13 Temmuz 2019 Cumartesi

PKK ve FARC / Barış'a vakit ayırmak gerekiyor!



Savaşlar iğrençtir! Önce mide bulanır, sonra ağlanır, ardından kusulur. Her üç eylem doğallığında gelişen insancıl tepkilerdir. Duygunun şahlanışı verir bu tepkileri. Savaş ve yaşanılanlar, elbet bir etki-tepki sonrası oluşur. Ama ha demeden çıkmayan savaşlar, ha demeden de bitmez/bitmemeli. Evet barış zordur ve bir yönüyle geç kalınmamalıdır ama tarafların mutlaka, barışacak bir zihniyete sahip olmaları gerekiyor. Adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarını sindiremeyenler ile bırakın bir barışı, barış üzeri yapılacak görüşmeler bile, zaman kavramının doğası için bir zül sayılır!

Vakit kaybı yaşanmaması için tarihte ve günümüzde, insanüstü diyebileceğimiz cinsten, vakit içinde vakit yaratılıyor. Mesela, iki taraf savaşın durması için bir yerde görüşmedeyken, yada bir görüşmeye giderken, yanı başlarında bombalar patlar veya çatışma çıkar. Ya bir taraftan, ya da diğer taraftan kayıplar olur. Açıklama üstüne açıklamalar yapılır ve bu, "savaşın doğasıdır; bizler de daha fazla kayıp olmasın diye görüşmelerde bulunuyoruz" denir ve hiçbir şey olmamış gibi görüşmeler devam eder. Sanırım bu şimdilik, olması gereken gibi duruyor...

Barış'a vakit ayırmak gerekiyor ve bu, hak ve özgürlüklerinin ardına düşen, doğuştan olan haklarını talep eden, renginden, dilinden, dininden dolayı ırkçılığa, ayrımcılık ve ötekileştirmeye maruz kalan ve bu nedenle özerklik isteyen, bağımsızlık isteyen ve buna karşılık duran tüm devletler ve örgütler için geçerlidir.

Yazı konusu için önümüzde iki örnek duruyor:
1) Kolombiya-FARC
2) Türk devleti-PKK

Her iki örgüt ve devletin hem çatışma tarihi, hem karakterleri ve hem de güçleri biliniyor. Bu nedenle uzun uzadıya yazmak yerine, onurlu bir barışa erişildiği düşünülen, barışı simgeleyen beyazlar ile tüm dünyaya poz verilen FARC ve Kolombiya için bir kaç gerçeği buraya taşımakta fayda var.

52 yıl süren ve 250 bine yakın insanın yaşamını yitirdiği, milyonlarca insanın yerinden yurdundan edildiği savaş sonrası Kolombiya hükümeti ile FARC gerillaları arasında 2016'nın Eylül ayında barış anlaşması imzalandı. Elbette bu, özlenen bir tabloydu. Her şeyden önce doğa tahrip edilmiş canlar kıyımdan geçirilmişti. Barış'a erişmek zor olmuştu. Fakat bir terslik vardı! Barış anlaşması imzalanmıştı ama her gün FARC gerillaları ve sosyal liderlerin ölüm haberleri basına düşmeye başlamıştı. Gazeteci Aykan Sever'in paylaşımları bu yazıyı yazmamı zorunlu kıldı çünkü kendisi çevirisi ile basına düşen haberlerden kamuoyunu bilgilendiriyordu.

Bizler, FARC ve Kolombiya barışının her gün biraz daha iğrenç hale geldiğini okuyor, böyle bir barışın olamayacağını görüyoruz. Düşünebiliyor musunuz, imzalanan bir barış anlaşması ve bu anlaşmadan sonra katledilen eski gerilla ve sosyal liderler var. Barış anlaşmasından sonraki süreçten bu güne kadar toplamda bine yakın eski gerilla ve sosyal lider vahşice katledildi. Bu durum ister istemez, 'olmaz olsun böyle bir barış' dememize neden oluyor. Bu duruma hem Kolombiya hükümeti -ki kendisine bağlı güçlerce işlenen katliamlar-, hem  de FARC sessiz kalıyor. FARC'ın bu durum karşısında sessiz kalması ölümleri daha da fazlalaştırdığı gibi, mücadelelerini de yozlaştırıyor. Barış anlaşması için arabulucu olan Küba'nın da sessiz kaldığı bu ortamda FARC'ın daha fazla sessiz kalması çok anlamlı gelmiyor. Bir sorun, bir sıkıntı var. Nasıl olur da FARC, mücadele arkadaşlarının katledilmesine bu kadar sessiz kalır! Ya örgüt lider kadrosu bir ihanet içerisinde ve kendilerine öldürülecekler listesi verilmiş ve anlaşma bunun üzeri imzalanmış, ya tekrardan savaş başlamasın diye katliamlara göz yumuluyor, ya da lider kadro artık yoruldu! Yoksa FARC dağıldı mı, artık yok mu? Eğer böyleyse bu sözde barış FARC tarafından değil, Kolombiya tarafından kısa süre içinde resmen bitirilecek. Ortada barışılacak kimse kalmazsa, öyleyse barışın ne anlamı var? Tamil kaplanlarına yapılanlar ile FARC gerillaları ve sosyal liderlere yapılanlar arasındaki fark sadece Kolombiya'nın resmi bir barış anlaşması imzalamış olmasıdır. İnfazları meşru kılan bir anlaşma!

PKK ile Türk devleti arasındaki savaş 36. yılına girerken 70 bine yakın insan yaşamını yitirdi, yüz binlerce insan işkencelerden geçirildi ve zindanlara atıldı. Yakılan, yıkılan köyler ve ilçeler nedeniyle milyonlarca insan yerinden yurdundan edildi ve edilmeye de devam ediyor. PKK lideri Abdullah Öcalan 20 yıldır İmralı adasında, tek kişilik hücrede barışın yollarını arıyor, adeta ilmik ilmik barışı örüyor. Dünya deneyimlerinden yola çıkarak, "onurlu bir barışın" şartlarını sunuyor. Bu anlamda, savaşacak çok vaktimiz oldu, barışacak vaktimiz de olsun diyor. Öcalan, onurlu bir barışa giden yolun önce temizlenmesi gerektiği, sonra olacaksa bu yol üzeri bir barışın olması gerektiğini söylüyor. Kırk yıl içerisinde her iki taraftan da yanlış, hata ve suçların olduğunu, bu nedenle bunların araştırılması gerektiğini defalarca dile getiriyor. Bunun için "Hakikatleri araştırma komisyonu" kurulması gerektiğini, 3. bir gözün sürece dahil edilmesindeki gereksinimleri tarihsel bilincinden aldığı anlaşılıyor. Zira Özal döneminden bu yana defalarca kez yürütülen görüşmeler, tek taraflı ateşkesler, barışa şans tanımalar ve nihayetinde yolların nasıl tıkandığını ve nasıl açılması gerektiğini biliyor. Öcalan'ın 'Bir muhatap arıyorum' başlıklı kitabı oldukça önemlidir. Başlığa yansıyan arayış, bu savaşın neden sonlanamadığını haykırıyor. Öcalan yıllar önce Mehmet Ali Birand ile yaptığı röportajda da dile getirmişti: Sizin, bizimle görüşecek bir önderliğiniz yok. Sizin bir önderlik kriziniz var! Evet, Öcalan bir muhatap bulamadığı ve önerdiği yolları yaşamsallaştıramadığı içindir ki, Kürt-Türk barışı sağlanamıyor.

Barış görüşmeleri esnasında savaş devam edebilir mi? Maalesef ama devam edebiliyor. İmza atılma anından bir saniye öncesine kadar, yine devam ediyor. Peki imza atıldıktan sonra? Evet, yine devam ediyor. Peki barış? Siz, "hayır, bu barış değil" diyebilirsiniz ama başkaları da "asıl savaş, barış anlaşmasından sonra başlıyor" der.

Mesela Sakine Cansız ve arkadaşlarının infazları!
Bu infazlar diyalogsuz bir savaş sırasında değil, diyalog halinde iken, hem de resmi kanallardan görüşme gerçekleştiriliyorken oldu. PKK'nin kurucuları arasında yer alan önder kadrolardan Sakine Cansız'ın vahşice katledilişinden sonra Recep Tayyip Erdoğan,  "olayın bir iç hesaplaşma ya da provokasyon olduğunu", söyledi. Konuyla ilgili konuşan Bülent Arınç ise, "Terörün sonlanması ile ilgili olarak MİT'in inisiyatifiyle gelişen bir durum" demişti.

Hatırlayacak olursanız eğer PKK daha sonrasında süreç tıkanmasın diye, üst düzey herhangi bir isme karşı eylem düzenlemedi. Kaldı ki basından da bildiğimiz kadarıyla bu güne kadar hiç bir siyasiye karşı böylesi bir eylem içerisine girmedi. Yani infaza karşılık bir pratik içerisine girmedi. Daha fazla insan yaşamını yitirmesin diye, kurucuları arasında yer alan Sakine Cansız'ı "Barış ve Demokrasi şehidi" ilan etti. PKK'nin bu tavrı 2.5 yıl silahların patlamamasına neden oldu. Türkiye halkları 2.5 yıl çatışma haberi duymadı. Bunun nedeni -her şeye rağmen- PKK'nin tavrından başkası değildi. Ama çatışmasızlık süresi içerisinde bir daha böylesi infazların yaşanmaması için Öcalan tarafından önerilen "hakikatleri araştırma komisyonu" kurulmadı, işlemedi. Ve Erdoğan, resmi olarak Dolmabahçe'de okunan mutabakatı tanımadığını söyleyerek süreci bitirdi.

2015-2019 arası Sur ve Cizre gibi ilçeler yıkılmış ve savaş, farklı bir boyut kazanmıştı. Erdoğan'ın, "süreç buzdolabındadır" dediği günden bu yana 4 yıl geçmiş ve Öcalan ile ne avukatları, ne HDP heyeti, ne de yakınları görüştürülmemişti. Bir tıkanıklık var ve aşılmalıydı. Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecrit bir şekliyle kırılmalıydı. Dışarıda siyaset kurumu umutsuz bir şekilde beklerken ses, içerilerden, zindanlardan geldi ve o sıra cezaevinde tutulan HDP'li milletvekili Leyla Güven, Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecridin kaldırılması ve tekrar barış sürecinin başlaması için açlık grevine başladı. Kısa sürede HDP'li, Sol-Sosyalist, PKK ve PJAK'lı tutsaklar da açlık grevine dahil oldu. Cezaevlerinden ölüm haberleri gelmeye başlamış, açlık grevleri ölüm orucuna dönüşmüş, siyaset kurumu hareketlenmişti. Güven ve arkadaşlarının sesi duyulmuş, mücadeleleri sonuç vermiş ve Dünya'da da yankı bularak tecrit kapısı aralanmıştı. Öcalan ile görüşmeler tekrar başlamıştı. Sadece avukatları değil, devletin de Öcalan ile görüştüğünü anlamış oluyorduk.

Bugünler, tekrar İmralı kapısının kapatıldığı, tıkanıklığın başladığı günler olarak karşımıza çıkmış bulunuyor. Zaman akıp gidiyor ve hiç bir olgunluk emaresi görünmüyor.

Geçen hafta, KCK Başkanlık Konseyi Üyesi Diyar Garib, tıpkı yine KCK Başkanlık Konseyi Üyesi Zeki Şengali'ye uygulanan yöntem ile vuruldu ve yaşamını yitirdi. Atakan Mahir yine yakın dönemde öldürülen KCK Başkanlık Konsey Üyelerindendi. TSK'nın raporlarına göre son 4 yıllık süreçte aralarında sivillerin de olduğu 16 bine yakın PKK'li yaşamını yitirmiş! Rakamların şişirilmiş ve özel savaşın politikaları doğrultusunda verildiği biliniyor ama ölümlerin olduğu herkesin malumudur.

Peki Özal döneminden bu yana defalarca yapılan ve hala devam eden görüşmelerde hiç bir yol kat edilmedi mi de bu kadar insan yaşamını yitiriyor? Edilmedi. Çünkü savaşın bitirilmesi istenmiyor! Bir yol kat edilmiş olsaydı PKK'nin barış adına verdiği onca tavizler sonrası savaş biterdi. Mutlak büyük umut vardır ve olmalıdır ama en azından bu güne kadar denenen yöntemler ile bu savaşın hiç bir şekilde bitirilemeyeceği ve bu anlamda kat edilmişse de, kat edilen yolun buna hizmet ettiği görülmüş oldu.

Nasıl mı biter?
Barış'a, en az savaş kadar vakit ayrılırsa, görüşmeler sırasında yaşanan ölümlerin sorumluları en tepede bile olsa araştırılıp haklarında hüküm verilirse ancak, savaşlar bitme noktasına gelir. Yoksa Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları ve Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri-Halk Ordusu örnekleri ortadadır.

Hiç kimse bu tarz ölümleri, "savaşın doğası" olarak göstermemeli. Bu, savaşın doğası değil, yöntemin sorunlu olması nedeniyledir. Ölümler ve tıkanıklıklar, Barış'a en az savaş kadar vakit ayrılmadığının ve 'bu anlamda aceleye' getirildiğinin sonucudur. Barış için gerekli olan, bir zihniyet devrimidir ki biliniyor. PKK ve Türk devleti arasındaki savaş 40 yıldır sürüyor. Sosyolojik olarak bu kadar yıl içerisinde bir kültür yaratılıyor. Kırk yıllık savaş bir kültür yarattı. Savaş kültürüne sahip bir toplum. Daha net olmak gerekirse: Düşünün ki PKK ve Türkiye arasındaki -eğer varsa- barış görüşmelerini  her yerden izole etseniz bile, yine de barış için, 1 kültür yılı gerekiyor.

Hala geç kalınmış değil, barışa mutlaka vakit ayırmak gerekiyor. Bunun için de şuanda bile, kimseyi beklemeden demokratik parti, STK ve şahsiyetler el birliği ile, bir Hakikatleri araştırma komisyonu kurarak kendilerini muhatap kılabilirler.

13.07.2019
Mehmet Serhat Polatsoy

11 Temmuz 2019 Perşembe

Davutoğlu'nun elinde balta var!



Size de Davutoğlu sanki ortada kalmış gibi gelmiyor mu? Bu durum bir muamma mı yoksa, enterne edilme hali mi? Öyle ya, Erdoğan'ın kavgalı olduğu, Babacan'ın istemediği, bu nedenle de Gül'ün uzak durduğu Davutoğlu'nun ekibi de, çok net değil. Bugün kurucuları arasında olduğu partisi AKP'den istifa edip "yeni parti sinyali" veren Babacan'ın ekibinin Davutoğlu için bu nedenle, "Erdoğan'ın ajanı" iddiasında bulundukları da, duyulmuyor değil. Bir taraftan bu yönlü şüpheler çekilirken diğer yandan Erdoğan Davutoğlu'na 'Mazlum' gibi yaklaşıp: Şehirleri dolaşıyormuşsun, parti kuracakmışsın, diyor. Anlayacağınız Davutoğlu görünürde, ortalarda bir yerlerde!

Peki, AKP'nin kurucuları arasında yer alan ve tarihine bakıldığında da böylesi akademik bir kariyere sahip olan biri nasıl olur da ortada olur ya da yalnızlaşır! Mesela milletvekili olmadan kabinede yer alan ender politikacılardan biriydi. Türkiye'nin komşularla ilişkisinde gökten zembille inmişçesine AKP'nin tamamı ve devlet tarafından da ardından gidilen "Stratejik derinlik" kitabının yazarıydı.

Hoca lakaplı Davutoğlu nasıl büyük bir hata yapmış yada suç işlemiş ki Erdoğan ile kimi konularda kavgalı olmuş! Kitapları esas alınarak Türkiye'nin iç-dış politikasına yön veren bir şahsiyet, neden kimse tarafından kabul görmez! Halbuki Sur, Cizre katliam ve yıkımları kendi döneminde olmuş, AKP ve Devlet nezdinde takdir görmüştü. Yine örgütlenmesi, nasıl eleman devşirdiği, İsrail'e dokunmaması, Hamas'ı tehdit etmesi, Kürdistan coğrafyasına elinde kılıç ile girerek Êzidîlere 73. fermanı yaşatan, Kobani'de "burası en son savaşların olacağı bir yer, bu topraklar bize vaad edilmiş" diyen ve bu anlamda bir 'sır' olan IŞİD için "öfkeli çocuklar" diyen, yine Davutoğlu'ydu. Kendisi, Kürt halkına karşı Devlet refleksini en sert haliyle pratikleştiren biriydi. Davutoğlu'nun Devlet ile hiç bir problemi yoktu. O zaman akıllara şu soru geliyor: Uzun yıllar ülke dışında olması, Sezer döneminde ödül verilmesi, dışarıdan AKP'ye dahil edilmesi, Başbakanlığa kadar çıkarılması, Sur, Cizre katliamlarının onun döneminde gerçekleştirilmesi gibi her şey, bir görevin mi gereğiydi?

Bu ve buna benzer bir çok sorular sorulabilir ama biraz da Davutoğlu, Gül ve Babacan'ın AKP tabanındaki gerçek karşılığına eğilmekte fayda var.
Dün, 18 yıldır AKP'li olan biri ile son süreci konuştuk. Erdoğan için öncesinde 'peygamber' benzetmesi bile yapan, neredeyse ona tapan bu kişi konu, Babacan'ın AKP'den istifa etmesine gelince, "hepsi aynıdır" diyerek konuşmaya başladı: Ben nasıl 18 yıldır AKP'li isem, Davutoğlu, Gül ve Babacan da 18 yıldır gücü elinde bulunduranlardandı. Onlar da neticesinde, iktidarın nimetlerinden faydalanan AK Partililerdi. Davutoğlu'nun şehir şehir dolaşması, Gül'ün kendini ağırdan satması, Babacan'ın yeni bir parti kurma yönünde olan açıklamasının benim için hiç bir önemi yoktur çünkü bunların AK Parti'den hiç bir farkları yok. Yol dediler, ihalesi verilen yollar bir türlü bitmiyor. Hastane dediler, bizler hala hastanelerde kuyruklardayız. İlaçlar pahalı, fakirlere ölümden başka seçenek bırakılmadı. Ekonomi dediler, ben her sene 5 yıldızlı otellerde tatile giderdim, bu sene çarşıya bile gidemiyorum. Kürt sorunu çözülecek, terör bitecek dediler, her gün asker cenazesi geliyor. Suriye'de mi bizde mi savaş oldu belli değil. Suriye'den gelen insanlar savaştan kaçıp bize sığındı. Kültürümüz farklı, yaşantımız farklı, kimi değer yargılarımız farklı. Topluma kazandırılması için kamplarda olması gereken Suriyeliler şehir merkezlerine taşındı. Bu yanlıştı. Uyum sorunu yaşayacakları belli iken, neden böyle yaptıklarını anlayamadım. Şimdi de kalkıyoruz, en küçük bir hatalarında onları linç etmeye çalışıyoruz. Onlar isteyerek gelmedi ki, zorunlu olarak buraya kaçtılar. Urfa şehir nüfusu 1 milyon iken, resmi rakamlara göre Urfa'daki Suriyeli sayısı 470 bin. Suriyeliler bize geldi, bizimkiler de FETÖ ve PKK'dan yargılandı, yüz binlerce insan KHK ile ihraç edildi, bir o kadar gözaltına alındı, yurtdışına kaçtı. AK parti yanlış yaptı. Olmaz, artık hangi eski AK partili yeni bir parti kursa, çıkıp toplumdan özür dilemedikçe samimiyetsizdirler, dedi.

AKP'li, "elim kırılsaydı da oy vermeseydim" demedi ama artık AKP'ye oy vermeyeceğini kararlılıkla belirtti. Elbet eski bir AKP'linin söylemleri için, AKP'nin toplum nezdindeki karşılığı budur diyemeyiz. Ama büyük bir kırılma yaşandığı hem meclis kulisleri, hem AKP'nin yerel teşkilatlarında birbirlerine düşmesi, hem güç zehirlenmesi yaşayan bürokratların aşırı harcamaları, kişi kayırmaları, olduğu kurumu aile kurumuna dönüştürmeleri, savurganlık ve savrulmuşlukları ve hem de partideki resmi kopuşlardan anlayabiliyoruz. Gemi su mu alıyor yoksa boşalıyor mu, zaman gösterecek ama artık AKP'nin toparlanması pek ihtimal dahilinde görünmüyor. Kürt hakikati dışında Türkiye'nin diğer sorunlarını çözse, ekonomik refahı yükseltse, asgari ücreti beş bin TL yapsa bile 23 Haziran seçimlerinde Kürt'süz olunamayacağını görmüş oldular. Yazı buraya kadar akmışken, Kürt tarafının artık AKP ile bir çözüm süreci yürütmek istemediklerini de not olarak buraya taşımakta fayda var.

Gelelim Davudoğlu'nun neden eline balta aldığına!
Yazının başlarında: Davutoğlu'nun pratikleri, görevi nedeniyle miydi? diye ortaya, bir soru bırakmıştık. Stratejik derinlik kitabı esas alınarak uygulanan 'sıfır sorun' başlık, program ve politikasından başlayabiliriz. Sıfır sorun konusu esasında ruhu itibariyle, 'sadabat paktı'na varan bir konu oluyor. Hedefte yine Devlet'in sinir uçlarına dokunan Kürtler ve aynı zamanda mevcut iktidarın miadını doldurduğu, artık gitmesi için gerekli zeminlerin hazırlanma süreci var. Bir çizgi, bir hat çizilmesi gerekiyor ki herkes sınırını bilsin. Sıfır sorun dediysek, sınırsızlık demedik. Sıfır sorun politikası bir kaç uzak ülke ile yapılan vize serbestisi yada ekonomik ilişkiler değildi. Osmanlı'da Tanzimat ile denenmek istenen ama hangi ülke için olacağı netlik kazanmayan bir Fransız modeli üzerinde çalışılacaktı ama keskin bir dönüş ile bu proje saptırıldı ve sınırların üzerinden tekrar geçildi. Yani Kürdistan coğrafyası sınırlarının kalın duvarlarla örülmesi öncesi, görüntüde  Türkiye sınırlarını büyütme arayışları... Tam bu sırada gelişen bir Arap baharı ve bu da Ortadoğu'nun yeniden dizaynında yetersiz kalınca laboratuarda üretilen DAİŞ devreye alındı. İlginçtir kİ DAİŞ ortaya çıktığı andan itibaren hep, Türkiye ile anılıp ilişkilendirildi. Davutoğlu'nun da sonradan söylediği gibi, "öfkeli gençler topluluğu" 'sıfır sorun' için biçilmiş kaftan oldu.

Türkiye'nin Musul-Kerkük acısını bilmeyen yoktur. Yine ilginçtir ki DAİŞ, buralardan yayılıp genişliyor ve Türkiye ile doğallığındaymış gibi gelişen ilişkisine ilk buralarda başlıyor. Şimdiki CHP'li vekil bu ilişkiyi en iyi bilenlerden olarak zaman zaman, "söylerim haa" minvalindeki  tehditleri de herkesçe malum oluyor. Mesela DAİŞ'in Kuzey Suriye hattı boyunca ilerlemesi ile Suriye-Türkiye sınırındaki mayınlı arazilerin temizlenmesi meselesinde bahsi geçen km2'lik alan aynı oluyor. Burada, 2009'da rafa kaldırılan bir projeden bahsediyoruz.

Nasıl ki Sadabat paktı ile birlikte Dersim'de katliam gerçekleştirilmişse, Sıfır sorun politikası ile paralel de DAİŞ çıkmış ve Şengal'de Êzidîler bu örgüt tarafından soykırımdan geçirilmek istenmiş, büyük ölçekli bir katliam yaşanmıştır. Nasıl ki Dersim'de Alevi Kürtler katledilmiş ve zorunlu göçlerle dünyanın dört bir yanına dağılmışlarsa, aynı şekilde Êzidî Kürtler katledilmiş ve verimli hilalin kadim inanç ve halklarından olan Êzidîler dünyanın dört bir yanına zorunlu göç ile dağılmışlardır. Toprağından, kökünden koparılan halklar ve inançları bekleyen bir tehlike de, asimile olmak ve yozlaşmaktı. Katliamdan kurtulan Êzidîler bu tehlikeleri görecek bir zamana sahip olmamış, haklı olarak canlarının derdine düşmüşlerdi. Binlerce Êzidî kadın ve çocuk kaçırılmış, köle pazarlarında satılığa çıkarılmış ve tecavüze uğramışlardır. Dersim katliamında yaşanan vahşet tekrar yaşanmış, Alevi Kürtlere uygulananlar ile Êzidî Kürtlere uygulananlar arasında fark kalmamıştır. Sadabat Paktı 1937. Dersim katliamı 1937-38. Yine Davutoğlu'nun Foreign Policy Dergisinde " Yeni Dönemde Sıfır Sorun Politikası " başlıklı makalesi 21 Mart 2013'te yayınlanırken, adı Irak İslam devleti olan örgüt, Nisan 2013'te Irak-Şam İslam devleti adını aldı. DAİŞ'in Şengal katliamı 3 Ağustos 2013 tarihinde olurken, Davutoğlu'nun yine Ağustos ayındaki IŞİD tanımı, "radikal terörize bir yapı olarak görülebilir ama oraya katılanlar arasında Türkmen, Türk, Arap ve Kürt gençler vardır" şeklinde bu örgütü meşru çizgiye oturtarak olmuştu. Davutoğlu ve IŞİD arasında bir bağ var mı, varsa derinliği nedir, bilemeyiz ama Stratejik derinliğin başlıklarından biri olan 'sıfır sorun' ile Sadabat paktının ruhunun aynı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yukarıda, Davutoğlu'nun devlet ile bir problemi olmadığını yazmıştık. Evet, görünürde devlet için görevlerde bulunan bir profil çizen Davutoğlu'nun 'hangi devlet' ile probleminin olmadığını tam olarak bilemeyiz. Amerikancı yoksa Rusyacı mı, bilemeyiz. Sanki devletin içinde olan esas yapıya bağlı gibi duruyor çünkü her yer ona mesafeli dururken o, Devletin üniter çizgilerine tehdit görülen Kürtler dışında hiç bir yere mesafeli değil. Devletin esas yapıları Wallerstain'in "dünya-sistem" dediği bir üst yapıya bağlı ve bu üst yapı tüm devletleri, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiren büyük ölçekli bir organizasyon oluyor. Mesela kişi Türk devletinin bir memurudur ama pratikleri ne devlet ne de milletine değil, bağlı olduğu sisteme hizmet etmektedir. Türkçülük esasları aidiyet için olmazsa olmazdır çünkü kişinin görev yapabilmesi için bu esasların argümanlarına sarılması gerekmektedir. Kuşanılan ideoloji, giyilen kamuflaj sonrası istenilen ameliyat yapılabilecektir. Belki de Erdoğan'ın "ülkemize ameliyat yaptırmayız" dediği, böyleleri eliyle yapılmak istenen ameliyattı. Bilemeyiz!

Türkiye'de 1955'ler gibi bir pogrom yaşanır mı, ya da pogromun tekerrür hali bir katliamsa ve bu da Êzidîler ve IŞİD'in Kuzey Suriye'de uyguladığı vahşetse, bir üst aşamaya (Menderes sonrası) geçilmiş sayılır ama değilse ve bir pogrom yada katliam yaşanırsa hedefte hangi kesim/ler olur bilemiyorum ama eğer IŞİD'in katliamları tarihin tekerrür olmuş hali değilse hedefte yine Kürtler, belki yine Alevi Kürtler olabilecek. Yine, içinden geçtiğimiz sürecin Menderes süreci ile benzerliği ortadadır. Kılıçdaroğlu'nun ve çizgisinin İsmet İnönü'ye benzemesi, yumruk olayı ile İnönü'nün şehre sokulmaması birbirine benzerdir. 15 Temmuz ile yine Menderes dönemi benzerdir. Menderes iktidarının devamı için yasaklardan oluşan alınan tedbirler, kendi basınını kurması, iktidar yanlısı olmayan, basın dahil tüm çevrelerin terörize edilmeleri gibi pratikleri bugün de yaşıyoruz. Tek fark 23 Haziran seçimleri ile tarihin -bir yönüyle- tekerrür edilmediğidir. Artık AKP miadını doldurmuştur. Sadece tabanın hayal kırıklığı bir partiyi yıkmak için yeterli gelmeyeceğinden, kollar sıvanmış ve parti içinden yeni partilerin çıkması için çalışmalara başlanmıştır. Bunun için hem kafa karışıklığı gerekiyor, hem üç ayrı partinin oluşma ihtiyacının doğallığındaki propagandası, hem de bunlara yol açacak bir ormancı. İşte o ormancı Davutoğlu'nun ta kendisi oluyor. Tıpkı Mesih gelmeden önce, onun yolunu açmak için elde baltalar ile İsa döneminde vahşet saçan Yahudi partizanlar topluluğu gibi! (Bu benzetmeyi kullanırken, anti-semitist olmadığımı da belirtmek isterim)

Davutoğlu misyonu gereği elinde balta ile yol açıyor. Bu, yolun ne Gül ne de Babacan için olmadığı kesin ama ne Erdoğan, ne Gül ve ne de Babacan bunun farkında değil. Belki AKP atomlarına ayrılacak ama bunun ötedeki sorumluları hiç bir zaman bulunamayacak.

10.07.2019
Mehmet Serhat Polatsoy