9 Eylül 2018 Pazar

Kürde her yıl 1915, her yıl 6-7 Eylül / Yeni Özgür Politika gazetesi



Hem yaşayanların dilinden, hem anlatılanların ve hem de kaynaklarda yer bulan şekliyle 24 Nisan 1915-17 arası tarihlerde Ermenilere karşı bir katliam gerçekleştirildi. Ermeniler kimilerinin katliam, kırım ya da soykırım dediğine, "büyük felaket" diyor. Öyle ki "soykırım" kelimesi 1943'te kabul edilen bir kavram oluyor. Milyonlarca Ermeni'nin etkilendiği bu 'büyük felaket'te tehcir, katliam ve ileri açlık yaşatıldı. Faşistler ve yobazların Ermenilere yaşattıkları hala hafızalardadır.

Yine 6-7 Eylül 1955'te İstanbul ve İzmir'de Rum, Ermeni ve Yahudilere karşı gerçekleştirilen bir pogrom (ev, iş ve ibadet yerlerini tahrip, insanları dövmek, yaralamak, tecavüz etmek veya öldürmek anlamına gelen) yaşatıldı. Hafızalarda derin yaralar açan bu olaylar elbette bir siyasal sürecin içerisinde gerçekleştirildi: "Dönemin iktidarı Demokrat Parti, zorlaşan ekonomik durum ve yüksek enflasyonla hayat standardı düşen kesimin güvenini kaybetmişti. Tarihe, "Gladio'nun Türk kolu olan Seferberlik Tatkik Kurulu'nun yanı sıra Kontrgerilla ve MİT'in selefi olan Milli Emniyet Hizmeti tarafından planlanarak destek sunulduğu" kaydı düşürülmüştü. 

Yine bizzat dönemin Özel Harp Daire Başkanı ve aynı zamanda emekli Orgeneral olan Sabri Yirmibeşoğlu tarafından: 6-7 Eylül "başarılı bir özel harp işidir" denilerek olayları çıkaranlar olarak, sahiplenilmişti. Tanık anlatımlarına göre olayların ertesi gelen Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan olan Adnan Menderes'e dönerek, "Adnan, bu muydu yapacağın" diyerek azarlamıştı. Adnan Menderes'in bu olaylardan bir kaç yıl sonra bir darbe sonrası idam edilmesi ise dikkat çekiciydi.
6-7 Eylül olayları için paragrafın uzun tutulmasının nedeni, bir yönüyle, 1915 olaylarını tertipleyenlerin zihniyetini ele vermek açısından önemlidir.

Türkiye tarihinde sadece 1915-17 ve 6-7 Eylül 1955'ler yaşanmamıştır. Ülke tarihi neredeyse katliamlar tarihidir. Alevi , Êzîdî ya da Müslüman Kürtler Türkiye'de her daim katliama uğratılanların adresi konumundadır. Sistematik kırımlarla bir halk ve sahip olduğu inançlar yok edilmek istenmektedir. Kürtlerin, Alevi ve Êzîdî Kürtlerin kırımdan geçirilmelerinin nedeni sadece ne bir devlet ne de yalnız başına (Müslüman, Musevi ve Hıristiyan gibi) bir Din değildir. Neticede hem Alevilik hem de Êzîdîlik, diğer dinlerin öncesinden günümüze gelen iki kadim inançtır; bu yönüyle de direkt hedeftirler.

Zilan katliamı! 1930 yılında gerçekleştirilen katliamda on binlerce insanın Zilan deresine atıldığı tarihi kayıtlarda mevcuttur. Şark Islahat planı kararnamesi ile Şeyh Sait 'isyanı' ile başlayan katliam Kürt aristokratlar ve din adamlarını hedef almış Zilan'a kadar katliamlar devam etmişti. Zilan katliamını o dönem manşetine alan 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle yazıyordu: "Ağrı Dağı tepelerinde tayyarelerimiz şakiler üzerinde çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk'ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur."

1937-38 Dersim katliamı! Dersim her dönem örgütlü bir yapıya sahipti. Osmanlı döneminden Cumhuriyete ve hatta "38 kırımına" kadar da bu örgütlü yapı çeşitli zamanlarda kırılmaya, birlik dağıtılmaya, inanç ve dil asimilasyona uğratılmaya çalışılmış ancak başarılı olunamamıştı. 1876 ile başlayan irade kırma çabaları 1935'te Tunceli kanunu ile isme yönelmiş ve hazırlıklar üst aşamaya çıkarılmıştı. 1937-38 yılları arası gerçekleştirilen katliamların bir nedeni de 1915 Ermeni soy-kırımında Dersimlilerin Osmanlı'ya karşı kısmen Ermenileri koruma ve yanlarında olmalarıydı. Diikat edilecek olursa; Dersim'de gerçekleştirilen büyük kırım yetmemiş olacak ki Türkiye günümüzde de Dersim'in doğası, dağları, vadileri ve canlıları ile bitmek tükenmek bilmeyen bir savaş halindedir. Bu doğa, inanç ve bir halka karşı sistematik olarak işletilen bir soy tüketme ve bir inancın yozlaştırılma çabasından başka bir şey değildir.

İnsanlığın utanç tarihi olarak kayıtlara geçen Enfal ve Halepçe katliamları! Yine Maraş, Çorum, Sivas ve Roboski, katliamlar silsilesinin sadece bir kaçıdır.

73. Ferman! Tarihin kadim halkının sahip olduğu yine kadim bir inancın temsilcileri olan Êzîdîler neredeyse tüm hegemonik güçlerin laboratuar ürünü olan DAİŞ tarafından büyük kırıma uğratıldılar. DAİŞ yine aynı 1915 olaylarındaki faşist ve yobaz kesim gibi pratikler sergileyerek tarifi imkansız trajedilere sahip bellekler oluşturmuşlardır.

Kobanê katliamı! DAİŞ eliyle sergilenmiş bu katliam ve vahşetin boyutları anlatılamayacak düzeylere varmıştır. Kobanê, sadece sünni Kürtlerin değil, kısmen Türkmen, Ermeni, Arap, Süryani ve aynı zamanda inanç olarak Êzîdî, Alevi ve Hıristiyanların da yaşadığı kozmopolit yapıya sahip bir şehirdi. DAİŞ başta Kürtler olmak üzere tüm bu kesimlere karşı vahşet sergilemiş ve deyim yerindeyse tüm bu alanları yakıp yıkmıştı.

Daha öncesinden Rum, Ermeni ve Yahudi katliamlarına imza atanlar yüzyıldır Kürtlerin yakalarından düşmemişlerdir. Özellikle Kürtlere karşı da özel bir yönelimin olduğu nettir. Dikkat edilirse katledilen Kürt'tür. Katliamlara uğrayan inançların mensubu olduğu ırk Kürt ırkıdır. İnancı Alevi, Êzîdî ve Müslüman da olsa katledilen Kürt'tür. Hedef alınan hem bir ırk ve hem de inançları ile coğrafyasıdır. Seçim süreçlerinde batı illerindeki parti binalarının yakılıp yıkılması bir yerde de pogrom ve Kürdün katliamlar tarihine bir göndermedir. Sokakta, okulda ve inşaatlarda Kürtlerin linç edilmeleri katliamlar tarihine bir göndermedir. Diyarbakır mitingindeki, Suruç'taki, Ankara Gar'daki patlama ve katliamlar Kürdün belleğine göndermedir. Cizre, Sur ve yakılıp yıkılan diğer şehirler ile verilmek istenen mesaj nettir. Tüm bunlar katliamlar tarihine bir gönderme, bir uyarı ve bir hatırlatmadır.

Maalesef hem Türkiye tarihi hem de hegemonların tarihi katliamlar tarihidir. Doğa ve canlılar mı? O'nlar için önemli değildir.

Yeni Özgür Politika Gazetesi
08.09.2018
Mehmet Serhat Polatsoy

6 Eylül 2018 Perşembe

Ezidiler neden ve kimlerin hedefindeler / Yeni Özgür Politika gazetesi



Ezidiler ile ilgili bir çok yazar ve araştırmacının ırksal, kültürel, siyasal, ekonomik ve inanç temelli olmak üzere sosyal yaşamlarına ilişkin ulaştığı bilgiler var. Burada Ezidilerin inançlarına değinmenin dışında, neden ve kimlerin hedeflerinde olduklarını irdelemeye çalışacağız.

Kimi kaynaklarda yüzlerin üzerine çıkan fermanlar silsilesi neden Ezidiler'e reva görülüyor? Bu acaba kadim inanç ve kadim bir ırkın mensupları olmaları nedeniyle mi? Yine, farklı bir yazı konusu olsa da sormak gerek: Mesela son ferman olarak kayıtlara geçen 73. fermanda Barzani ve Zebari ailesinin rolü nedir? Barzani ve Zebari ailelerinin İsrail veya Siyonistlerle bir ilişkisi var mı? 73. fermanda İsrail ya da Siyonistlerin bir rolü var mı? Museviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar Ezidi katliamlarının neresindeler?

Ezidiler uğradıkları katliamlar nedeniyle sürekli sürgün hayatı yaşayan bir inanç ve halk olma özelliğini taşıyorlar. Hedef alınmaları hem inanç hem de mensubu olduğu Kürtlüklerinden ileri geliyor. Yaşadıkları coğrafya itibariyle Ezidiler, verimli hilalin merkezinde bulunuyorlar. Burası aynı zamanda tüm devletler ve dinlerin iştahını kabartan bir coğrafya oluyor. Mesela vaad edilen toprakların sınırları üzerinde olduklarından perdeleme ile İsrail'in açık hedefi konumundalar. Her ne kadar Şêx Adi ile bilinse de tarihi Zerdüştlüğe kadar, yani ilk tek tanrılı dine kadar gidiyor. Bu karakteri nedeniyle de Ezidilik tüm dinlerin hem esin kaynağı hem de hedefinde oluyor. Tıpkı Alevilik gibi!

Yaşadıkları onlarca katliama rağmen Ezidiler bütünüyle (DAİŞ saldırısına kadar) topraklarını terk etmediler. Daha doğrusu son ferdine kadar terk etmediler. Görünürde Müslümanların baskıları ile karşılaşan Ezidiler aslında neredeyse tüm dinlerin ortak hedefi konumundaydılar. Ezidilerin çevresinin farklı halklar ve inançlarla çevrelenmesinin nedeni de buydu. Bunun anlamı bir baskı oluşturma olmakla birlikte aynı zamanda kültürlerini yaşatmama, dil ve inançlarını da asimilasyona uğratma amacı taşıyordu.

DAİŞ öncesine kadar parça parça koparılan Ezidiler dünyanın her yanına dağılmış ve inançlarını yaşayamaz hale gelmişlerdi. Bu, bir politikaydı! İnançlarını yaşayamasınlar ve farklı inançlar ve halklarla iç-içe geçsinler ki inançlarına dair bir iddiaları olmasın: Farklı halklar ve inançlarla olan evlilikler farklı karakter ve genetiğe sahip bireyler oluşturur ve bu da uzun sürede bir inancı yok ederdi!

DAİŞ ile birlikte Ezidiler, zorla "ıslah" edilmek istendi. Ya olduğun yerde kalıp öleceksin ya da kaçacaksın. Ezidiler için kaçmak ve kalmak da aynı anlama geliyordu ki ölüm, topraktan ayrılma ve inancı yaşayamamaktı. Mesela neden şuana kadar uluslararası kuruluşlar hala DAİŞ'in kaçırdığı binlerce kadın ve çocuğun akıbetini sormuyor veya kurtarmak için girişimde bulunmuyor? Bu bir politikadır. Politikanın adı da ıslahtır.

Peki ıslah terimi nerelerde kullanılıyor? Islah: (1) Daha iyi duruma getirme, iyileştirme, düzeltme. (2) Bir hayvan ya da bitki türünden daha iyi verim alabilmek için yapılan işlem. Bu kavram çoğunlukla hayvan ve bitkiler üzerinde yapılan deneyler söz konusu olduğunda kullanılıyor. Ama bir de bir halk, yani Kürt halkı için kullanılıyor. Kısa bir tarih araştırması yapanlar bilirler ki Abdulhamit döneminde, Dersim ıslah raporu düzenlenmiş ve Cumhuriyete kadar Dersim'e bu politika ile katliamlara girişmişlerdi. Yine aynı kavram "Şark ıslahat kanunu" ile teminat altına alınarak Dersim'e "tedip ve tenkil" harekatı düzenlenmiş, Dersim kırımdan geçirilmişti.

Dikkat edin! Dersim ile Şengal-Sincar'ın, Aleviler ile de Ezidiler'in uğradığı katliamlar ve yöntemleri birbirine çok benziyor.

Tam da burada Kapitalist Modernitenin ruhunu yansıtan Pozitivizmi ve bağrından doğan Bilimciliğin toplumlar için uyguladığı yöntemin geldiği zihniyete bakalım.
Pozitivist yaklaşım sosyal bilimlerde, doğa bilimlerindeki gibi deney, gözlem ve tekniklerin kullanılmasının gerekliliğini savunarak: yeni bireyler yaratma ve var olan bireylerin karakter yapılarını çözümlemeyi esas alır. Pozitivizm için doğanın tamamındaki her canlının yapısıyla oynamak, aynı zamanda sosyal-darwinist ilkenin de gereğidir.

Yine tam da burada, "ıslahta melezlemenin önemi" karşımıza çıkıyor. Şimdi bu kavram ve yöntemin Ezidiler ile ne ilgisi var diyebilirsiniz ancak pozitivist felsefe ve aynı zamanda kendi içinden doğan Bilimcilik ile yönetilen bir dünyada yaşıyorsanız, çok ilgisi vardır.
Konumuz Ezidilik ve Kürtlük gibi dursa da içerik olarak azınlık haline getirilen, sömürülen -başta Alevilik- olmak üzere tüm kırımdan geçirilen halklar ve inançları kapsıyor.

Ezidiler, inançlarını kaybetme gibi büyük bir tehlike altındalar. Burada sadece Ezidi Kürtler'e değil, Müslüman Kürtlere de büyük rol düşüyor ki tehlike hem inanç hem de Kürtlüğü, kök hücreyi hedef alıyor. Kök hücre melezlenirse, yeni kodlara sahip bireylerin oluşturacağı yeni ama başkalaşıma uğramış bir halk oluşacak. Kürt güçleri omuzlarında, tüm dünyadaki Ezidileri tekrar topraklarına getirme gibi bir sorumluluk ve yükün olduğunu unutmamalılar. Bilinmeli ki bunun için sergilenen her pratik sömürülen, kırımdan geçirilen halklar ve inançların bundan sonraki gelecekleri için de belirleyici olacaktır.

01.09.2018
Mehmet Serhat Polatsoy

Suruç'un jeostratejik ve jeopolitik önemi / Yeni Özgür Politika Gazetesi



Tarihinde değişik isimlerle anılan Suruç, Ön-Asya ve Avrupa'ya açılan bir kapı olarak jeo-stratejik, merkez siyasi-politik ve çevresel faktörler nedeniyle de demografik açıdan oldukça önemli merkezlerden biridir. İpek Şehri olarak da bilenen Suruç, bakîr bir toprağa sahip, alüvyonlarca kaplı zengin bir ovadır. Bu anlamda tarıma oldukça elverişlidir. Suruç, tarımın dışında üç cephesinde yer alan kıraç bölgeler nedeniyle de hayvancılığın oldukça geliştiği bir bölgedir. Ayrıca At binicilik ve yetiştiriciliğinin tarihi de milattan öncesine kadar dayanmaktadır. Suruç'un İpek şehri olarak bilinmesi sadece İpek yolu üzerinde olması ve jeo-stratejik konumu nedeniyle değil, ipek yetiştiriciliğinin ana-vatanı olarak da kaynaklarda yer alması nedeniyledir.

Tarihi kaynaklarda Serug olarak da bilinen Suruç'un Hz.İbrahim ile de ilişkisi vardır. Hz. İbrahim'in Kenan Eli'ne Suruç üzerinden geçtiği yine kaynaklarca desteklenen bir gerçektir. Osmanlı arşiv kayıtlarına göre 1500'lü yıllarda Suruç'ta Ermeni, Kürt nüfusu dışında (her ne kadar tarih çelişkili olsa da) bir Yakubi nüfusundan da söz edilmektedir. Suruç, ipek yolu üzerinde olması nedeniyle, merkez olarak kadim bir coğrafyadır ve yazılı tarihi en erken M.Ö. 2000'lere dayanmaktadır. Hz.İbrahim'in şehri olarak da anılan şehir esasında homojen bir yapıya sahip değildi.

Hurri-Mitanni topraklarına dahil olan Suruç, önce Aramilerin Bit-Ad ini Devletinin, daha sonra da Asurluların egemenliği altına girmişti. Suruç'un jeo-stratejik konumu bitmek tükenmek bilmeyen işgalleri beraberinde getirmişti. Suruç'un Ortadoğu'ya açılan önemli merkezlerden biri olması işgallerin nedenini de kısmen açıklamaktaydı.

Suruç, İslam dönemine kadar sırasıyla; Persler, Selevkoslar, Orshone krallığı ve Roma imparatorluğunun egemenliği altına alınmıştı. Bu işgaller beraberinde talan ve katliamları getirmekle birlikte ilk defa demografik yapı ile de İslam döneminde oynanmıştı.

Halife Ömer'in döneminde Bizanslılardan alınan Suruç'un demografik yapısının değişmesi için 'Suruç çevresine' Araplar ve kısmen 'içlerine' de Türkmenler getirilerek yerleştirilmişti. Bu politikaya, Suruç tarihinin ilk ırksal temelli kuşatması da diyebiliriz. Suruç'un çevresinde işgal orduları değil artık, sonradan bölgeye yerleştirilen yabancı halklar da vardı. Evliya Çelebi bu konuya seyahatnamesinde de değinmekteydi.

Suruç aynı zamanda İran'ı Akdeniz'e bağlayan Tebriz-Halep kervan yolunun menzili konumundaydı ki Suruç, sadece işgal edenin değil, denize kavuşmak isteyen diğer devletlerin de iştahını kabartmaktaydı! Döneminde denize bir yol, Suruç üzerinden geçmekteydi.

Emeviler ve Abbasiler döneminde Bizanslılara karşı üs olarak kullanılan Suruç, Selçukluların eline geçmeden önce tekrar Bizanslıların eline geçmişti. Selçuklu akınları diye tarihe geçen işgaller uzun yıllar sürdü. Suruç'un çevresi Alpaslan ile Selçuklulardan Kutalmış'ın saltanat savaşlarına da ev sahipliği yaptı. Savaş Suruç'ta değildi ama bu savaşta ölen Kutalmış'ın tüm akrabaları Urfa İle Birecik arasına yerleştirilerek Suruç çevresi yine bir başka halk tarafından da kuşatılmış oldu.

Suruç'un Urfa haçlı kontluğuna dahil olması, Alpaslan'ın Malazgirt savaşı öncesi Birecik üzerinden Fırat'ı geçerek işgal amacıyla Halep'e yürümesiyle başladı. Yine Birecik'i karargah haline getiren Süleyman Şah o dönemde Antakya'yı kuşatmış ve yüklü miktarda haraç almıştı. Suriye'nin Selçuklu Meliki olan Tutuş ile Süleyman şah arasında ölümle sonuçlanan savaş sonrası Melikşah gelmiş ve bölgenin tamamını kendisine bağlamıştı. Daha sonra Melikşah'ın Tutuş ile giriştiği savaş sonrası ölümü ile başlayan iç savaş, Musul Hakimi İmadeddin Zengi'nin denetimine geçene kadar Latin'lerin Suruç-Samsat dahil Urfa Haçlı Kontluğuna sahip olmasıyla sonuçlanmıştı. Zengi'nin denetiminde bulunan Suruç, Urfa ve çevresi daha sonra Selahaddin'i Eyyübi'nin hakimiyetine girecekti.

Yaklaşık yarım asır sonra Alaeddin Keykubad Suruç'u işgal etmiş ancak çok uzun sürmeden Suruç, Harezm'lilerden önce tekrar Emevi devletinin eline geçmişti. Harizmliler, -bugünkü Kuzey Suriye'de- Moğol istilasından kaçan Türkmen beyleriyle birlik olmuş ve çevre ülkelere yağmalamalara girişmişlerdi. Moğollara yenilen Selçuklulardan sonra Suruç, Urfa ve çevresi Hülagu'ya teslim edilmiş ve Moğol istilası karşısında direnen Suruç halkı katliamdan geçirilmişti.

Moğollarca harabe bir şehir haline getirilen Suruç daha sonra Dügeri Emirliğinin hakimiyeti altına girdi. Suruç Osmanlı hakimiyetine geçtikten sonra Halep'e bağlı Urfa sancağının bir kasabası olmuştu. Harabe olan Suruç'un akarsuları, bahçe ve bol meyveleri ile doğasının güzelliği yine, Çelebi tarafından kayıt altına alınmıştı.

17. asırda Suruç, içerisinde Süryani, Yakubi Hıristiyan, Türk, Kürt ve Arapların yaşadığı bir kasaba olarak artık kayıtlara geçirilmişti. Mondros mütarekesinden sonra Suruç önce İngilizler tarafından işgal edilmiş, daha sonra da Fransızlara bırakılmıştı. Cumhuriyetin ilanı ile Suruç Urfa'nın ilçesi olmuştu ve Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar da oldukça sönük bir ilçe görünümünde kalmıştı.

Suruç toprakları yaklaşık yüz yıldır Türk Devletinin hakimiyeti altındadır. Suruç nasıl 4000 bin yıl önce bir cazibe merkezi idiyse, şuan itibariyle de aynı cazibeliğini korumakta ve işgal yetmezmiş gibi işgal içinde işgal amaçlanmaktadır.

Suruç ve çevresinin demografik yapısı ilk olarak İslam döneminde değiştirilmeye çalışılmış ve sırasıyla Araplar, Türkmenler ve Türkler asimilasyon amacıyla buralara yerleştirilmişlerdir. Her ne kadar genetik olarak heterojen olmasına rağmen ilginçtir ki Suruç şuan ruhen, homojen bir yapıdadır. Suruç ilçe, köy ve çevresinde her ne kadar çok az sayıda kalsalar da yaşayan Türk ve Türkmenler Kürtlerle kaynaşmıştır. Şuanda Suruç ve çevresinde hiç bir Türkmen'e, "siz Türkmensiniz" diyemezsiniz; kabul etmez, büyük tepki gösterirler. (Anne tarafım Türkmendir)

Bu nedenle, yukarıdaki anlam itibariyle Suruç ilçesinin tamamı şuan Kürtlerden oluşmaktadır. (Baba tarafım şuan Müslüman ama 200 yıl öncesinde Êzidî inancına sahip bir Kürttü) Moğollarca harabe haline getirilen Suruç, var olan nüfusunun dışında, Şengal'den gelen Êzidî inancına sahip Kürtleri de ağırlamıştır. Ama ilginçtir ki Suruç'un büyük çoğunluğunun kültürel ritüelleri, oyunları, giyim-kuşam ve konuşulan Kurmanci lehçeleri, fizyolojik yapılar ile kimi duaları Êzidî inancına ait kültürün devamı gibidir.
Suruç, her ne kadar ova olsa da, esasında çoğunluğu dağ halkıdır. Suruç, jeo-stratejik, jeo-politik ve bundan doğru karakteristik özelliği gereği, iradeli bir halktır. Yukarıda da özetlendiği gibi sayısız işgal girişimine sahne olan Suruç'un daha önce toprakları, son yüzyıldır da halkı teslim alınmak, zihinler işgal edilmek istenmektedir. Üstelik tüm bunlar da, her seçim dönemi dağıtılan kömür-makarna ile yapılmak istenmektedir.
Cumhuriyet tarihi boyunca iki hükümetçe Suruç'un önemi dikkat çekicidir. Birincisi Çillerli DYP, ikincisi ise Erdoğanlı AKP hükümetleri!

Suruç'un kıtaları aşmış bir su sorunu vardı. Öyle ki artık Suruç halkı kendi aralarında, "Devlet bize ceza veriyor ama susuz kalırız da, asla onursuz kalmayız" diyordu. Bölgeye pamuk ekmeyi öğreten Suruç halkıydı. Suruç halkı, DYP'yi Suruç'tan kovmuştu.
GAP kapsamında Suruç-Baziki projesi ile Suruç suya kavuşacaktı fakat Çiller projeyi değiştirerek suyun yönünü Harran-Akçakale'ye verince Suruç nezdinde zaten bir itibarı olmayan Çiller ve DYP tarih olmuş ve bir sonraki seçimlerde de zaten Türkiye genelinde kaybetmişti. Suruç'u kaybeden ve kovulan sadece Çiller değildi. Mantar gibi türeyen faizciler de Suruç'u, -ilginçtir; ta ki AKP iktidara gelene kadar- terk ederek Suruç ve Urfa dışına yerleşmek zorunda kalmışlardı.

AKP ile birlikte Suruç tekrar teslim alınılmaya çalışılmış ve Çiller'in vermediği içme suyu ve sulama suyu AKP döneminde, -halkı teslim almaya dönük- bir proje ile hayata geçirilmişti. Seçim propagandalarının birinde şuan tekrar Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan: Siyasi hayatımda iki yerde taciz edildim; bunlardan biri Hopa, diğeri Suruç'tu, demişti. Hopa ve Suruç'ta halk Erdoğan'ı protesto etmiş ve Suruç'ta Erdoğan'ın aracına Suruçlular tarafından yumurta atılmıştı.

Suruç halkı suya rağmen teslim alınamadı. Diğer belediyeler gibi Suruç halkının da belediyesine kayyum atandı. Bu yetmeyince Suruç'ta seçim öncesi provokasyon geliştirilerek, bir vahşetin yaşanmasına sebep olundu. Teslim alınamayan Suruç'un yapısı, cenazelere farklı yaklaşımların olmasına neden oldu. Tüm baskı ve şiddete rağmen Suruç halkı seçimlerde %65'i aşan bir oy oranı ile tarafını HDP'den yana koyarak iktidara, "sizi hiç bir şartta istemiyoruz" diyerek 'büyük katliama' rağmen Moğollara karşı olan direnişini hatırlattı. Bu sonuç, Suruç'tan umudun kesildiğinin göstergesi değildi elbette. Suruç, en geç 2019'da yapılacak olan yerel seçimlerde de gündeme oturacak ve mutlak anlamda ruhun teslim alınabilmesi için AKP tarafından büyük oyunlara sahne olacak.

AKP mi?
AKP artık bir tabela partisidir; uygulanan ve daha ağırı uygulanacak olan baskı ve zor günleri bizi bekliyor olabilir ama bu şeklen ve kendi zihniyetlerini tatmin etmeden öteye varamayacak. CB Erdoğan'ın seçim galibiyeti Türkiye için, sadece Ortadoğu'yu yeniden dizaynda bir geçiş hükümeti olarak görülebilir. Zira seçim öncesindeki İngiltere ziyareti ve Musevi cemaatleri ile olan görüşmelerinde yeniden dizayn ile ilgili bu geçiş sürecinde iktidarda kalmaları, Devlet'in de istediği bir sonuçtu.

Aynı zamanda "vaad edilmiş toprakların menzili" olan Suruç, önemli bir merkez ve dikkatle incelenmeli, üzerinde durulmalıdır. Bizler her şeye rağmen bu topraklarda adalet, eşitlik ve özgürlüğün tesis edileceğini biliyor ve ona göre nefes alıyoruz.

29.06.2018
Mehmet Serhat Polatsoy