27 Kasım 2019 Çarşamba

HDP'de taktiksel hatalar ve musahip olan çarmıh taşıyıcıları!




HDP şüphesiz ideolojik ve felsefi anlamda öncüllerinden aldığı mirası, strateji haline getirip buna uygun taktikler geliştiren, geliştirmesi gereken bir partidir; öyle olmalıdır. Söz nasıl kutsal ise, yol ve yöntem de öyle kutsaldır. Bu kutsallığın muhtevasında adalet, eşitlik ve özgürlük konuları başat olmak kadar, yolda yürüyenlerin de buna layık ve uygun karakterde olmaları gerekmektedir.

Stratejisi doğruya en yakın olanın taktiği, yanlışa evirilme eğiliminde değildir. Örgütlü strateji ancak, bencil, toplumsal yaşamdan kendini soyutlayan ve bu anlamda toplumsallığa kanalize olmayı adeta zül sayan, kendini örgütlü güç yada değerlerin üzerinde gören, içindeymiş gibi görünüp aidiyeti kabul etmeyen, ikrardan bihaber olan yanlış kişilerin yolu ile bir çatışma söz konusu olduğunda, yanlışa evirilme eğiliminde taktiklere neden olur. Bunun nedeni de kısmen uyumsuzluktur: İnformal ilişki ağlarıyla kendini doğuranların hakikatleri, formel eğitim kalıplarına sahip olanlarla bir çatışma haline gelir. İnformal yaşam ve eğitim nonformale açıkken, formal düşünce sistematiğinden çıkamayanların her iki yapı ile de uyumsuzluğu ortaya çıkar. 

Doğruya en yakınları harmanlayamayanlar, ne adalet, eşitlik ve özgürlüğe, ne de iradeye sahip olamazlar. İrade, büyük devrimci yoğunlaşmanın somut hali iken, umut bu inancın soyut ama pratikten azâde olmayan halidir. Yoldan sapmak, yolsuzluk, düşkünlük, yozluk ile direkt ilişkili olmak kadar, hiçbir zaman yol'da olmayanların da harcı değildir çünkü o/onlar, hiçbir zaman yol'da, çizgide, esasta, hakk ve hakikatte değildir de ondan.

Evet belki HDP resmi anlamda yani isim olarak, yeni bir partidir ama HDP'yi doğurganların hiç biri yeni değildir. Bir yerde HDP, yüzyıllık baskıcı Türk devlet sistemi ve Dünya'daki diğer faşist uygulamalar içerisinde her türden zulmü görmüş olan direnişçilerin bir umudu ve bu umudu haykıranların özgürlük senfonisidir, diyebiliriz. İdeolojik ve felsefi anlamda stratejiye bağlı kalanların her biri işte, bu anlamda da kutsaldır; çünkü onlar, çarmıhlarını sırtlarında taşıyanlar olarak söz ve yolun taşıyıcılarıdırlar. 

Yol bir çok dini ve felsefi inanışa da ışık olmuştur. Yol, kardeşlikten de öte yoldaşlıktır ve bunun da gerekleri vardır. Alevilikte olan musahiplik, konumuza örnektir; zira yolun yoldaşları, adı ve sanında adalet, eşitlik ve özgürlük olanların harcı olmalı ve onlardan seçilmelidir. Söz strateji iken musahiplik, sözün kutsallığının pratik halidir. hal böyle iken HDP, stratejisine uygun yol-yoldaşlar edinmeli, bünyesindeki sağ-liberal ve sol-sekter, doğmatik ve tasfiyeci kişilikler ile onlara hizmet edenleri bünyesinden söküp atmalıdır. Onlara farklılık olarak bakmak sadece zararlı virüsleri bünyede tutmak, yeri ve zamanı geldiğinde onların harekete geçmelerine olanak sağlamak anlamına gelecektir ki bu kişiliklerin -yerel yönetim ve meclisler gibi- aktif siyaset içerisinde varlığı HDP'ye, ideolojik ve felsefesi katılımların akmasını da engeller nitelikte ve niyetten bağımsız olup, tasfiyeciliğin de ta kendisi olmuş olacaktır.
HDP karakteri gereği, her türden inanç ve halkları bağrında taşıyan bir partidir. Her türden derken bunlara, yukarıda kimi örneklerle değinmiştik. HDP, tüm bileşkelerin bileşkesi, tüm hakikatlerin sentezi ve sadece tüm insanlığın değil, bir bütünen doğadaki tüm canlıların yoldaş örgütlenmesidir.
HDP yola çıktığı kişilikleri ideolojik ve felsefe süzgecinden geçirmeli, kişiliklerin halka layık ve en azından yukarıda verilen anlatıma sahip karakterlerden oluşmalarına dikkat etmelidir. Evet HDP bir okuldur ama kimse okula üniversiteden başlamamıştır. Önce aile eğitimi, yani parti ahlakı, sonra da birebir halk ile iç içe olma durumu söz konusu olmalıdır. Henüz ahlaka sahip olmayanlar ya da ilköğrenimini yapmadan üstün de üstü aşamalarına sıçrama yaptırılanlar, sadece mide bulandırmaya yarıyacak, vakit kaybına neden olacaklardır.

Bileşen hukuku yanlış anlaşılmış ve adeta bir sapma halini almıştır; bu yanlış ya yeniden düzenlenmeli ve rayına oturtulmalı ya da yapısal kriz halini alan bu uygulama tümden kaldırılmalıdır çünkü artık HDP'de olan herkes HDP'lidir, öyle olmalıdır. Evet, HDP radikal demokrattır ve tek bir kişiyi bile 'bileşen' olarak kabul etmiştir ama o bir kişi eğer HDP'nin ideoloji ve felsefesini anlamıyorsa onun, değil milletvekili, yerelde yönetici bile yapılmaması gerekiyor. Eğer HDP'ye gönül verdiği iddiası yada görüntüsü varsa o kişi önce olduğu köy, sokak, mahalle, ilçe yada ilde yıllarca halkın arasında yerelin örgütlenmesinde önce bir izleyici, sonra da bir katılan olarak çalışmalarda olmalıdır. Kendisini ispat eder, yani halkta karşılığı olursa belki yönetici olmalıdır. Böyle birileri milletvekili olsun denilmiyor. İlle de olunacaksa; vekil, üst düzeyde ideolojik ve felsefesi yoğunlaşmayı alabildiğine içselleştiren ve bunu temsil ettiği toplum ile birlikte yaşamsallaştıran bir birikime sahip olmalıdır.

Vekillik atanmışların, kendisini gökten zembille inmiş gibi görenlerin yapabileceği bir görev değildir. Halk nasıl adanmışsa, vekillerin de adanmışlardan, hiçbir maddi-manevi kaygı gözetmeyenlerin arasından özenle seçilmeleri gerekmektedir. Bilinmeli ki sadece adanmışların, cennet dertleri olmadığı gibi, cehennem korkuları da olmaz.

Mesela Mehmet Ali Aslan adlı eski vekil, bir HDP'li değildir. Yolun gerekleri yerine getirilmeden HDP içerisine dahil edilenlerden yalnızca biridir. HDP içerisinde maalesef böyleleri var ve denge yerine dengesiz, ki bu anlamda da ilkesiz, ölçüsüz denilebilecek taktiksel hatalardan dönülmediği sürece de var olmaya devam edeceklerdir. Bu gibilerin pratikleri bir kriz var algısı doğuruyor ama kriz HDP içerisinde değil, HDP'li olmayanların karın ağrısından kaynaklanıyordur.
HDP'nin yola adanmışlarla devam etmesi, bu gibi gereksiz kişilikleri de gündem yapmayacaktır.

27..11.2019
Mehmet Serhat Polatsoy

18 Kasım 2019 Pazartesi

Öcalan'sız HDP, Kürt milliyetçileri ve Kemalizm!



HDP'ye öneri ve kimi görüşler!
HDP geçenlerde kamuoyuna, "20 Kasım'da yapılacak geniş ölçekli büyük toplantıda, kayyımlara ve gasplara karşı öneriler, diğer öneriler ile birlikte tartışılacak. Yeni mücadele hattı, yol haritası konuşulacak ve ondan sonra kamuoyuna gerekli açıklamalar yapılacak" dedi. Elbet HDP'yi böyle bir toplantıya iten bir çok faktör vardı. Bunlardan bazıları bir yandan, seçmen, üye ve yöneticilerine dönük yoğun gözaltı ve tutuklamalar, diğer yandan yerelde resmi düzeyde HDP'yi işlevsiz kılacak belediye başkanlarına dönük siyasi soykırım operasyonları ve belediyelere atanan kayyımlar. Kayyımlar konusu haliyle seçmende büyük bir öfkeye neden oldu. Seçmen hem evde, işyerinde, sokakta ve hem de sosyal medya denilen twitter, facebook gibi çeşitli mecralarda hem kayyımlar konusunu hem de HDP'nin pratiklerini tartıştı.

Geçenlerde sosyal medyada "artık HDP belediyelerden çekilmeli" diye bir tartışma başlatıldı. Bunu başlatan kişi de deneyimli siyasetçi ve HDP'li olan Sırrı Sakık'tı. Sakık'ın twiti bireysel bir yorum olsa da bu, HDP seçmeni olan yurtsever özgürlükçü sosyalist, liberal, dindar ve milliyetçi Kürt kesimde yoğunca işlendi. Sakık'ın twiti sadece bu kesimleri değil, bir de HDP karşıtlarını hareketlendirdi ve meclis ile belediyelerden çekilmenin doğru olmayacağını beyan eden HDP'lileri hain, işbirlikçi, satılık, MİT ajanı gibi yakıştırmalarla yaftaladılar. Hakaret ve iftira ile yönelen bu kesimlerin HDP'li olmadığı aşikar. Parti eleştiri kültürü ile bağdaşmayan bir dil, üslup ve tarz ile saldıran bu çevre aynı zamanda HDP'yi tekleştirmek, parti isminden 'halkların' ibaresinin kaldırılmasını isteyen kesim oluyor. Saldırıların merkez üssü ise KDP çevreleri ve çoğunluğu Avrupa'da yaşayan HDP karşıtları oluyor. Bu çevrelerin HDP'yi hedefe oturmalarının çıkış noktası da Öcalan oluyor. Öcalan'ı direkt olarak hedef alamayan bu çevreler, farklılık ve eleştiri adı altında HDP'nin ruhuna dönük saldırılar gerçekleştiriyorlar. Avrupa'da kimi davetlere, TV programlarına konuşmacı olarak çağrılmaları için hedeflerinde Öcalan değil HDP olmalı ki kabul görsünler; yoksa kendilerini ele vereceklerini biliyorlar.

Kendilerine Kürt milliyetçisi diyen bu çevre HDP'nin Türklere, Kemalizme teslim edildiğini, HDP'nin Kürtleri devlete sattığı gibi çirkin ifadelerle iddia ettikleri görüşlerini savunarak, HDP'nin her pratiğini manipüle ediyorlar. Bu manipülasyonun özel savaş birimi tarafından yapıldığı nettir. Sosyal medyada farklı isimlerle açılan hesapların duygusal anlamda bağlı olan kitleyi, kimi HDP'li Türk arkadaşların yanlışa hizmet ettiği kabul edilebilecek pratikleri üzerinden HDP'nin esasına karşı saldırı temelinde yönlendirdikleri anlaşılabiliyor. Elbet bu saldırılar nedenli oluyor. Ortada hiçbir şey yokken kimse HDP'ye yönelmiyor, eleştirmiyor ya da saldırmıyor. HDP'nin kimi eksikleri bu yönelimlerin ortaya çıkmasına neden oluyor.

Ayrıca HDP'nin beden ve ruhunun oluşmasında mutlak emeği olan Öcalan'ın görülmemesi konusu var! HDP, Kürt halkının ezici çoğunluğunun lider olarak gördüğü Öcalan'ı ya savunmuyor ya da sadece slogan düzeyinde savunuyor. Öcalan'a yeterli sahiplenme olmaması yurtsever Kürt halkında bir kırılmaya, kimi durumlarda partisine sahip çıkmamaya dahi yöneltiyor. Buradan da anlaşılıyor ki Öcalan'ı sahiplenmeyen bir HDP, ya Kürt milliyetçisi ya da iddialardaki gibi Kemalist bir HDP olmuş oluyor. Yurtsever Kürt halkı ve özgürlükçü sosyalistler için esas olan hakikat Öcalan oluyor. Onlar da Öcalan'dan azade bir HDP'nin milliyetçi ve Kemalistler arasında paramparça edileceğini biliyorlar. Yine bilinir ki Kürtler tüm düzen partileri tarafından sadece seçimden seçime hatırlanır, sadece oy almak için kimi vaatlerde bulunmak için türlü türlü kampanyalarla Kürdün oyunu almaya çalışırlar. Başbakan ve Cumhurbaşkanı düzeyinde Kürtçe konuşmalardan, Kürdistan demeye varan slogan söylemler icra edilir ve Kürtler nesneleştirilerek seçim sonrası tekrar baskı ve zulmün hedefinde olur. Son seçimlerde bu sadece düzen partileri için değil, aynı zamanda HDP için de geçerli olmaya başladı. HDP de neredeyse düzen partileri gibi Kürtleri, seçimden seçime  hatırlar, arar ve sorar oldu.

Kamuoyuna açıklanan ve 20 Kasım'da yapılacak olan toplantı, Kürtler için büyük önem arz ediyor. HDP'ye önerim toplantıya büyük zaman ayrılması, oldu bittiye getirilip, pratikte karşılığı olmayan sloganlar eşliğinde bitirilmemesi ve toplantı çerçevesinin daha bir genişletilmesi yönündedir. Toplantı, HDP'nin örgütlü olduğu ve özellikle kazanılmış belediyelerin olduğu şehirlerde yaşayan yerel halk sakinlerinden de -kimi aydın, yazar, kanaat önderi, esnaf, işçi gibi- heyetlerin kabul edilmesi şeklinde büyütülebilir. HDP toplantıda, vermeyeceği sözü ne sarf etmeli ne de konuşmamalıdır. Bilinmeli ki seçmen artık konuşan değil, icraat yapan bir HDP istiyor. Bu nedenle toplantıda sloganlar değil, HDP'nin hakikati işlenmelidir. HDP'nin, ahlâkî-politik bir toplum hedefiyle yola çıkan, radikal demokrat ve özgürlükçü bir parti olduğu gerçeği vurgulanmalı ve tüm vekiller görevinin başına çağrılmalıdır. Görevini icra etmeyenlerin parti ile ilişkileri kesilmeli ve halk nezdinde teşhir edilmelidir.

Yine de kısaca öneri ve görüşlerimi aktaracak olursam:
Açık ve net bir şekilde belirtmek gerekirse HDP içerisinde olan herkes HDP'li olmalıdır. Bu anlamda, bileşen hukuku ve verilen imtiyazlar, herkes HDP'li diye gereksizdir. Bileşen hukuku ve verilen imtiyazlar demek 'özerklik değil, defacto parti, yani parti içinde farklı görüşlere sahip partiler, dayatmalar ve genelden azade pratikler' demek oluyor. Bu da aile içerisinde bireycilik demektir. HDP kişilere muhtaç değildir. Mesela, 'bize bir vekil, bir belediye başkanlığı, bir sözcülük vermezseniz, sizinle olmayız' diye açıktan ya da örtük tehdit edenlerin ya önü alınmalı, yani iş bu raddeye getirilmemeli, ya da teşhir edilmelidir. Özgürlük mücadelesi şahıslardan bağımsız olmadığı kadar, şahıslara bağlı da olamaz, yürütülemez ilkesi bilince çıkarılmalıdır. Birileri 'hayır' diyebilir ama pratik öyledir. Tüm bunların doğurduğu tek bir ideoloji oluyor; liberalizm. Kabul etsek de etmesek de Bileşen hukuku parti de, liberalizmi doğurdu.

Özellikle son günlerde yaşanan tartışmaların önü açılmalı, yani tüm partililer toplantıda -deyim yerinde ise- eteklerindeki taşları dökmelidir. Bilinmeli ki tasfiyeciliğin alabildiğine yaşandığı, yönelimlerin HDP'nin, yaşananlar karşısında pasif kalmasından ötürü olduğu ortadadır. Öyle, şimdi zamanı değil, ağır bir süreç yaşanıyor, bu konuyu sonraya bırakalım gibi geçiştirmeler kısır döngüleri hakikat olarak sunar ve tasfiye, kaçınılmaz olur.

Sosyal medyada partiye dönük yöneltilen, itham,  eleştiri ve saldırılar konusu için bir komisyon kurulması ve geçmişte milletvekilliğinden, belediye başkanlığına, neredeyse tüm seçimlerde kendini dayatanlardan, dezenformasyon çalışması yürütenlere, bünyede görünüp, uygun ortamı yakaladığında zarar verenlerden, manipülatörlerin pratiklerine kadar tüm konular ile ilgili yine sosyal medya yada uygun bir mecradan, olması gereken bir dil, üslup ve tarz ile cevap olunmalıdır. Milliyetçi kimliğe sahip de olsa, dil, üslup, tarz ve yöntemi saldırgan da olsa, HDP'li değil, karşıt konumda da yer alsa, ya da özel savaş birimlerinin unsurları da olsa, herhangi biri HDP'nin kimi yanlış pratiklerinden dolayı Kürt halkının hassasiyetlerinden bahsettiğinde, bazen bizim de düştüğümüz hata gibi, "bu kişi eleştirmiyor, saldırıyor, bu unsurdur, bu ideolojik olarak karşıttır" gibi itici yorum, söz ya da pratiklere girişilmemeli, ya doyurucu sözler sarf edilmeli ya da derhal bu yönlü pratikler sergilenmelidir. HDP'liler birbirlerine düşürülmemelidir. Ya da HDP'liler ile HDP karşıtları karşı karşıya  getirilmemelidir. HDP resmi anlamda kendini savunmalıdır.


Bilindiği üzere HDP'nin sahip olduğu ideoloji alabildiğine şeffaf ve çözüm odaklıdır. Yine bilinmeli ki tıkanıklığın olduğu yerde HDP değil, liberaller ve tasfiyeciler cirit atıyor demektir. Hem liberal hem de sekter yaklaşımların tasfiyeciliğe götüreceği net iken, açıkçası bu gibi durumlarda anlık ve hızlı olarak müdahaleci olmamak niyetlenen, yada niyetten bağımsız tasfiyeciliğin dümenine su taşımak anlamına gelecektir.
Toplantıda herkesimin rahat konuşması için yeterli gün ve vaktin yaratılması, herkesin netleşmesi gerekmektedir. Ya netleşerek yola devam edilmesini istemek, ya da kimsenin zorla partide tutulamayacağını söylemek gerekiyor.
HDP'nin hesap verir bir parti olduğu net iken, iki elin parmak sayısını geçmeyen vekillerin dışındaki vekillerin pratik sahada olmamasını seçmene açıklamak gerekiyor.
Ya bu vekillere gerekli yaptırımlar uygulanır yada olursa eğer bir daha böyle vekiller yada belediye başkanları, Kürdü yada enternasyonalisti ile her şeyini özgürlük mücadelesine adayan seçmene layık görülmez.


HDP'liler ancak HDP'nin dil, tarz ve üslubuna sahip olur, bu özellikleri tekrar tekrar ihlal edenler HDP'li değil, ancak HDP içerisine yuvalanan ya çıkar grupları, ya istihbaratçılar, ya asalaklar, ya da partiyi yeterince tanımayan, tanımak için özel çaba sarf etmeyen, öğretilmeyen, çevresindeki HDP'liyim diyenlerin dil, üslup ve tarz ve yaşamlarını taklit eden, gerçekten bilmeyen ama iyi niyetlilerdir.
HDP'liler, bir HDP'li gibi konuşmalı. Bir başka parti, anlayış yada ideoloji ağzı ile konuşmamalı, pratik sergilememeli, buna olanak tanınmamalıdır. Yine, HDP'ye gelirken, gelenlerin ırk, cins ve inancına bakılmıyor ama kapıdan girmeden önceki gömleği ile de alınmıyor, alınmamalı.
Farklılık ayrıdır HDP içinde farklı ideolojileri yaşatmak ayrıdır. Buna yöntemlice son verilmesi gerekmektedir çünkü HDP zaten  tek başına yetiyor. Zira HDP'nin başka, içinden çıkan öte zihniyetlerin başka stratejileri olduğu düşünülüyor!


Bir bileşen hukukundan bahsettik ve bileşen hukukunun ya lağvedilmesi yada düzenlenmesi gerekiyor dedik. Eğer çok işin içinden çıkılamıyorsa, "herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimi kadar" imtiyazlar verilebilir. Bu anlamda parti sözcü de ya Kürt olur yada Kürt halkının hassasiyetlerini gözeten bir arkadaşımız sözcülüğe getirilir ki aksi rahatsızlık uyandırır, uyandırıyor. HDP bir Kürt veya Türk partisi değildir. HDP hiçbir kimse yada kesimin egolarını tatmin edecek bir parti de değildir. Her HDP'li duruşundan, konuşmasına, yürüyüşünden davranışlarına kadar her haline dikkat etmelidir. HDP'li olmak başlı başına yeni bir kimlik ve insan olmak iken, eskiyi dayatmak ve bunu kabul etmek ne doğrudur, ne de ahlakidir.
HDP'nin hem sosyal medya aracılığı ile başlatılan tartışmalara, hem de saldırı ve yönelimlere dönük mutlak bir cevabı vardır ama bilinmeli ki hiç bir tartışma ya da yönelim, orta yerden çıkmıyordur. Her şeyin bir nedeni olduğu, sonuçların nedenden doğru ortaya çıktığı gerçeği bilince çıkarılmalı, eleştiri ve saldırı her nasıl olursa olsun, gereksiz ve boş görülmemeli, kulak verilmeli, gelen sesler partiyi daha ileriye taşıyacak şekle evirilmelidir.
18.11.2019
Mehmet Serhat Polatsoy

17 Eylül 2019 Salı

Kürtler ve Ortadoğu'nun geleceği nasıl şekillenecek!



Sadece Kürtler değil, Ortadoğu'da yaşayan tüm halklar ve inançların etrafı, hareketli volkanik dağlar gibi, ateşten bir çember ile çevrili. En küçük bir sarsıntının bile halklar ve inançları yakıp yıktığı ve bu anlamda tarihe geçtiği bu coğrafyada evrim, an be an kendini yeniliyor. Evrim sadece, kullanılan anlamda sırf canlılar için geçerli değildir: Bu anlamda tarih, tüm yakıcılığı ve diyalektiğiyle aynı zamanda bağrında maneviyatı da taşıyan, evrimsel bir süreçtir, diyebiliriz.

Zaman zaman içerisinden geçtiğimiz süreç ve karakterleri, tarihten örnekler vererek anlatırız: Mesela Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı Osman, Fatih, Yavuz, Abdulhamid veya diğer Osmanlı sultanlarına benzetir, o dönem yaşanan süreç ve politikaları da bir sultan ve yaşanmış bir/birkaç olaydan örnek vererek anlatır, bu yönlü analizler döşeriz. Ama hiç bir kişi ve olayın, bir diğerinin aynısı olamayacağını düşünemeyiz çünkü sömürgeciler ancak benzer ama farklı yol ve yöntemler ile iktidarda kalabilirler: Bir gün beş bin yıl önceki pratiğin benzerini uygularlarken, bir başka gün yüz yıl, ya da hemen dün olan pratiklerin benzerini uygulamaya alır ve bu zihniyet ile sistemlerini ayakta tutmaya çalışırlar.

Sovyetlerin dağı(tı)lmasıyla dünya insanlığı ve tabi doğası, iki kutuplu dünyadan, tek kutuplu dünyaya geçiş yaptı. Adına Kapitalizm denilen bu dünyada tüm halklar ve inançlar tamamıyla, bu sistemi yürüten nesneler olarak hedeflenip darbelendi. Toplum ve toplumlar manipüle edildi, kırıma uğratıldı. Adına komünist diyen ülkeler dahi bu sisteme hizmet etmekten zevk alır hale geldi. Ahlak, etik, erdem, vicdan, estetik, güzellik, eşitlik ve özgürlük adına hakikatin ancak kırıntıları bırakıldı ki kapitalizm kendisini, var edip yaşatabilsin. Zira toplum/toplumlar umutlu olmazsa, iyi birer işçi de olamazlardı!

Arap baharı denilen süreçten itibaren, bariz şekilde düzenlenmek istenen bir Ortadoğu ve halklar gerçekliği var. Ve tabi bu düzen içerisinde de sürekli kaos halinde bırakılan Kürtler oluyor.

Kürtler!

Kürtler ki tüm ilklerin yaşandığı coğrafya olan Kürdistan ülkesinin asli unsurları iken bugün kendi ülkelerinde sömürge olarak yaşamak zorunda bırakıldılar. Lozan ile birlikte paramparça edilen süreç sonrası defalarca iç ve dış göç yaşayan, sürgün yiyen, işkence edilen, zindandan çıkarılmayan, katliamlarla kırımdan geçirilen, özü ve benliği liberalizm ve kapitalizm arasında mengeneye alınarak kimliksiz ve kişiliksizleştirilmeye çalışılan bir halk oluverdiler.

Bir yandan hal böyle iken diğer yandan da Kürtler artık bir öz-güç ve ideolojiye sahip olan bir halk gerçekliğine de sahip oldular. Öcalan önderlikli özgürlük hareketi Kürtlere, hegemonyanın dayattığı kimlikten sıyrılıp asli kimliğe sahip olmalarını sağlayarak Dünya nezdinde muhatap olarak kıldı ve artık hiç bir hesap Kürtsüz yapılamaz oldu. Egemen devletlerce bir sorun olarak görülen Kürtler şimdi bir çözüm gücü olurken, bu devletler sorunun ta kendileri olup çıkıverdiler. Ulus-Devletler sorunlaştı! Mesela istedikleri kadar ayak diretsinler, Suriye sorunu Kürtsüz çözülemiyor, Irak sorunu Kürtsüz çözülemiyor, İran sorunu Kürtsüz çözülemeyecek, Türkiye sorunu Kürtsüz çözülemeyecek! Artık Ortadoğu'da hiç bir devletin giysisinin olmayacağı, hepsinin çırılçıplak kalacağı bir sürece giriyoruz.

Tüm bunlarla birlikte ilerleyen bir süreç de var ki biz her zaman, "acaba Ortadoğu'nun geleceği nasıl olacak" diye soruyoruz. Ortadoğu ve süreç oldukça kaygan bir zemine sahip olduğundan yapılan analizler de bazen, boşa çıkabiliyor. Bu nedenle olabildiğince ihtimalleri çoğaltmak ve senaryoları toparlamak gerekiyor. Şimdi gelin hep birlikte neler olabileceğine ilişkin yazdığım senaryolara bir göz atalım.

Bu senaryoyu yazmama neden olan 'şey',  bir kaç gün önce ABD'nin Türkiye'deki vatandaşlarına olan uyarısı sonrası gelişti. ABD, vatandaşlarının Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Gaziantep, Hakkari, Hatay, Kilis, Mardin, Şanlıurfa, Siirt, Şırnak, Tunceli ve Van illerine gitmemesini istemişti Peki neden!

Hemen ama sırasıyla senaryolara göz atalım::
*Türkiye, hem bizzat kendisi, hem de harcı Kürt düşmanlığı olan paravan örgütler eliyle Kuzey Suriye'nin statüye kavuşmaması adına ama son tahlilde rotasız ve amaçsız olarak gidip gidip gelebilir!
*İran ve PKK arasında (küçük çaplı) öncü çatışma yaşanabilir!
*Türkiye, Kuzey Suriye'de ilerleyip SDG ile karşı karşıya gelebilir!
*Suriye rejim güçleri SDG'ye saldırabilir!
*Türkiye, İran ve Suriye'de bir savaş, tekrar bir savaş ve bitmeyen bir savaş psikoloji ile yönlendirilmiş aşırı dinci ve faşist kıtalar nedeniyle kaos ortamı oluşup, tüm şehirler (!) karışabilir!
*İran, Türkiye, KDP/YNK ve Irak, Kandil'e girmek için ortak hareket edebilir!
*SDG güçleri, (bahsi geçen ülkeleri zorlayacak insani ve mühimmat dahil) tüm desteğiyle PKK ile birlikte hareket edebilir!
*İran'ın dışındaki güçler teker teker geri çekilip meydanda İran ve PKK bırakılabilir!
*İran ihtimali gerçekleşirse, bu derinleşebilir ve İran tüm bunlardan Türkiye'yi sorumlu tutarak savaş ilan edebilir!
*İran Rusya birlikteliği bir şekliye askıya alınabilir!
*Meydan, aşırı dinci örgütlere bırakılarak ülkelerde iç (Müslüman ve Alevi gibi) karışıklık körüklenebilir!
*Hiç olmaz denilebilecek ihtimalde olan güçler (PKK-Türkiye gibi) yakınlaşabilir!
*Böyle bir sürecin yaşanması demek, tüm ilişkilerin hallaç pamuğuna dönmesi demek ki, büyük katliam ve soykırımlar da yaşanabilir!
*İran'a bedel ödetilmesi düşünülürken,  devletler bir bir düşebilir, sınırlar tekrar çizilebilir yada sınırsızlık (!) başlatılabilir!
*Yaşanan süreçler ile birlikte parçalardaki Kürtler, kısmi haklara kavuşabilir!
*PKK'nin gücünü sınırlamak için Başkanlık konseyinin tamamına yakını hedeflenebilir!
*PKK etkinliği sınırlandırılamasa da, KDP ve YNK'ye bağlı aşiretler yönetimlerden el çektirilebilir.
*On yılın sonunda Türkiye, İran, Irak, Suriye ve Kürdistan Çin'leştirilebilir!
*Halkların uğruna bedel verdiği özgürlük, kapitalizmin işçiliğini yapmak şartı ile verilerek sınırlandırılabilir!

Tüm bu gelişmeler yaşanabilir ama kuvvetli bir ihtimal daha var:
*Öcalan'ın düşünceleri ışığında ülkeler yeniden şekillendirilebilir ve bu ülkeler kendilerini, Demokratik Konfederalizm içerisinde bulabilir!

17.09.2019
Mehmet Serhat Polatsoy

26 Ağustos 2019 Pazartesi

Herkese vaat edilen ülke, Kürdistan! / Yeni Özgür Politika gazetesi 10.08.2019



Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye üzeri politikalarındaki ısrar ve Kürdistan coğrafyasına çöreklenen yoğun uluslararası trafiğe bakınca, Gılgameş Destanı aklıma geldi.
Enkidu güçsüzleşmiş, çünkü hareketsizdi. Bunun üzerine Gılgameş Enkidu ile beraber Huvava (Humbaba)’yı öldürecek ve gelecekte adının gök tanrıları ile birlikte anılması için Sedir ormanlarına girecekti. Ama Şamaş’tan izin istemesi gerekiyordu. Şamaş bunun üzerine Gılgameş’e izin verdi. Gılgameş, önüne çıkan tüm zorlukları mağaralara hapsedeceğini vaad etti. Belki Gılgameş o dönemde Huvava’yı öldürdü ama bu hem Enkidu’yu hem de kendi yaşamını yitirmesinin önüne geçemedi.
Şüphesiz burada Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türkiye’nin bir ölümsüzlük arayışı var. AKP’li vekillerin Erdoğan’ı ilahlaştırdıkları artık bir sır değil ki Erdoğan ilahlaştırılmaya da karşı durmuyor, bu durum hoşuna gidiyor. İlahlaşmak için şart olan şey, her dört cephede savaşmak ise Erdoğan, ‘ben zaten savaşıyorum’ diyor. Öyle! Şuanda Kıbrıs açıklarında aranan doğalgaz, Güney Kürdistan’a dönük ‘pençe operasyonu’ adı altında saldırılar, Suriye ve Kuzey ve Doğu Suriye’nin iç işlerine müdahale, yönetimin elinde olan alanı denetimine alma ve ülke içinde de HDP’li, Sol/Sosyalist kesime karşı bitmek tükenmek bilmeyen yönelimler vb. gibi!
Evet Türkiye, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip ve güçlü bir ülkedir ama öyle dört cephede savaşacak bir güce de sahip değildir. Farkında mı bilinmez ama (Perinçekgiller vb. gibi) birileri Erdoğan’ı haddinden fazla abartıyor.
Diğer yandan abartılmayan şey, Kürtlerin ilkel yöntemler ile zulme tabi tutulduğudur. Kürtlerin genelde maruz kaldıkları ve özelde Kuzey ve Doğu Suriye konusu, mitolojideki savaşlara benziyor. Gök tanrıları ile tezahürleri, yarı tanrı-krallar ile yeryüzündeki işbirlikçileri dört koldan saldırıyorlar. Kürdistan, önemli bir merkez. Kutsal kitaplara konu olan bu merkez, ‘Cennet Ülkesi’ olarak tarihten günümüze tüm hegemonik devletlerin iştahını kabartıyor. Bu anlamda Kürdistan coğrafyası Gılgameş’in aradığı ölümsüzlük iksirinin ta kendisi oluyor. Bu nedenle Türkiye dahil her devlet bu coğrafyaya göz dikmiş bulunuyor. Ve Kürdistan adeta, herkese vaadedilen bir ülke konumunda görülüyor!
Yüz yıl önce Kürdistan dörde bölünmüş ve her parçasından ayrı devletler inşa edilmiştir. Yüz yıl geçmiş ve şimdi, o ülkelerin kendisi sorunlu hale gelmiştir. Her dönem zaten zulmün katmerlisini yaşayan Kürtler, bu ülkelerin kendi içlerinde bir birlerini yemelerine neden gösterilerek, yine günah keçisi olmuşlardır. Tabi Suriye ve Irak engellenmiş ama İran pusudadır! Hal böyleyken Türkiye ‘pençe’ adı altında Güney Kürdistan özelinde Irak, ‘barış koridoru’ adı altında da Kuzey ve Doğu Suriye (Rojava) özelinde de Suriye topraklarına gözünü dikmiştir. Kürdistan’ın bir bölümünü ya da tamamını kendi hakimiyeti altına almak istemektedir. Türkiye’nin derdi öyle sınır güvenliği falan değildir ki zaten kendi sınırlarından öte hem 30 km2’lik bir güvenli bölge istemekte ve hem de bu bölgenin kendi denetiminde olmasını istemektedir. Şuana kadar Kürtlerden bir zarar görmeyen Türkiye neyin bahanesiyle güvenli bölge istemektedir? Türkiye bu alanı Kürtsüzleştirmek, Kürtleri dağıtmak istemekte ve bu nettir. Kızıl Kürdistan nasıl dağıtılmış ve Kürtler ta Sibirya’ya kadar sürülmüşse, bugüne kadar ki politikalarına bakacak olursak eğer Türkiye, Kuzey Suriye’de de benzerini yapmak istemektedir.
Erdoğan Kürtlere, “Kürdistan özlemi olan defolsun Kuzey Irak’a gitsin” derken yine, ‘bizim hakimiyetimizde olan yere gidin’ demek istemiştir. Kuzey Suriye, yani Rojava’ya gidin dememiştir; çünkü burası kontrolünde değildir. Güney Kürdistan Barzani aşireti, KDP ve Güney yönetimi dahil, elindedir, -kısmen de olsa- istediği gibi at koşturmaktadır. Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye’de istediği de mutlak teslimiyettir. Zaten şuana kadar bu olmadığı için DAİŞ gibi terör örgütleri gelmiş, olmamış kendisi bizzat -Mürşitpınar silolarından yapılan saldırı gibi- dahil olmuş ve bugün de görüldüğü gibi Qamişlo’nun Tirbespiyê ilçesinde bombalı araç ile saldırı yapılarak, 3 çocuk yaşamını yitirirken onlarca kişi de yaralanmıştır.
Destan’ın kahramanlarından olan Şamhat yani Rusya, ülkeler ve örgütleri hegemonyanın tuzağa çeken olarak karakterine uygun hareket etmektedir. Yine Enkidu’nun günümüz versiyonu ENKS ve KDP işbirlikçiliği, hareket halindedir. Kendini Gılgameş sanan Türkiye, umduğunu bulamayacak, bulduğuyla da yetinmek zorunda kalacaktır. Ama bu, yolun sonunda dengesini şaşırması ve açısını kaybetmesine engel olamayacaktır. Huvava’yı alt etmek için Gılgameş’in Şamaş’tan istediği desteği tabi ki göz ardı etmemek gerekiyor. Bu anlamda Şamaş karakteriyle de ABD, süreçten güçlü çıkanın yanında pozisyon alarak bir yüzyıl daha hegemonya liderliğini garanti altına almak isteyecektir. Huvava karakteriyle görülmek istenen ya da beliren Kürtler de bugün, destanda anlatıldığı gibi gelebilecek işgal saldırıları karşısında elleri kolları ve yolları kapanmamış ve de güçsüz değildir. Kürtler bugün, Türkiye’sinden Avrupa’sına kadar oldukları her alanda örgütlü ve yaşamı uğruna ölecek kadar seven bir pozisyonda ve güçlüdürler.
Önceki gün Sayın Öcalan’ın avukatları, müvekkilleriyle bir görüşme gerçekleştirdiklerini duyurdular. Umuyor ve diliyoruz ki tez elden uzlaşı ve barış gelir.
10.08.2019
Mehmet Serhat Polatsoy

Davutoğlu bir tetikçi mi? / Yeni Özgür Politika gazetesi 26.08.2019



Davutoğlu gittiği Sakarya'da "Terörle mücadele konusunda defterler açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz. Neden mi? Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman eminim en kritik dönemlerden biri 7 Haziran - 1 Kasım arasındaki dönem olarak yazılacaktır" dedi. Bu açıklamanın bir tehdit olduğu su götürmez bir gerçek. Tehdit tamda, AKP içinden çıkacak -sonbaharda ilanı planlanan- Babacan-Gül ikilisinin kurucuları arasında yer alacağı yeni bir partinin kurulma aşaması öncesi geldi.

Evet, cin şişeden çıktı ama bu cin ne Kürt halkı ne de Türkiye halkları için çıkmadı. Çünkü cinin söyleyecek hiç bir şeyi yok. Bu cin Davutoğlu'nun ta kendisidir. Zira Başbakanlığı döneminde üzerine aldığı görevleri memnuniyetle kabul etmiş ve görevini layıkıyla yerine getirmiştir. Bilinir işte: Devletler her dönem kirli işlerini buldukları tetikçiler, yada kurdukları paravan örgütler eliyle yaparlar. Bizler o zamanlar Davutoğlu için, 'Türk devleti tüm kirli işlerini ona yıkacak' diyorduk. Ama zaman ilerledikçe aslında Davutoğlu'nun "elinde balta olan bir aktör olduğu" gerçeğini idrak etmiş olduk.

Gökten zembille inmişçesine Türkiye'ye gelen ve AKP'nin en başından bu yana içerisinde olan Hoca kod adlı Davutoğlu ilk olarak Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül tarafından bir ödül ile onurlandırılmıştı. Malezya'da görevde olan Davutoğlu artık ülkeye dönmeliydi. 2014 yılına kadar AKP içerisinde kritik görevler alan ve 2014-2016 arasında başbakanlık yapan Davutoğlu, Kürt hareketini çöktürmek için paşalar tarafından hazırlanan ve MGK'ya öneri olarak getirilen operasyonlar silsilesinin icra edilmesi için de, Başbakan olarak en başta imza atanlardandı.

Davutoğlu'nun elinde balta var! Hoca baltayı, iki defa eline aldı: 1) Stratejik derinlik kitabı ile Türkiye'nin iç-dış politikalarını şekillendirirken 2) Dün, 7 Haziran - 1 Kasım arasında Türkiye'de yaşananları iktidara tehdit olarak savururken. İlkinde AKP iktidarına, -Uluslararası mahkemelerde yargılatacak önemde- suç işletti, ikincisinde de 'otur oturduğun yerde ve sadece çöküşünü izle' dedi. Davutoğlu'nun arkasında hem Erdoğan'dan hem de Türk devletinden daha büyük güçler var. Bunlar X devlet ya da Ortadoğu ile Kürdistan coğrafyasının zenginliklerine ortak olmak için örgütlenen Dünya-Sistem'i de olabilir. Belki Stratejik derinlik kitabı da, bunlar tarafından yazılmıştı!

Davutoğlu, 2014 Ekim MGK toplantısından bir kaç hafta önce Başbakanlık görevini devralmıştı. Ama bilinir ki MGK gündemi çok önceleri hazırlanıyordu. Toplantı, paşalar ve istihbarat kuruluşlarının Cumhurbaşkanı ve Başbakan'a sunduğu dosya ile başladı. Bu dosyanın içeriği ve mahiyetinden Davutoğlu'nun haberi olduğunu düşünüyorum. Kürt halkı ve mücadelesine dönük çöktürme eylem planını imzalaması için -dünden hazır olan- Erdoğan'ı ikna eden ekip ile Davutoğlu'nun bu kritik süreçte Başbakanlığa getirilmesini düzenleyen güçlerin aynı güçler olduğu nettir. AKP cephesi açıktan, karşımızda FETÖ var diyemiyor çünkü derse bu bahaneyle, FETÖ'nün AKP içindeki siyasi ayağına operasyon geleceğini iyi biliyorlar. Bu nedenle sadece, 'ihanet' kavramını kullanıyorlar.

Davutoğlu dönemini ta en başından -Maleyza görevinden itibaren- parçalara ayırmadan tek tek incelediğimizde arkasındaki güçlerin kimliklerine de ulaşmış olacağız. Dikkat edin! Sadece Diyarbakır, Ceylanpınar, Suruç, Ankara, Sur ve Cizre gibi BM'ye kadar giden faili meçhul infaz ve katliamları değil, IŞİD ile ilişkilenmenin de en yoğun olduğu dönem Davutoğlu'nun 2014-2016 dönemiydi. Tüm bunlardan: Davutoğlu Erdoğan yada AKP'yi yönlendirdi, AKP Kürt halkı ya da Türkiye halklarını seviyordu da buna Davutoğlu engel oldu, sonucu çıkarılmasın. Burada sadece Davutoğlu karakteri işleniyor ki, ortaya çıkarabilmek için puzzle'nin parçalarını tek tek yerine oturtmak gerekiyor. Diğer yönden bugün Türkiye'nin İdlib'deki sıkışmışlığına bakmak, bununla AKP ve Türkiye'nin geleceğini, su alan geminin rotasını görmek ve muhafazakarlar açısından 2023'ün sadece eskatolojik (!) bir efsaneden ibaret kalacağını da bilmek gerekir.

Davutoğlu 7 Haziran - 1 Kasım arasını işaret etmişti. Gelin hep birlikte kısaca bu aralıkta olanlara bakalım:
1) 5 Haziran'da Diyarbakır'da HDP mitinginde bombalar patladı ve 5 kişi yaşamını yitirdi.
2) 20 Temmuz'da Suruç'ta katliam gerçekleştirildi. İlginçtir ki katliamdan bir hafta önce Bülent Arınç, -Kürtleri kastederek- "onları kötü günler bekliyor" demişti.
3) 22 Temmuz'da Ceylanpınar'da iki polis infaz edildi. İnfaz ile ilgili denilerek gözaltına alınan ve tutuklanan herkes beraat etti ama bu infazın bahanesiyle Çözüm süreci çoktan bitirilmişti.
4) 8 Eylül'de bütün HDP binalarına dönük saldırılar gerçekleştirildi. Davutoğlu bu saldırılar sırasında oylarının yükseldiğini söylüyordu.
5) 10 Ekim Ankara Gar'da canlı bombalar tarafından saldırı gerçekleştirildi ve katliamda 102 kişi yaşamını yitirdi. Davutoğlu, IŞİD emirlerinin bile haberinin olmadığı bu katliam ile ilgili, IŞİD ve PKK'yi işaret edip "Kokteyl örgüt" açıklaması yapmıştı.
6) Başta Sur, Cizre ve Yüksekova'da olmak üzere bir çok Kürt şehrinde mahalleler Türk özel birimlerince ablukaya alınmış, çatışmalar yaşanmış, halk zorla evlerinden çıkarılmış ve yüzlerce sivil insanın yaşamını yitirdiği "hendek olayları/savaşı" olarak bilinen katliamlar silsilesi başlatılmıştı.

26.08.2019
Mehmet Serhat Polatsoy

13 Temmuz 2019 Cumartesi

PKK ve FARC / Barış'a vakit ayırmak gerekiyor!



Savaşlar iğrençtir! Önce mide bulanır, sonra ağlanır, ardından kusulur. Her üç eylem doğallığında gelişen insancıl tepkilerdir. Duygunun şahlanışı verir bu tepkileri. Savaş ve yaşanılanlar, elbet bir etki-tepki sonrası oluşur. Ama ha demeden çıkmayan savaşlar, ha demeden de bitmez/bitmemeli. Evet barış zordur ve bir yönüyle geç kalınmamalıdır ama tarafların mutlaka, barışacak bir zihniyete sahip olmaları gerekiyor. Adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarını sindiremeyenler ile bırakın bir barışı, barış üzeri yapılacak görüşmeler bile, zaman kavramının doğası için bir zül sayılır!

Vakit kaybı yaşanmaması için tarihte ve günümüzde, insanüstü diyebileceğimiz cinsten, vakit içinde vakit yaratılıyor. Mesela, iki taraf savaşın durması için bir yerde görüşmedeyken, yada bir görüşmeye giderken, yanı başlarında bombalar patlar veya çatışma çıkar. Ya bir taraftan, ya da diğer taraftan kayıplar olur. Açıklama üstüne açıklamalar yapılır ve bu, "savaşın doğasıdır; bizler de daha fazla kayıp olmasın diye görüşmelerde bulunuyoruz" denir ve hiçbir şey olmamış gibi görüşmeler devam eder. Sanırım bu şimdilik, olması gereken gibi duruyor...

Barış'a vakit ayırmak gerekiyor ve bu, hak ve özgürlüklerinin ardına düşen, doğuştan olan haklarını talep eden, renginden, dilinden, dininden dolayı ırkçılığa, ayrımcılık ve ötekileştirmeye maruz kalan ve bu nedenle özerklik isteyen, bağımsızlık isteyen ve buna karşılık duran tüm devletler ve örgütler için geçerlidir.

Yazı konusu için önümüzde iki örnek duruyor:
1) Kolombiya-FARC
2) Türk devleti-PKK

Her iki örgüt ve devletin hem çatışma tarihi, hem karakterleri ve hem de güçleri biliniyor. Bu nedenle uzun uzadıya yazmak yerine, onurlu bir barışa erişildiği düşünülen, barışı simgeleyen beyazlar ile tüm dünyaya poz verilen FARC ve Kolombiya için bir kaç gerçeği buraya taşımakta fayda var.

52 yıl süren ve 250 bine yakın insanın yaşamını yitirdiği, milyonlarca insanın yerinden yurdundan edildiği savaş sonrası Kolombiya hükümeti ile FARC gerillaları arasında 2016'nın Eylül ayında barış anlaşması imzalandı. Elbette bu, özlenen bir tabloydu. Her şeyden önce doğa tahrip edilmiş canlar kıyımdan geçirilmişti. Barış'a erişmek zor olmuştu. Fakat bir terslik vardı! Barış anlaşması imzalanmıştı ama her gün FARC gerillaları ve sosyal liderlerin ölüm haberleri basına düşmeye başlamıştı. Gazeteci Aykan Sever'in paylaşımları bu yazıyı yazmamı zorunlu kıldı çünkü kendisi çevirisi ile basına düşen haberlerden kamuoyunu bilgilendiriyordu.

Bizler, FARC ve Kolombiya barışının her gün biraz daha iğrenç hale geldiğini okuyor, böyle bir barışın olamayacağını görüyoruz. Düşünebiliyor musunuz, imzalanan bir barış anlaşması ve bu anlaşmadan sonra katledilen eski gerilla ve sosyal liderler var. Barış anlaşmasından sonraki süreçten bu güne kadar toplamda bine yakın eski gerilla ve sosyal lider vahşice katledildi. Bu durum ister istemez, 'olmaz olsun böyle bir barış' dememize neden oluyor. Bu duruma hem Kolombiya hükümeti -ki kendisine bağlı güçlerce işlenen katliamlar-, hem  de FARC sessiz kalıyor. FARC'ın bu durum karşısında sessiz kalması ölümleri daha da fazlalaştırdığı gibi, mücadelelerini de yozlaştırıyor. Barış anlaşması için arabulucu olan Küba'nın da sessiz kaldığı bu ortamda FARC'ın daha fazla sessiz kalması çok anlamlı gelmiyor. Bir sorun, bir sıkıntı var. Nasıl olur da FARC, mücadele arkadaşlarının katledilmesine bu kadar sessiz kalır! Ya örgüt lider kadrosu bir ihanet içerisinde ve kendilerine öldürülecekler listesi verilmiş ve anlaşma bunun üzeri imzalanmış, ya tekrardan savaş başlamasın diye katliamlara göz yumuluyor, ya da lider kadro artık yoruldu! Yoksa FARC dağıldı mı, artık yok mu? Eğer böyleyse bu sözde barış FARC tarafından değil, Kolombiya tarafından kısa süre içinde resmen bitirilecek. Ortada barışılacak kimse kalmazsa, öyleyse barışın ne anlamı var? Tamil kaplanlarına yapılanlar ile FARC gerillaları ve sosyal liderlere yapılanlar arasındaki fark sadece Kolombiya'nın resmi bir barış anlaşması imzalamış olmasıdır. İnfazları meşru kılan bir anlaşma!

PKK ile Türk devleti arasındaki savaş 36. yılına girerken 70 bine yakın insan yaşamını yitirdi, yüz binlerce insan işkencelerden geçirildi ve zindanlara atıldı. Yakılan, yıkılan köyler ve ilçeler nedeniyle milyonlarca insan yerinden yurdundan edildi ve edilmeye de devam ediyor. PKK lideri Abdullah Öcalan 20 yıldır İmralı adasında, tek kişilik hücrede barışın yollarını arıyor, adeta ilmik ilmik barışı örüyor. Dünya deneyimlerinden yola çıkarak, "onurlu bir barışın" şartlarını sunuyor. Bu anlamda, savaşacak çok vaktimiz oldu, barışacak vaktimiz de olsun diyor. Öcalan, onurlu bir barışa giden yolun önce temizlenmesi gerektiği, sonra olacaksa bu yol üzeri bir barışın olması gerektiğini söylüyor. Kırk yıl içerisinde her iki taraftan da yanlış, hata ve suçların olduğunu, bu nedenle bunların araştırılması gerektiğini defalarca dile getiriyor. Bunun için "Hakikatleri araştırma komisyonu" kurulması gerektiğini, 3. bir gözün sürece dahil edilmesindeki gereksinimleri tarihsel bilincinden aldığı anlaşılıyor. Zira Özal döneminden bu yana defalarca kez yürütülen görüşmeler, tek taraflı ateşkesler, barışa şans tanımalar ve nihayetinde yolların nasıl tıkandığını ve nasıl açılması gerektiğini biliyor. Öcalan'ın 'Bir muhatap arıyorum' başlıklı kitabı oldukça önemlidir. Başlığa yansıyan arayış, bu savaşın neden sonlanamadığını haykırıyor. Öcalan yıllar önce Mehmet Ali Birand ile yaptığı röportajda da dile getirmişti: Sizin, bizimle görüşecek bir önderliğiniz yok. Sizin bir önderlik kriziniz var! Evet, Öcalan bir muhatap bulamadığı ve önerdiği yolları yaşamsallaştıramadığı içindir ki, Kürt-Türk barışı sağlanamıyor.

Barış görüşmeleri esnasında savaş devam edebilir mi? Maalesef ama devam edebiliyor. İmza atılma anından bir saniye öncesine kadar, yine devam ediyor. Peki imza atıldıktan sonra? Evet, yine devam ediyor. Peki barış? Siz, "hayır, bu barış değil" diyebilirsiniz ama başkaları da "asıl savaş, barış anlaşmasından sonra başlıyor" der.

Mesela Sakine Cansız ve arkadaşlarının infazları!
Bu infazlar diyalogsuz bir savaş sırasında değil, diyalog halinde iken, hem de resmi kanallardan görüşme gerçekleştiriliyorken oldu. PKK'nin kurucuları arasında yer alan önder kadrolardan Sakine Cansız'ın vahşice katledilişinden sonra Recep Tayyip Erdoğan,  "olayın bir iç hesaplaşma ya da provokasyon olduğunu", söyledi. Konuyla ilgili konuşan Bülent Arınç ise, "Terörün sonlanması ile ilgili olarak MİT'in inisiyatifiyle gelişen bir durum" demişti.

Hatırlayacak olursanız eğer PKK daha sonrasında süreç tıkanmasın diye, üst düzey herhangi bir isme karşı eylem düzenlemedi. Kaldı ki basından da bildiğimiz kadarıyla bu güne kadar hiç bir siyasiye karşı böylesi bir eylem içerisine girmedi. Yani infaza karşılık bir pratik içerisine girmedi. Daha fazla insan yaşamını yitirmesin diye, kurucuları arasında yer alan Sakine Cansız'ı "Barış ve Demokrasi şehidi" ilan etti. PKK'nin bu tavrı 2.5 yıl silahların patlamamasına neden oldu. Türkiye halkları 2.5 yıl çatışma haberi duymadı. Bunun nedeni -her şeye rağmen- PKK'nin tavrından başkası değildi. Ama çatışmasızlık süresi içerisinde bir daha böylesi infazların yaşanmaması için Öcalan tarafından önerilen "hakikatleri araştırma komisyonu" kurulmadı, işlemedi. Ve Erdoğan, resmi olarak Dolmabahçe'de okunan mutabakatı tanımadığını söyleyerek süreci bitirdi.

2015-2019 arası Sur ve Cizre gibi ilçeler yıkılmış ve savaş, farklı bir boyut kazanmıştı. Erdoğan'ın, "süreç buzdolabındadır" dediği günden bu yana 4 yıl geçmiş ve Öcalan ile ne avukatları, ne HDP heyeti, ne de yakınları görüştürülmemişti. Bir tıkanıklık var ve aşılmalıydı. Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecrit bir şekliyle kırılmalıydı. Dışarıda siyaset kurumu umutsuz bir şekilde beklerken ses, içerilerden, zindanlardan geldi ve o sıra cezaevinde tutulan HDP'li milletvekili Leyla Güven, Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecridin kaldırılması ve tekrar barış sürecinin başlaması için açlık grevine başladı. Kısa sürede HDP'li, Sol-Sosyalist, PKK ve PJAK'lı tutsaklar da açlık grevine dahil oldu. Cezaevlerinden ölüm haberleri gelmeye başlamış, açlık grevleri ölüm orucuna dönüşmüş, siyaset kurumu hareketlenmişti. Güven ve arkadaşlarının sesi duyulmuş, mücadeleleri sonuç vermiş ve Dünya'da da yankı bularak tecrit kapısı aralanmıştı. Öcalan ile görüşmeler tekrar başlamıştı. Sadece avukatları değil, devletin de Öcalan ile görüştüğünü anlamış oluyorduk.

Bugünler, tekrar İmralı kapısının kapatıldığı, tıkanıklığın başladığı günler olarak karşımıza çıkmış bulunuyor. Zaman akıp gidiyor ve hiç bir olgunluk emaresi görünmüyor.

Geçen hafta, KCK Başkanlık Konseyi Üyesi Diyar Garib, tıpkı yine KCK Başkanlık Konseyi Üyesi Zeki Şengali'ye uygulanan yöntem ile vuruldu ve yaşamını yitirdi. Atakan Mahir yine yakın dönemde öldürülen KCK Başkanlık Konsey Üyelerindendi. TSK'nın raporlarına göre son 4 yıllık süreçte aralarında sivillerin de olduğu 16 bine yakın PKK'li yaşamını yitirmiş! Rakamların şişirilmiş ve özel savaşın politikaları doğrultusunda verildiği biliniyor ama ölümlerin olduğu herkesin malumudur.

Peki Özal döneminden bu yana defalarca yapılan ve hala devam eden görüşmelerde hiç bir yol kat edilmedi mi de bu kadar insan yaşamını yitiriyor? Edilmedi. Çünkü savaşın bitirilmesi istenmiyor! Bir yol kat edilmiş olsaydı PKK'nin barış adına verdiği onca tavizler sonrası savaş biterdi. Mutlak büyük umut vardır ve olmalıdır ama en azından bu güne kadar denenen yöntemler ile bu savaşın hiç bir şekilde bitirilemeyeceği ve bu anlamda kat edilmişse de, kat edilen yolun buna hizmet ettiği görülmüş oldu.

Nasıl mı biter?
Barış'a, en az savaş kadar vakit ayrılırsa, görüşmeler sırasında yaşanan ölümlerin sorumluları en tepede bile olsa araştırılıp haklarında hüküm verilirse ancak, savaşlar bitme noktasına gelir. Yoksa Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları ve Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri-Halk Ordusu örnekleri ortadadır.

Hiç kimse bu tarz ölümleri, "savaşın doğası" olarak göstermemeli. Bu, savaşın doğası değil, yöntemin sorunlu olması nedeniyledir. Ölümler ve tıkanıklıklar, Barış'a en az savaş kadar vakit ayrılmadığının ve 'bu anlamda aceleye' getirildiğinin sonucudur. Barış için gerekli olan, bir zihniyet devrimidir ki biliniyor. PKK ve Türk devleti arasındaki savaş 40 yıldır sürüyor. Sosyolojik olarak bu kadar yıl içerisinde bir kültür yaratılıyor. Kırk yıllık savaş bir kültür yarattı. Savaş kültürüne sahip bir toplum. Daha net olmak gerekirse: Düşünün ki PKK ve Türkiye arasındaki -eğer varsa- barış görüşmelerini  her yerden izole etseniz bile, yine de barış için, 1 kültür yılı gerekiyor.

Hala geç kalınmış değil, barışa mutlaka vakit ayırmak gerekiyor. Bunun için de şuanda bile, kimseyi beklemeden demokratik parti, STK ve şahsiyetler el birliği ile, bir Hakikatleri araştırma komisyonu kurarak kendilerini muhatap kılabilirler.

13.07.2019
Mehmet Serhat Polatsoy

11 Temmuz 2019 Perşembe

Davutoğlu'nun elinde balta var!



Size de Davutoğlu sanki ortada kalmış gibi gelmiyor mu? Bu durum bir muamma mı yoksa, enterne edilme hali mi? Öyle ya, Erdoğan'ın kavgalı olduğu, Babacan'ın istemediği, bu nedenle de Gül'ün uzak durduğu Davutoğlu'nun ekibi de, çok net değil. Bugün kurucuları arasında olduğu partisi AKP'den istifa edip "yeni parti sinyali" veren Babacan'ın ekibinin Davutoğlu için bu nedenle, "Erdoğan'ın ajanı" iddiasında bulundukları da, duyulmuyor değil. Bir taraftan bu yönlü şüpheler çekilirken diğer yandan Erdoğan Davutoğlu'na 'Mazlum' gibi yaklaşıp: Şehirleri dolaşıyormuşsun, parti kuracakmışsın, diyor. Anlayacağınız Davutoğlu görünürde, ortalarda bir yerlerde!

Peki, AKP'nin kurucuları arasında yer alan ve tarihine bakıldığında da böylesi akademik bir kariyere sahip olan biri nasıl olur da ortada olur ya da yalnızlaşır! Mesela milletvekili olmadan kabinede yer alan ender politikacılardan biriydi. Türkiye'nin komşularla ilişkisinde gökten zembille inmişçesine AKP'nin tamamı ve devlet tarafından da ardından gidilen "Stratejik derinlik" kitabının yazarıydı.

Hoca lakaplı Davutoğlu nasıl büyük bir hata yapmış yada suç işlemiş ki Erdoğan ile kimi konularda kavgalı olmuş! Kitapları esas alınarak Türkiye'nin iç-dış politikasına yön veren bir şahsiyet, neden kimse tarafından kabul görmez! Halbuki Sur, Cizre katliam ve yıkımları kendi döneminde olmuş, AKP ve Devlet nezdinde takdir görmüştü. Yine örgütlenmesi, nasıl eleman devşirdiği, İsrail'e dokunmaması, Hamas'ı tehdit etmesi, Kürdistan coğrafyasına elinde kılıç ile girerek Êzidîlere 73. fermanı yaşatan, Kobani'de "burası en son savaşların olacağı bir yer, bu topraklar bize vaad edilmiş" diyen ve bu anlamda bir 'sır' olan IŞİD için "öfkeli çocuklar" diyen, yine Davutoğlu'ydu. Kendisi, Kürt halkına karşı Devlet refleksini en sert haliyle pratikleştiren biriydi. Davutoğlu'nun Devlet ile hiç bir problemi yoktu. O zaman akıllara şu soru geliyor: Uzun yıllar ülke dışında olması, Sezer döneminde ödül verilmesi, dışarıdan AKP'ye dahil edilmesi, Başbakanlığa kadar çıkarılması, Sur, Cizre katliamlarının onun döneminde gerçekleştirilmesi gibi her şey, bir görevin mi gereğiydi?

Bu ve buna benzer bir çok sorular sorulabilir ama biraz da Davutoğlu, Gül ve Babacan'ın AKP tabanındaki gerçek karşılığına eğilmekte fayda var.
Dün, 18 yıldır AKP'li olan biri ile son süreci konuştuk. Erdoğan için öncesinde 'peygamber' benzetmesi bile yapan, neredeyse ona tapan bu kişi konu, Babacan'ın AKP'den istifa etmesine gelince, "hepsi aynıdır" diyerek konuşmaya başladı: Ben nasıl 18 yıldır AKP'li isem, Davutoğlu, Gül ve Babacan da 18 yıldır gücü elinde bulunduranlardandı. Onlar da neticesinde, iktidarın nimetlerinden faydalanan AK Partililerdi. Davutoğlu'nun şehir şehir dolaşması, Gül'ün kendini ağırdan satması, Babacan'ın yeni bir parti kurma yönünde olan açıklamasının benim için hiç bir önemi yoktur çünkü bunların AK Parti'den hiç bir farkları yok. Yol dediler, ihalesi verilen yollar bir türlü bitmiyor. Hastane dediler, bizler hala hastanelerde kuyruklardayız. İlaçlar pahalı, fakirlere ölümden başka seçenek bırakılmadı. Ekonomi dediler, ben her sene 5 yıldızlı otellerde tatile giderdim, bu sene çarşıya bile gidemiyorum. Kürt sorunu çözülecek, terör bitecek dediler, her gün asker cenazesi geliyor. Suriye'de mi bizde mi savaş oldu belli değil. Suriye'den gelen insanlar savaştan kaçıp bize sığındı. Kültürümüz farklı, yaşantımız farklı, kimi değer yargılarımız farklı. Topluma kazandırılması için kamplarda olması gereken Suriyeliler şehir merkezlerine taşındı. Bu yanlıştı. Uyum sorunu yaşayacakları belli iken, neden böyle yaptıklarını anlayamadım. Şimdi de kalkıyoruz, en küçük bir hatalarında onları linç etmeye çalışıyoruz. Onlar isteyerek gelmedi ki, zorunlu olarak buraya kaçtılar. Urfa şehir nüfusu 1 milyon iken, resmi rakamlara göre Urfa'daki Suriyeli sayısı 470 bin. Suriyeliler bize geldi, bizimkiler de FETÖ ve PKK'dan yargılandı, yüz binlerce insan KHK ile ihraç edildi, bir o kadar gözaltına alındı, yurtdışına kaçtı. AK parti yanlış yaptı. Olmaz, artık hangi eski AK partili yeni bir parti kursa, çıkıp toplumdan özür dilemedikçe samimiyetsizdirler, dedi.

AKP'li, "elim kırılsaydı da oy vermeseydim" demedi ama artık AKP'ye oy vermeyeceğini kararlılıkla belirtti. Elbet eski bir AKP'linin söylemleri için, AKP'nin toplum nezdindeki karşılığı budur diyemeyiz. Ama büyük bir kırılma yaşandığı hem meclis kulisleri, hem AKP'nin yerel teşkilatlarında birbirlerine düşmesi, hem güç zehirlenmesi yaşayan bürokratların aşırı harcamaları, kişi kayırmaları, olduğu kurumu aile kurumuna dönüştürmeleri, savurganlık ve savrulmuşlukları ve hem de partideki resmi kopuşlardan anlayabiliyoruz. Gemi su mu alıyor yoksa boşalıyor mu, zaman gösterecek ama artık AKP'nin toparlanması pek ihtimal dahilinde görünmüyor. Kürt hakikati dışında Türkiye'nin diğer sorunlarını çözse, ekonomik refahı yükseltse, asgari ücreti beş bin TL yapsa bile 23 Haziran seçimlerinde Kürt'süz olunamayacağını görmüş oldular. Yazı buraya kadar akmışken, Kürt tarafının artık AKP ile bir çözüm süreci yürütmek istemediklerini de not olarak buraya taşımakta fayda var.

Gelelim Davudoğlu'nun neden eline balta aldığına!
Yazının başlarında: Davutoğlu'nun pratikleri, görevi nedeniyle miydi? diye ortaya, bir soru bırakmıştık. Stratejik derinlik kitabı esas alınarak uygulanan 'sıfır sorun' başlık, program ve politikasından başlayabiliriz. Sıfır sorun konusu esasında ruhu itibariyle, 'sadabat paktı'na varan bir konu oluyor. Hedefte yine Devlet'in sinir uçlarına dokunan Kürtler ve aynı zamanda mevcut iktidarın miadını doldurduğu, artık gitmesi için gerekli zeminlerin hazırlanma süreci var. Bir çizgi, bir hat çizilmesi gerekiyor ki herkes sınırını bilsin. Sıfır sorun dediysek, sınırsızlık demedik. Sıfır sorun politikası bir kaç uzak ülke ile yapılan vize serbestisi yada ekonomik ilişkiler değildi. Osmanlı'da Tanzimat ile denenmek istenen ama hangi ülke için olacağı netlik kazanmayan bir Fransız modeli üzerinde çalışılacaktı ama keskin bir dönüş ile bu proje saptırıldı ve sınırların üzerinden tekrar geçildi. Yani Kürdistan coğrafyası sınırlarının kalın duvarlarla örülmesi öncesi, görüntüde  Türkiye sınırlarını büyütme arayışları... Tam bu sırada gelişen bir Arap baharı ve bu da Ortadoğu'nun yeniden dizaynında yetersiz kalınca laboratuarda üretilen DAİŞ devreye alındı. İlginçtir kİ DAİŞ ortaya çıktığı andan itibaren hep, Türkiye ile anılıp ilişkilendirildi. Davutoğlu'nun da sonradan söylediği gibi, "öfkeli gençler topluluğu" 'sıfır sorun' için biçilmiş kaftan oldu.

Türkiye'nin Musul-Kerkük acısını bilmeyen yoktur. Yine ilginçtir ki DAİŞ, buralardan yayılıp genişliyor ve Türkiye ile doğallığındaymış gibi gelişen ilişkisine ilk buralarda başlıyor. Şimdiki CHP'li vekil bu ilişkiyi en iyi bilenlerden olarak zaman zaman, "söylerim haa" minvalindeki  tehditleri de herkesçe malum oluyor. Mesela DAİŞ'in Kuzey Suriye hattı boyunca ilerlemesi ile Suriye-Türkiye sınırındaki mayınlı arazilerin temizlenmesi meselesinde bahsi geçen km2'lik alan aynı oluyor. Burada, 2009'da rafa kaldırılan bir projeden bahsediyoruz.

Nasıl ki Sadabat paktı ile birlikte Dersim'de katliam gerçekleştirilmişse, Sıfır sorun politikası ile paralel de DAİŞ çıkmış ve Şengal'de Êzidîler bu örgüt tarafından soykırımdan geçirilmek istenmiş, büyük ölçekli bir katliam yaşanmıştır. Nasıl ki Dersim'de Alevi Kürtler katledilmiş ve zorunlu göçlerle dünyanın dört bir yanına dağılmışlarsa, aynı şekilde Êzidî Kürtler katledilmiş ve verimli hilalin kadim inanç ve halklarından olan Êzidîler dünyanın dört bir yanına zorunlu göç ile dağılmışlardır. Toprağından, kökünden koparılan halklar ve inançları bekleyen bir tehlike de, asimile olmak ve yozlaşmaktı. Katliamdan kurtulan Êzidîler bu tehlikeleri görecek bir zamana sahip olmamış, haklı olarak canlarının derdine düşmüşlerdi. Binlerce Êzidî kadın ve çocuk kaçırılmış, köle pazarlarında satılığa çıkarılmış ve tecavüze uğramışlardır. Dersim katliamında yaşanan vahşet tekrar yaşanmış, Alevi Kürtlere uygulananlar ile Êzidî Kürtlere uygulananlar arasında fark kalmamıştır. Sadabat Paktı 1937. Dersim katliamı 1937-38. Yine Davutoğlu'nun Foreign Policy Dergisinde " Yeni Dönemde Sıfır Sorun Politikası " başlıklı makalesi 21 Mart 2013'te yayınlanırken, adı Irak İslam devleti olan örgüt, Nisan 2013'te Irak-Şam İslam devleti adını aldı. DAİŞ'in Şengal katliamı 3 Ağustos 2013 tarihinde olurken, Davutoğlu'nun yine Ağustos ayındaki IŞİD tanımı, "radikal terörize bir yapı olarak görülebilir ama oraya katılanlar arasında Türkmen, Türk, Arap ve Kürt gençler vardır" şeklinde bu örgütü meşru çizgiye oturtarak olmuştu. Davutoğlu ve IŞİD arasında bir bağ var mı, varsa derinliği nedir, bilemeyiz ama Stratejik derinliğin başlıklarından biri olan 'sıfır sorun' ile Sadabat paktının ruhunun aynı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yukarıda, Davutoğlu'nun devlet ile bir problemi olmadığını yazmıştık. Evet, görünürde devlet için görevlerde bulunan bir profil çizen Davutoğlu'nun 'hangi devlet' ile probleminin olmadığını tam olarak bilemeyiz. Amerikancı yoksa Rusyacı mı, bilemeyiz. Sanki devletin içinde olan esas yapıya bağlı gibi duruyor çünkü her yer ona mesafeli dururken o, Devletin üniter çizgilerine tehdit görülen Kürtler dışında hiç bir yere mesafeli değil. Devletin esas yapıları Wallerstain'in "dünya-sistem" dediği bir üst yapıya bağlı ve bu üst yapı tüm devletleri, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiren büyük ölçekli bir organizasyon oluyor. Mesela kişi Türk devletinin bir memurudur ama pratikleri ne devlet ne de milletine değil, bağlı olduğu sisteme hizmet etmektedir. Türkçülük esasları aidiyet için olmazsa olmazdır çünkü kişinin görev yapabilmesi için bu esasların argümanlarına sarılması gerekmektedir. Kuşanılan ideoloji, giyilen kamuflaj sonrası istenilen ameliyat yapılabilecektir. Belki de Erdoğan'ın "ülkemize ameliyat yaptırmayız" dediği, böyleleri eliyle yapılmak istenen ameliyattı. Bilemeyiz!

Türkiye'de 1955'ler gibi bir pogrom yaşanır mı, ya da pogromun tekerrür hali bir katliamsa ve bu da Êzidîler ve IŞİD'in Kuzey Suriye'de uyguladığı vahşetse, bir üst aşamaya (Menderes sonrası) geçilmiş sayılır ama değilse ve bir pogrom yada katliam yaşanırsa hedefte hangi kesim/ler olur bilemiyorum ama eğer IŞİD'in katliamları tarihin tekerrür olmuş hali değilse hedefte yine Kürtler, belki yine Alevi Kürtler olabilecek. Yine, içinden geçtiğimiz sürecin Menderes süreci ile benzerliği ortadadır. Kılıçdaroğlu'nun ve çizgisinin İsmet İnönü'ye benzemesi, yumruk olayı ile İnönü'nün şehre sokulmaması birbirine benzerdir. 15 Temmuz ile yine Menderes dönemi benzerdir. Menderes iktidarının devamı için yasaklardan oluşan alınan tedbirler, kendi basınını kurması, iktidar yanlısı olmayan, basın dahil tüm çevrelerin terörize edilmeleri gibi pratikleri bugün de yaşıyoruz. Tek fark 23 Haziran seçimleri ile tarihin -bir yönüyle- tekerrür edilmediğidir. Artık AKP miadını doldurmuştur. Sadece tabanın hayal kırıklığı bir partiyi yıkmak için yeterli gelmeyeceğinden, kollar sıvanmış ve parti içinden yeni partilerin çıkması için çalışmalara başlanmıştır. Bunun için hem kafa karışıklığı gerekiyor, hem üç ayrı partinin oluşma ihtiyacının doğallığındaki propagandası, hem de bunlara yol açacak bir ormancı. İşte o ormancı Davutoğlu'nun ta kendisi oluyor. Tıpkı Mesih gelmeden önce, onun yolunu açmak için elde baltalar ile İsa döneminde vahşet saçan Yahudi partizanlar topluluğu gibi! (Bu benzetmeyi kullanırken, anti-semitist olmadığımı da belirtmek isterim)

Davutoğlu misyonu gereği elinde balta ile yol açıyor. Bu, yolun ne Gül ne de Babacan için olmadığı kesin ama ne Erdoğan, ne Gül ve ne de Babacan bunun farkında değil. Belki AKP atomlarına ayrılacak ama bunun ötedeki sorumluları hiç bir zaman bulunamayacak.

10.07.2019
Mehmet Serhat Polatsoy


1 Haziran 2019 Cumartesi

Kobani ve Musul-Kerkük hattındaki IŞİD



Vekalet savaşlarının alabildiğine yaşandığı Ortadoğu coğrafyasındayız! İşgal edilmiş hayaller, kırıma tabi tutulmuş olan gerçeklik ve sömürülen hakikat! Ortadoğu bilim ve felsefenin çıkış noktası, dillerin doğup Avrupa'ya yayıldığı, kültürlerin çalınarak kaçırıldığı, maneviyatın ihraç edildiği ama maalesef yoz kültürün de ithal edildiği bir coğrafya oluyor.

İslam için değilse IŞİD, kimler için tekrar hortlatıldı!

Bilindiği üzere Kuzey Suriye, yani Rojava'da etkinliği kırılan IŞİD uzun zamandan sonra bu defa Kerkük'te hortladı, ya da hortlatıldı. Etkinliği kıran sömürge halk olan Kürtler, etkinleştirenler ise tekrar, sömürgeci egemenler ve yerel işbirlikçiler oldu. Yakın tarihi doksanlara kadar giden IŞİD, bir çok isim değişikliğinin sonunda bu adı almış ve son olarak ismini İD, yani İslam Devleti olarak değiştirmişti. ABD'nin Rusya'ya karşı kurduğu ve beslediği El-Kaide'nin bir kolu olan IŞİD'in, sözde bağımsız hareket ettikten sonra bir çok kazanımının olduğunu görebiliyoruz. Yine devamlı bir isim değişikliği bu örgütün aynı zamanda, bir laboratuar ürünü ve toplama bir örgüt olduğu gerçeğini de gözler önüne seriyor.

Kerkük'e geçmeden önce, IŞİD'in kabul görmesinde önemli olan 3 tarih ve olaylara bakalım:
1) 17 Haziran 2010 Irak Merkez Bankası saldırısı
2) 10 Haziran 2014 Musul'da ve Musul'un başkenti olduğu Ninova eyaletinde kontrolü tamamen ele geçirmesi
3) 11 Haziran 2014'te, Türkiye'nin Musul başkonsolosluğunu ele geçirmesi

11 Haziran 2014 tarihinde bir gelişme daha yaşanıyor ve Musul Valisi IŞİD'in, Musul'daki Merkez Bankası şubesini yağmaladığını söylüyor. Irak Merkez Bankası'ndan ve -doğru ise- Türkiye'nin başkonsolosluğuna baskın sırasında aldığı rehinelerin karşılığında bir şeyler aldı mı ya da ne kadar aldı bilinmiyor ama IŞİD'in, Musul Merkez Bankası'ndan tam 420.000.000 dolar aldığı doğrulanıyor.
IŞİD artık, dünyanın en zengin terör örgütü oluyor. IŞİD hem Musul'u hem de nakit ihtiyacını karşılayarak hareket alanını daha genişletiyor. Zaten bir kaç ay sonra da Şengal, derken hattı takip ederek Kobanê'ye kadar geliyor. Videolarda izlemiştik: Türkçe konuşan bir IŞİD'li: Buralar, en son savaşların olacağı kutsal topraklardır. Burası cennetin vaad edildiği coğrafyadır.

Bu söz oldukça tanıdık bir sözdü. Bilerek mi söyletildi yoksa bir bağlantılarının olduğunu mu hissettirmeye çalıştılar bilinmez ama bu,Yahudi'lerin ezici çoğunluğunun "Vaad edilmiş topraklar" sözünü hatırlatıyor. İlginçtir ki IŞİD'in çıkış noktası ve çizdiği hat, tam da vaad edilmiş toprakların sınırını oluşturuyor. Abdullah Öcalan IŞİD için, "Ortadoğu'nun Jitemi" ifadesini kullanırken, dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, "Öfkeli gençler topluluğu" diye tanımlamıştı. Başlı başına ayrı bir yazı konusu olan bu detayın, analize muhtaç olduğunu belirterek tekrar konumuza dönelim.

Hatırlanacak olursa eğer 2009 yılında Suriye-Türkiye sınırındaki mayınlı arazinin temizleme ihalesi İsrail'li bir şirkete verilmiş ama bu daha sonra mecliste 'onay görmeyince' ertelenmişti. İşte IŞİD'in çizdiği hat da, tam da o sınırlar üzerineydi. IŞİD'in 2013'teki çıkışı Musul ile olmuş iken, hareketsizlikten sonra tekrar dönüşü, Kerkük ile oluyor. Yine Musul-Kerkük, zengin petrol yatakları ile bilinen bir merkez oluyor. Buraları önemli kılan sadece petrol yatakları mı yoksa, jeostratejik konumu ile Deniz ve Nehirlere menzil oluşu mu, tam bilemiyoruz ama IŞİD'in Kerkük'te varlığını hissettirmesi, tıpkı Kobani'ye ses çıkara-çıkara gelişi gibi oldu. Zira Kerkük bir aydır vuruluyordu, IŞİD'in hedefindeydi.

IŞİD Musul'dan gelirken, Musul'dan başlayıp Kuzey Suriye sınırının tamamını almak ve Suriye yönetimine küçük bir parça bıraktıktan sonra da Suriye'nin tamamına yakınında kontrolü altında tutmayı amaçlıyordu. Muhtemelen İslam Devleti Suriye topraklarında ilan edilecekti ama olmadı!

Kürtler Kuzey Suriye'yi (Rojava) vermemek için çok direndiler. IŞİD tüm ağır silahlarla köyleri, şehirleri, doğayı, insanları önüne katarak büyük vahşetlere imza atıyordu. Kardeşlerinin zor durumda olduğunu gören Kuzey Kürtleri tüm maddi yaşamlarını bırakıp vicdanlarının sesini dinleyerek Kobani'ye adeta vatan savunmasına gittiler. Binlerce insan yaşamını yitirdi ama Kobani'de direniş devam ediyordu.  

Dikkat edin bir ara koalisyon ve Şam yönetimi her şeyi bırakmış, Rojava'ya odaklanmıştı. Dikkatlerden kaçmayan böyle bir aralık vardı. Suriye askerleri DAİŞ ile, DAİŞ de Suriye askerleri ile çatışmıyordu. Koalisyon uçakları DAİŞ'in ardını bombalayarak adeta Rojava'ya, daha çok Kobani'ye sürüyorlardı. Kuzey Suriye Kürtsüzleştirilmek, fırsatı bulunursa da soykırım yapılmak isteniyordu. Kuzey Kürtleri hem Türk devletinin -basına da yansıyan- IŞİD'e yardımlarını hem de koalisyon uçaklarının bu pratiklerini gördükten sonra ülke içerisinde bu durum hoş karşılanmamış ve huzursuzluk kontraların da dahil olmasıyla yoğun çatışmalara dönüşmüştü. Tarihe 6-7 Ekim olayları diye geçen bu çatışmalarda ellinin üzerinde insan yaşamını yitirmişti. Olaylar sadece Bakur'da değil, Türk metropollerinde de yaşanıyordu. Metropoller adeta yanıyor, her yerde halk ile kolluk kuvvetleri arasında çatışmalar yaşanıyordu. Açıkçası Suriye savaşı Türkiye'de bir iç-savaşa doğru dönebilme ihtimali taşıyordu. Kürt halkı direnerek bir yerde, hegemonik güçlere, Kobani düşerse Türk devleti de düşer demişlerdi. Ben koalisyon uçaklarının YPG/YPJ'ye olan desteğinin Türkiye'de yaşanabilecek bir iç-savaş tehlikesini bertaraf etmek için olduğunu düşünüyordum ki sonrasında olaylar hemen duruldu.

Eğer Kürtler dünyanın her yanında direnmeseydi bugün IŞİD, Türkiye'nin sınır komşusu olmuştu.
Eğer Kürtler direnmeseydi bugün Esad olmaz ya da sadece Şam ile sınırlı kalırdı.
Eğer Kürtler direnmeseydi Kobani planı tutar ve IŞİD, Suriye'nin tamamına yakınında söz sahibi olurdu.
Eğer Kürtler direnmeseydi IŞİD, İsrail'in de komşusu olacaktı ama sorunsuz bir komşu. Tıpkı FKÖ'yü deviren HAMAS gibi bir komşu. Ama olmadı!

Bilinmeli ki eğer bugün IŞİD Kerkük'te hortladıysa bu, Kobani planının tutmamasındandır.

01.06.2019
Mehmet Serhat Polatsoy

30 Mayıs 2019 Perşembe

Davutoğlu dönemi ve Kürtler!



Daha çok 'Stratejik Derinlik' kitabıyla gündeme gelen Ahmet Davutoğlu, Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığına başlamadan önce Malezya Uluslararası İslam Üniversitesinde doçentlik yapıyor. Daha sonra Marmara üniversitesi uluslararası ilişkiler bölümünde çalışan Davutoğlu bir dönem Silahlı Kuvvetler Akademisi ve Harp Akademilerinde ders veriyor. Kökeni itibariyle İsrail ile bağlarının olduğu iddiası çok kereler dillendirilen Davutoğlu'nun yaşamı, çok hızlı bir yükselişe sahne oluyor. Parlamentoda olmamasına rağmen 2009 yılında Dış işleri bakanlığı görevine atanması ve öncesinde (2013) Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül tarafından Büyükelçi ünvanı verilmesi dikkatlerden kaçmıyor. Foreign Policy dergisinin 2010 yılındaki "İlk 100 Küresel Düşünür" listesine girdikten sonra 2011 seçimlerinde Konya'dan AKP milletvekili seçilen Davutoğlu kabinede, Dış İşleri bakanlığı görevini aynen devam ettiriyor.


Yeni Osmanlıcılık politikası ile birlikte Pan-İslamizme dayalı dış ilişlikler geliştirmek isteyen Davutoğlu ilginçtir ki aynı zamanda bir NATO üyesi kalmakla birlikte, Türkiye'nin Avrupa birliğine girmesini de isteyerek batı yanlısı olduğunu saklama gereği duymamıştı. 2011'de bu defa Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte "İlk 100 Küresel Düşünür" listesine girmiş ve Erdoğan ile olduğu 2. proje için kolları sıvamıştı. Davutoğlu, Erdoğan ile birlikte belki de Türkiye tarihinde ilk defa Ermenilerin yaşadığı, (katliam-kırım-soykırım, büyük felaket diye de adlandırılan) kendilerinin tabiriyle "Büyük felaket" için 9 ayrı dilde, konunun araştırılması için bir bildiri yayınlatmıştı. Milletvekili olmadan önce Erdoğan tarafından Dış İşlerine getirilen Davutoğlu'nun 30 Haziran 2010 tarihinde Brüksel'de bir gizli toplantı gerçekleştirdiği öğrenildikten sonra toplantının içeriğine dönük mecliste bir bilgilendirme yapmıştı. Toplantı İsrail ile yapılmış ve toplantının gizli olmasına dönük teklifin de İsrail'den geldiği söylenmişti.

Basamakları hızlı bir şekilde tırmanan Davutoğlu 27 Ağustos 2014'te AKP genel başkanı olarak seçildikten sonra 6 Eylül'de resmen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olmuştu. Davutoğlu'nun hızlı yükselişinde artık sona doğru geliniyordu. 2015 tarihinde 4 Bakan'ın karıştığı 17 Aralık yolsuzluk olayında Davutoğu ile Erdoğan arasında gerginlikler başlamış ve bu birliktelik, 22 Mayıs 2016'da kabinesiyle birlikte istifasını Cumhurbaşkanına sunmasıyla son bulmuştu.

Uzun süreler ortalıkta görünmeyen Davutoğlu, Diyarbakır'da çıktı karşımıza. O tarihten bu yana sesi-soluğu çıkmayan Davutoğlu, Diyarbakır'a gideceğini söylemiş ve bu, yeni parti startının Diyarbakır'dan verileceği söylentilerine neden olmuştu. AKP içerisinde oluşan çatlak sonrası Davutoğlu, Babacan ve Gül üçlüsünün temelde aynı ama prensipte farklı bir çizgi üzerinde seyrettikleri görülebiliyor. (Bu konu elbette farklı bir yazı ile analize muhtaçtır. Bu nedenle dokunmadan, esas konumuza dönelim)

Yukarıda Ahmet Davutoğlu'nun, tabiri caizse, (Stratejik Derinlik..) gökten zembille inmiş gibi Türkiye'nin son 16 yılına damgasını vurduğunu görebiliyoruz. Yukarıdakiler Davutoğlu'nun kısmen, Türk devleti ve hükümetleri içerisindeki aydınlık ve 'karanlık' sicili ile devlet -ya da güçler- lehine çalışmalarını yansıtıyorken, aşağıda okuyacaklarınız Davutoğlu'nun ne denli bir düşünce düşmanı ve toplum kıyımcısı olduğunu gösteriyor. Başından tavuk geçirilmiş ve arınmış mıdır bilemiyoruz ama gelin hep beraber 28 Ağustos 2014 ve 24 Mayıs 2016 tarihleri arasındaki Davutoğlu'nun Başbakan olduğu süre içerisindeki hak gaspları ve katliamlar silsilesine bakarak yazıya son verelim.

Davutoğlu dönemi nasıl başladı?

*Özel tim ve özel eğitimli askerler ve TSK güçleri şehirleri kuşatıp, mahalle ve yerleşkelere operasyonlar düzenledi.
*Sur ve Cizre vb. gibi onlarca ilçede yüzlerce insan öldürüldü, yaşam alanları tahrip edildi ve yurttaşların geri dönüşleri ortadan kaldırıldı.
*Kürtlerin haber alma -TV ve basın gibi- hakları ellerinde alındı.
*Siyaset kurumu adına her şey ortadan kaldırıldı ve HDP milletvekilleri, polisinden valisine kadar kimse tarafından muhatap alınmadı.
*Şehirlerin stratejik noktalarına tanklar ve zırhlı araçlar konumlandırıldı.
*Operasyonun olduğu bölgelere giriş-çıkışlar yasaklandı. Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Hakkari, Elazığ, Muş ve Batman'dan oluşan 7 ile ait 39 ilçede süresiz sokağa çıkma yasakları getirildi.
*İnsanların günlük ihtiyaçları olan elektrik, gaz, su, ekmek, gıda vb. gibi ihtiyaçları kolluk kuvvetlerinin bilgisi ve gözetimi dahilinde sağlandı.
*DBP'li belediye eşbaşkanları tutuklandı.
*Yüzlerce insan yaşamını yitirdi. Binlerce insan yaralandı. Doğa tahrip edildi. On binlerce insan gözaltına alındı, işkence gördü ve tutuklandı. Milyonlarca insan, ne zaman gözaltına alınırım, gözaltındayken, ne zaman işkence yapacaklar diye paranoyak oldu. Yüz binlerce insan şehirlerini, on binlerce insan ülkesini terk etmek zorunda kaldı. İHD ve TİHV verilerine göre sadece 1 Ocak ile 5 Aralık 2015 tarihleri arasında yaşanan çatışmalar nedeniyle 171'i asker, polis, korucu, 195'i PKK'li, 157'si sivil olmak üzere toplam 523 kişi yaşamını yitirdi.

Şimdi de Davutoğlu döneminde hafızalara kazınan toplum psikolojisini alt-üst eden olaylar ve katliamlara bakalım:

*6-7 Ekim olaylarında 50 kişi yaşamını yitirdi.
*Karaman'ın Ermenek ilçesindeki maden kazasında 18 işçi yaşamını yitirdi.
*HDP Diyarbakır mitinginde 2 ayrı patlama oldu. Katliam girişiminde 4 kişi yaşamını yitirirken 100'ün üzerinde HDP'li yaralandı.
*Suruç'ta, Kobani'deki çocuklara oyuncak götürmek isteyen ESP'nin gençlik örgütü SGDF'li devrimci-sosyalist gençler Suruç Amara Kültür merkezinde açıklama yaparken patlama meydana geldi. IŞİD'in gerçekleştirdiği saldırıda 34 kişi yaşamını yitirirken 100'ün üzerinde yaralananlar oldu.
*Urfa'nın Ceylanpınar ilçesinde,-PKK'nin yaptığı söylenerek çözüm sürecinin bitmesine neden olan ama PKK ile ilgisinin olmadığı anlaşılan ve hala faillerinin açığa çıkarılmadığı- 2 polis evlerinde infaz edildi.
*Ankara'da 10 Ekim'de barış mitingine IŞİD tarafından üç ayrı saldırı gerçekleştirildi. Katliamda 107 kişi yaşamını yitirirken 500'ün üzerinde yaralananlar oldu. Davutoğlu bu süreçte şahsımı hedefe koyup, ilgimin olmadığı bir konu ile itham etmiş, tüm TV ve Basında algı oluşturarak şahsım üzerinden linç kampanyaları düzenletmiş, HDP'yi ve PKK'yi patlamayla ilişkilendirmiş, kokteyl örgüt demişti. Sanık iken mahkemece tanık konumuna getirilmiş ve konu ile ilgimin olmadığı, mağdur edildiğim anlaşılmış ve patlamaların IŞİD tarafından yapıldığı, HDP ve PKK ile ilgisinin olmadığı da netleşmişti.
*Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi Diyarbakır Sur'da infaz edilerek katledildi.
*Sultanahmet'te IŞİD tarafından turistlere dönük canlı bomba saldırısı gerçekleştirilmiş ve saldırıda 13 kişi yaşamını yitirmişti.
*Sadece 1 yıl içerisinde 200'e yakın basın çalışanı hapsedilirken yine bir o kadar medya kuruluşu ve dernek kapatılmıştı.
*Milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması ile birlikte, Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ gibi HDP Eşgenel başkanları ve milletvekilleri dahil, binlerce partili tutuklanmıştı.

Aşağıda, İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) dokümantasyon merkezlerinin Ahmet Davutoğlu döneminde yaşananları kapsayan net veriler bulunmaktadır. Sizleri rakamlara boğmak istemezdim ama veriler rakamlar üzerinden gittiğinden, siz değerli okuyuculardan şimdiden özür diliyorum:

2014

*Yargısız infaz nedeniyle 103 kişi yaşamını yitirdi.
*11 bin 262 kişi gözaltına alınıp, 1273 kişi tutuklandı. 232 ırkçı/ideolojik saldırıda 285 kişi yaralandı.
*İfade özgürlüğü nedeniyle 193 kişiye soruşturma açıldı.
*Yapılan 646 gösteriye polis müdahale etti.
*47 siyasi parti, sendika ve derneğe baskın yapıldı, saldırıya uğradı. 5 dernek için kapatma davası açıldı.
*Kelepçeli muayene, hastaneye götürülmeme, rapor alamama gibi nedenlerden ötürü İHD'ye cezaevlerinden 117 başvuru yapıldı.
*2014 verilerine göre cezaevlerinde 2282i ağır olmak üzere, 678 hasta tutuklu bulunuyordu.

2015

*289 kişi yargısız infaz ile katledildi.
*250 kişi cezaevlerinde yaşamını yitirdi.
*45 kişi, resmi hata ve ihmalden yaşamını yitirdi.
*42 kişi şüpheli şekilde yaşamını yitirdi.
*176 kişi yaşanan saldırılarda yaşamını yitirdi.
*483 kişi çatışmalarda yaşamını yitirdi.
*48 kişi bomba patlaması ve kuşkulu bir şekilde yaşamını yitirdi.
*44 kadın intihar ederek yaşamını yitirdi.
*392 kadın tecavüz ve şiddetten dolayı yaşamını yitirdi.
*32 çocuk intihar ederek yaşamını yitirdi.
*55 çocuk tecavüz ve şiddetten dolayı katledildi.
*5671 kişi, işkence, kötü muamele, onur kırıcı ve küçük düşürücü davranış ve cezalandırmalara maruz bırakıldı.
*637'si çocuk 13 bin 189 gözaltı yaşandı.
*99'u çocuk 1860 tutuklama yaşandı.
*32 gazeteci tutuklandı.
*Miting, konser, tiyatro ve sinema gibi 18 etkinlik yasaklandı.
*Kitap, dergi, radyo, TV kanalı ve gazeteye 84 kapatma ve yasak gibi davalar açıldı; yasaklandı kapatıldı.
*26 dergi, matbaa, yayınevi ve TV binalarına baskınlar düzenlendi.
*Onlarca haber ajansına ait siteler engellenmiş ve engellenen ajans siteleri ve internet sitelerinin sayısı  26 bin 851 olarak kayıtlara geçmiştir.
*Yüzlerce üniversite öğrencisine davalar açılmış, kimi davalar hala devam ederken, kimi davalar beraat, kimi davalar da para yada hapis cezalarıyla sonuçlanmıştır.
*68 kuruma, örgütlenme özgürlüğüne yönelik ihlal tespit edilmiştir.
*464 defa siyasi parti, dernek ve sendikaya saldırılar düzenlenmiştir.
*Cezaevlerinde 900'e yakın (sağlık, sevk, sürgün, haberleşme ve disiplin cezalarından oluşan) ihlal kayıtlara geçmiştir.

2016

*594 kişi yargısız infaz sonucu öldürüldü.
*1.723 asker, polis, gerilla ve sivil yaşanan çatışma, güvenlik güçlerinin müdahalesi ve bombalı saldırılarda yaşamını yitirmiştir.
*34 şüpheli ölüm yaşanmıştır.
*150'si çocuk, 6860 kişi gözaltına alınmıştır
*40'ı çocuk 1724 kişi tutuklanmıştır.
*647 işkence ve kötü muamele iddiaları kayıt altına alınmıştır.
*116 toplumsal olaylara müdahale, darp ve yaralanma tespit edilmiştir.
*1103 cezaevlerinde ihlal yaşanmıştır.
*250 gazeteci çeşitli suçlamalarla gözaltına alındı.
*219'u çocuk, 2581 kişi toplumsal gösterilerde kolluk güçlerinden şiddet gördü.
*212 sivil canlı bomba saldırılarında yaşamını yitirdi.
*1.900 milyon kişinin sokağa çıkma yasakları nedeniyle eğitim ve sağlık hakları ihlal edildi. En az 500 bin insan zorla yerinden edildi, göçe zorlandı.
*128 imzacı akademisyen Barış istedikleri için ihraç edildi.
*240'ı çocuk, 5028 kişi hakkında Erdoğan'a hakaretten dava açıldı.
*328 kadın erkekler tarafından katledildi.
*12 mahkumun cezaevlerinde intihar ettiği açıklandı.
*1348 kişi cezaevlerinde işkence ve kötü muamele gördü.
*Cezaevlerinde 1015 sağlık hakkı, 204 haberleşme hakkı ihlal edildi. Yine 533 disiplin cezası verilerek, 2 bin 227 sevk uygulaması yaşandı.
*35 kişi intihar, işkence, kötü muamele, kaza, ihmal, hastalık ve mahkumlar arası kavga nedeniyle yaşamını yitirdi.
*10 şüpheli asker ölümü yaşandı..
*6 faili meçhul cinayet işlendi.
*10 il ve en az 39 ilçede resmi olarak tespit edilen en az 169 gün süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasağı uygulandı.
*16 Ağustos 2015 ile 20 Nisan 2016 tarihleri arasındaki sokağa çıkma yasakları sırasında 79'u çocuk, 71'i kadın en az 321 sivil yaşamını yitirdi.
*5042'si çocuk 13 bin 957 kişi gözaltına alındı. 133'ü çocuk, 3 bin 336 kişi tutuklandı.
*1970 işçi, iş cinayetlerine kurban verildi.
*97 bin 679 kamu çalışanı ihraç edildi.
Yukarıda yazılanların tamamı Ahmet Davutoğlu döneminde yaşananlar olmasına rağmen kendisi bunlardan bihaber Diyarbakır'a gidiyor. Adeta bir demokrasi havarisi kesilen Davutoğlu, iktidarın demokrasi anlayışını beğenmediğini söyleyerek, toplumun gözünün içine baka baka hak-hukuktan bahsediyor.

Yıl 2019!

Davutoğlu, özellikle Kürt halkına hak ve hukuktan bahsetmesin. Davutoğlu ve onun gibi Başbakan eskileri bilsin ki Kürtler yüz yıllık Türk devleti tarihinde sayısız baskı, katliam, sürgün ve göçe tabi tutulmalarına rağmen hiç bir iktidara yaslanmadan kendi küllerinden yeniden doğabilmişler, varolabilmişlerdir. Kürtlerin, ezilen ve sömürülenlerin Ahmet Davutoğlu gibilerine ihtiyacı yoktur.

29.05.2019
Mehmet Serhat Polatsoy