorladılar.

Erdoğan’ın “üç çocuk” talebine karşı bir çok tahmin yürütüldü ancak “kadınları eve haps etme” niyetinin bu kadar açığa çıktığı bir durum hiç görülmedi.

AKP hükümetinin tüm projeleri “entegre strateji” ekseninde olduğu için çocuk yapan kadına Esnek çalışma sistemi palavrası adı altında maddi destek sunma projeleri geliştirdiler. Bu projeler bir zümrenin ideolojik zihin yapısını yansıtmakla birlikte, her şey Avrupa standartlarına göre tertiplenerek pratikleştirilmek durumunda ki çevrelerden tepki gelmesin.

AKP’nin Kadına biçtiği; “Git evinde otur, çocuk yap” rolüdür.

Herhalde Sayın Erdoğan annelere; “Üç-beş çocuk yapın” diye seslenirken, kadınların işsiz kalacağını ve dolayısıyla eve hapsolacağını biliyordu.

Yine bir kadın olan ancak erkek zihniyetiyle çalışma yürüten Fatma Şahin’in müjdeymiş gibi sunduğu “esnek çalışma sistemi” de, tam olarak kadınların ekonomik özgürlüğünü elinden alma, fazla çocuk yaptırarak da eve hapsetme sistemidir.

AKP hükümetinin entegre stratejisi ekseninde Kadınlarımız, toplumsal alandan koparılmak ve evlere hapsedilmek isteniyor.


11 Nisan 2013 Perşembe

Hizbullah’ı gösterip Fetullah’a razı etmek



Türk polisi tarafından başına ateş edilerek katledilip Dicle nehrine atılan Murat İzol’un cenazesinin bulunduğu gün ne hikmetse, Dicle Üniversitesi’nde olaylar başlıyor. Sanırım aynı gün olayların çıkması Kürt halkının Murat İzol için gösterecekleri tepkinin önüne geçme amaçlı olsa gerek!

İzol’un katilleri ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorken, yeni katiller Amed halkının arasına sokulmaya çalışılıyor.

Peki D.Ü.’deki olaylar nasıl başlıyor?

Olayları birebir yaşayan bir öğrenciden aldığım bilgilere göre;

Halk tarafından Hizbi-şeytan olarak tanınan ancak kendilerine Hizbullah adını veren bir grup, D.Ü. Mimarlık Fakültesine gelip afiş asmak istiyorlar. Cafe’ye girdikleri sırada içlerinden bir iki kişi bir masada oturan Yurtsever öğrencilere laf atıyorlar. Nedensiz laf atmadan sonra yaşanan ağız dalaşı sonrası diğer öğrencilerin araya girmesiyle provokasyon yaratan grup ellerindeki afişlerle birlikte oturuyorlar.
Öğrencinin aktardığına göre ortam gergin ve malum grup mafyavari bir şekilde konuşmaya ve öğrencilere tehdit savurarak ellerindeki afişi asmaya çalışıyor. Buna rağmen provokasyona gelmeyen Yurtsever gençlerden biri malum gruptan bir kişinin yanına tam yaklaşıp konuşmaya çalışacakken kendine Hizbullahçı diyen kişi Yurtsever öğrenciye yumruk atıyor ve tam o sırada cafeye ellerinde sopa ve bıçaklarla 15-20 kişilik grup giriyor.
Yine öğrencinin aktardığına göre geliş nedenleri resmen provokasyon ve hazırlıklı gelmişler. Yoksa tam o sırada o kadar kişi kimden nasıl bir haber aldı da yumruk atıldığı an cafeye gelebildi! Gelen grup ile afiş asmak isteyen grup birleşerek, cafedeki 6-7 kişiyi linç etmeye çalışıyorlar ve olaylar böyle başlıyor.

Zaten vakit geçmeden olaylar ile ilgili videolar medyaya düştü ve tüm herkes de gördü ki Hizbullahçılar ve Polis el-ele. Video’da izlediğimiz görüntünün aynısı alışageldiğimiz bir görüntüydü ki zaten batıda da, Faşistlerle Polisler her zaman el ele Kürt gençlerine karşı saldırıya geçiyorlar.

Otobüsle alana taşınan malum çevrenin Polisler eşliğinde Yurtsever öğrencilere saldırması sonrasında kendini Hizbullahçıların sözcüsü diye tanıtan kişi de, tüm okulca tanınan tespitli bir sivil polis. Son yirmi yıla yakın bir süredir adından söz ettiremeyen malum çevre, Polislerin kontrolünde tekrar ismini duyurmayı başardı.

Tam da Fetullah Gülen cemaatinin Kürdistan’da Kürt gençlerini Türkleştirme, fuhuş bataklığına çekme, Eroin ve diğer maddeler ile yozlaştırma plan pratikleri deşifre olmuşken adeta cemaate bir can suyu ve Cemaatin “askeri kanadı” olma hevesinde olan Hizbullahçılar da nereden çıktı demeyin!

Tıpkı “ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek” gibi, nasıl MHP’yi gösterip AKP’ye razı gelinmesi istenmişse, şimdi de Hizbullah’ı gösterip Cemaat’e razı etmeye çalışıyorlar.

Evet Hizbullah’ın Kürdistan’da adı ve sanı yok; sadece eskiden kalma ismi var. Hizbullah nasıl geçmişte kendisini Jitem’e kullandırıp taşeronluk yaptıysa, öyle görünüyor ki yeni iktidarın da taşeronluğunu yapacak. Ama bu defa yoğunlukta Hizbullah militanları değil Türk devletinin derin devleti denilen, aslında öyle pek de derin olmayan gücü yapacak. Bu gücün adı Jitem’mi yoksa Hançer’mi bilinmez ama eğer Kürdistan’da Hizbullah adıyla tek bir eylem yapılırsa herkes bu eylemi resmen Türk devletinin yaptığını kabul edecek. Böyle bir ortamda da Sayın Öcalan’ın iyi niyeti suiistimal edilmiş sayılacak belki bir tıkanıklık yaşanıp süreç kaotik ortama evirilecek veya süreç işlerse dahi, çok kan dökülerek işletilecek.

Türk Başbakanı Erdoğan’ın; “Bu ülkede hala derin devlet var ve görevine devam ediyor” söylemi, kendisini kurtaracak bir açıklama olmadığı gibi içinden geçtiğimiz süreçte de doğrulanıyor. Söz edilecek ve yürüyecekse bir barış süreci, bu süreçte bu ve buna benzer olaylar yaşanırsa sorumlu da, direkt olarak iktidarı ve tüm devlet kademelerini eline geçirmiş olan Erdoğan ve Cemaat olacaktır.

Diğer taraftan “bu olayların devam etmesi demek” Kürt Hamas’ı yaratmanın süreci geldi demek anlamına da gelecektir. Eğer niyet bu ise, ne Kürdistan’da ve ne de Türkiye’de hiç kimseye rahat uyku yok demektir.

Kürt halk önderi Sayın Öcalan tarafından başlatılan Kürt sorununun demokratik çözüm süreci sırasında başlayan bu olayların bir tesadüf olmadığını biliyoruz. Tesadüf olmayan bir diğer ayrıntılar dizisi de;
Olayların çıkış gününün İzol’un cesedinin defnedildiği gün,
Bahanesinin “afiş astırmama” oluşu,
Saldırıların Polis kontrolünde olması,
Sözcü denen kişinin de öğrenci maskesiyle Polislere bilgi veren ve Sivil Polis olduğu herkesçe bilinen tanınmış sivil polis olmasında gizlidir.

Görünen o ki amaç; “Hizbullah’ı gösterip Fettullah’a razı etmek” ve Özgürlük hareketince gerekli tedbirler alınmasa da bu duyulan, Kürt Hamas’ının ayak seslerinden başkası değildir.


7 Nisan 2013 Pazar

Murat İzol’u biz öldürdük!



İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi Madde 20:
“Her şahıs saldırısız toplanma ve dernek kurma ve derneğe katılma serbestîsine maliktir”.

Bundan on iki gün önce Amed’in Fiskaya mahallesinde Polis’in kovalaması sonucu kendisini Dicle Nehri'ne attığı iddia edilen ve o günden bu yana haber alınmayan 19 yaşındaki lise öğrencisi Murat İzol'un cesedi kafasında kurşunla 13 gün sonra Ongözlü Köprü’de bulundu.

Bu olayın Sayın Öcalan’ın Türk devletiyle gerçekleştirdiği müzakere sürecine denk gelmesi üzücü olduğu kadar manidardır. Bir üzücü ve manidar olan da 13 günlük süre içerisinde İzol için “demokratik toplumsal bir tepki” verilmemesidir.

Yıllar önce Yunanistan’da 15 yaşındaki Alexis Grigoropoulos isimli bir genç polislerin kurşunuyla yaşamını yitirmiş ve Yunanistan’ın Devrimci örgütleri gençlerin serhıldanını örgütleyerek Hükümeti düşürmeye kadar demokratik eylemlerini sürdürmüşlerdi. Gençlerin bu direniş ve protestoları bütün dünya kamuoyunca izlenip destek görmüştü.

Neden? Çünkü gençlerin düzenledikleri eylemler “demokratik bir tepki, kutsal ve meşru” idi.

Murat İzol için ne Kürdistan’da ve ne de Türkiye’de hiçbir tepki verilmedi. Gözleri kör, kulakları sağır ve dilleri lal eyleyen bu durum herhalde “barış süreci” değildi!

Bu süre zarfında örgütlü güçler sessiz kaldı ve halkın öncüsü olmadılar!

“Sessiz kalmak köleliktir, ses çıkarmak ise özgürlüğün ve insanlığın gereğidir.”

Nerede bir haksızlık ve zulüm varsa ona karşı gösterilecek olan tepki demokratik ve aynı zamanda meşrudur.

Evet gençlerin bu direnişi tarihin ilk gerillası ve devrimcisi olan Spartaküs’ün ülkesinde yapılmıştı ancak Kürt halkının direniş tarihi ve önderlik gerçekliği de bir o kadar köklü olmasına rağmen neden Murat İzol için hiçbir tepki gösterilmedi?

Biz, içinden geçtiğimiz sürecin adına bir “barış süreci” diyoruz. Her ne kadar AKP cephesinde bunun tersi pratiklerini görsek de Sayın Öcalan’ın yürüttüğü süreci sahipleniyor ve destek veriyoruz. Sayın Öcalan, AKP’ye rağmen ve dönüştürülebilirse süreç ve zihniyetleri, demokrasi ve barışa çekmeye çalışıyor. Evet, bu bir süreç! Ancak süreç böyle diye de, onurumuzdan ödün verecek halimiz olmamalı.

Süreç işte tam da Türk polislerinin bu ve buna benzer tutumlarına karşı demokratik tepki ve direniş koyma sürecidir. Sürecin barışa evirilebilmesi için bizler, “zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var”, demezsek eğer süreç nasıl hakikatli bir şekilde işleyecek?
Süreç nasıl olursa olsun, baskı ve zulüm nereden ve kimden gelirse gelsin ona karşı koymak insan olmanın gereğidir. Yine aynı şekilde, baskıya ve zulme ses çıkarmamak onursuzluğu ve düşkünlüğü kabul etmek, demek olacaktır.

Her süreç, zaman ve koşulda baskı ve inkâra karşı güçlü sesimizle haykırmalıyız. Tek-tek hiçbir şey olabiliriz! ama o teklerin oluşturduğu halk kitlelerinin istedikten sonra her türlü geri anlayışı demokratik eylemlilikleriyle püskürtebileceğini de unutmamalıyız.

Unutmayalım ki şimdi biz sustukça “barış süreci” de anlamlı, onurlu ve hakikatli bir şekilde ilerleyemeyecektir.

Süreç, demokratik eylemlilikleri susturmuyor. Asıl şimdi eylem zamanıdır. Bir can yitiyor, günlerce haber alınamıyor ve devrimci örgütler sessizliğe bürünüp halkı hissizleştiriyorlarsa bir gariplik vardır.

Evet bir süreç var ama bu kadar da olmaz ki? Bu ve buna benzer pratikler her geçen gün devam etmesine rağmen, “Süreç baltalanır korkusuyla” hareketsiz kalmak ne kadar doğrudur?

Bir barış süreci var ve “demokratik eylem” falan yapılamaz diyenler varsa onların aklına şaşmak gerek. Eğer bugün Murat İzol için demokratik tepkimizi gösteremeyeceksek, ne zaman göstereceğiz?

Demokratik tepkimizi göstermezsek ne mi olacak?

Yine işte Ceylan Önkol’un davasında olduğu gibi takipsizlik kararları çıkacak. Roboski katliamı gibi olayın içinden sıyrılacaklar. Amed zindanları ve Esat Oktay’lar geri dönecek. Kafalarına demir çubuklarla vurulan tutsaklar, tekrar olacak. Sağmalcılar, Ümraniye, Buca, Ulucanlar, Çanakkale, Çankırı ve Adana cezaevlerinde kepçeler, dozerler, panzerler ve helikopterlerle operasyonlar düzenlenip cezaevi duvarları yıkılacak ve insanlar diri-diri yakılacak.

Zamanında 6-7 Eylül olaylarına Demokratik tepkiler gösterilseydi Maraş’ta Alevi halkının kapılarına çarpı işareti konarak 100 den fazla insan çoluk çocuk demeden katledilir miydi? Gazi mahallesinde kahvehaneler taranır ve onlarca insan katledilir miydi? Kadınlarımız coplanır ve genç kızlarımız saçlarından sürüklenerek öldü sanılarak bir köşeye atılır mıydı?

Sivas’ta 37 can ve bir o kadar aydın cayır-cayır yakılır mıydı?

Musa Anter, Vedat Aydın, Muhsin Melik, Hafız Akdemir, Savaş Buldan ve Hacı Kara’ya ses çıkarmadığımız için değil midir ki Uğur Mumcu’lar, A.Taner Kışlalı’lar, Hrant Dink’ler, Bahriye Üçok’lar ve en son Sakine’ler katledildi.

Erdal Eren’in 17 yaşındayken idam edilmesine karşı demokratik tepki gösterilmediği için Uğur Kaymaz’lar 12 yaşındayken 13 kurşunla katledilmedi mi?

Diyarbakır’da Koşuyolu parkında kendisine TİT adını veren terör örgütü tarafından Zilan’ların, Şilan’ların, Maide’lerin, Rojhilat’ların öldürülmesine karşı demokratik tepkimizi yeterince ortaya koysaydık Ankara da, İzmir de yine aynı katiller tarafından bombayla insanlar katledilirler miydi?

Barış sürecindeyiz ve bu ve buna benzer daha birçok olay yaşanabilir ancak bizler eğer bu olaylara karşı “demokratik tepkimizi” ortaya koymaksak, ne yani bizler yoksa Hz. İbrahim’i yanmaktan kurtaran Rabbin serinletici diri suyu mu olacağız ne olacağız?

İncil der ki; “Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak” daha ne zamana kadar gerçeklerden kaçacağız?

Hz. Muhammed; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”demiş. Müslüman isek ve Ehlisünnetim diyorsak bu neyin suskunluğu?

Hz. Ali değil midir “Haksızlık önünde eğilmeyiniz, çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz”! diyen.

Atatürk değil midir “Meriç kıyılarında çalışan köylünün kaybolan sabanından tutunuz da, bu vatan da yaşayanların uğrayacakları en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından siz mesulsünüz” diyerek o zamanki devlet yöneticilerini uyaran.
Marksist-Leninistler, Marks ve Lenin değil miydi “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşiniz” diyen.

Bizler!

Evet evet biz-biz; öyle sağımıza solumuza ya da arkamıza bakmayalım bu yazıyı okuyan, Devrimci örgütler, Kürt örgütleri ve dolayısıyla insan diye geçinen bizler;

Ne kadar Hz.ibrahim’in soyundanız? Ne kadar Hz. Muhammed’in yaşantısı gibi yaşıyor ve hadislerini dinliyoruz?
Biz Hz. Muhammed’in “Kutlu doğum haftasına” katılacaklarımız, bizler ne kadar samimiyiz?
Ne kadar Hz. Âliyi seviyoruz?
Yeri geldi mi mangalda kül bırakmaz ve kendimize devrimci, demokrat, Marksist, Leninist ve Maoist deriz, hani nerede o büyük dayanışma gücümüz?
Söyler miyiz; Bizler ne kadar insanız?

Evet, Amed’deki örgütler, sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderleri, onlar da eksik ve hatalı davrandılar ancak insanlık mücadelesi sadece Öcalan ve Kürt özgürlük hareketinin omuzlarında mı?
Bizler her türlü haksızlığa ve zulme karşı mücadele etmez, demokratik tepkimizi yerinde ve zamanında ortaya koymazsak, nasıl insanız, onurluyuz diyeceğiz?

İzol için Demokratik tepki kutsal ve meşru idi!
Bizler bu tepkimizi ortaya koymadığımız için diyorum ki İzol’un katilleri bizlerden başkası değildir.