"Ülkede yaşanan bunca
alt-üst oluşlara rağmen toplum, neden hareketlenmez" diye, hep sorulur.
Tabi bu sorunun sahibi bireyler iken, ilginçtir ki muhatabı da bireyler oluyor.
Burada birey, "toplum neden hareketlenmez" diye sorarken aslında
soruyu kendi kendisine sorduğunun farkında değildir. Bunun nedenlerinden biri
de sanırım bireyin, bu soruyu sorarken kendisini toplumdan farklı bir tekil
toplum olarak görmesinden ileri geliyor.
Bilinç dünyasında ya kusursuzluk
vardır ya da ona göre toplum, onu itmesi ve hareketlendirmesi gereken
olmalıdır. Mesela bireyin kendisi çelişkidedir ama bu eksikliğini görmeden
yansıtma yaparak toplumun çelişki ya da bazen daha da ileriye giderek,
"silikliğinden" dem vurur. Birey kendi kendine, "asıl silik olan
benim" diyebilecek bir düşün yapısına sahip olsaydı, zaten
başlıktaki soruyu sormazdı.
Her birey çıkınında bir tanrı taşır!
Birey, bilinç dünyasında; "Tanrı kusursuz bir insan, insan
kusurlu bir tanrıdır" sözünün hep kendisi için geçerli olduğunu düşünür.
Bu nedenle birey, tüm soruları ve sorgulamaları ait olduğu topluma yapmaktan çekinmiyor.
Burada, birey özgür-iradeli değildir, demiyoruz; aksine bireyci olup
burnundan kıl dahi aldırmamasını, kendisini toplumun üstünde görmesinden bahsediyoruz.
Çünkü sen, başlıktaki soruyu
sorabilecek kadar bilinçli isen, sorunun cevabının senin çelişkilerinde ortaya
çıktığını da bilirsin demektir. "Birey çıkınında bir tanrı taşıyor" derken kastedilenin,
"Birey hakikati bilendir" olarak anlaşılması önemlidir.
Bilinir işte,
"Birey parça iken toplum, parçaların bütünüdür".
Toplumdan beklenen "öfke hareketlenmeleri" tek, tek bireylerin
öfkelenmesiyle ortaya çıkar ki, toplum, bireyi yansıtan bir
kurum oluyor. Bireyin toplumu dönüştürmesi ise sadece topluma öncülük edenlerin
önderliğine hastır. Önderlik denilen kurum da elbet o toplumun içerisinden
gelmekte ama yoğunlaşması bireyi değil toplumu esas almaktadır. Onun
için, önderlik denmektedir. Tam da burada liberalizm ile komünalizmin ayrışması ortaya çıkıyor;
biri "sanat için sanat derken, diğeri "halk için sanat" diyor.
Konumuza dönecek olursak eğer,
ortada bir çelişki vardır; çelişki hem bireyin kendini abartması hem de
çelişkiye düşerek her şeyi dıştan beklemesidir. Bu, kendi kendisinin toplum
dışında ve hatta ayakları yerden kesilen ve sanki kanatlı bir canlı formu
olduğunu düşünmesinden ileri gelmektedir. Birey kendi kendisi ile
yüzleşmedikçe, toplumun neden öfkelenmediğini anlayamaz. Birey, kendi
çelişkilerinin toplumun çelişkileri olduğunu anladığı ve aynı zamanda
pratiğe kanalize olduğu an, toplumda
hareketlenme başlamıştır demektir ki, tüm hareketlenmeler
çelişkilerin aşılmasıyla olacaktır.
Yazının bundan sonraki kısmında
başlığın cevabını, beyin ve bilincimize
odaklanarak kendimiz bulalım: "Beyin söz konusu olduğunda
bilinç, milyarlarca hücrenin kendilerini bir bütünün parçası olarak görmelerini,
karmaşık bir sistemin kendi yüzüne ayna tutmasını sağlayan bir araçtır"
denilir.
Bilinç,
beynin önderidir ki Beyin, toplumun kendisi oluyor. Yani
toplumun önderi öyle tek, tek her bir birey değildir. Tek, tek her bir birey
milyarlarca hücredir. Milyarlarca hücreler motor nöronların hareketlenmelerini
sağlarlar. Beyni olan her insanın bir bilinci vardır muhakkak ama insanlar,
sömürgeciliğin yaratmış olduğu toplumsal gerçeklik nedeniyle
"robotlaşmış nesneler" olmaktan kurtulamamışlardır. Bu durum, her bireyi,
"kendine göre" yani örgütsüz olarak yaşam sürmeye itmiştir.
Örgütsüzlük ise bireycileşmeyi doğurarak kendine sevdalı kişilikleri
doğurmuştur.
Sömürge toplumlarda "kendine
sevdalı" kişiliklerin olması 'normal'dir; çünkü "bilinç
kaybolmuştur" ve artık o yürüyen bir ceset ya da başı
kesilen tavuğun sağa-sola savrulması gibi bir kişiliğe sahiptir. Nitekim,
toplumumuzda taciz-tecavüz olayları ile birlikte, entegre anlamda sadist
ve mazoşist eğilimler de oldukça yaygınlaşmıştır.
İşte "bilinç kaybı"
denilen süreç de burada ortaya çıkıyor. Bilinç kaybının nedeni, bilincin,
sömürgeciliğin laboratuarlarında işlenerek yoğrulduğu sonucunu doğuruyor. Öz, yitiyor.
Öz'ün yittiği yer yokluğa dönüşüyor. Yokluk ve hiçlik. Hiçlik duygusu
oluştuğu anda saldırganlık başlıyor; çünkü tanrı kusursuz bir
insandı!
Saldırgan olan bireyler "özgür-irade,
yani özerkliği", "ben toplumun üstündeyim" olarak görürken
diğer tarafta da, "Bunca savaşlar
oluyor, kan dökülüyor, analar ağlıyor ama toplum neden öfkelenmiyor" diye
sorarak da kendini, 'sahibini' aramakla yükümlü hisseden bir çaresize
dönüştürüyor.
Özcesi birey, içe döndüğünde
çelişkilerini görür; çelişkilerini gördüğü anda da her soruyu önce kendine
sorar; cevabını bulduğu her soru çelişkinin bütünüyle ortadan kalktığı anlamına
da gelmez. Sadece, bulunan çelişkinin getirisi, öfkeyi doğurur. Öfke ise
hareketlenmeyi sağlayan bilincin ta kendisidir.
İşte bu yüzden "toplum, sen öfkelendiğinde
hareketlenir".
06.02.2018
Mehmet Serhat Polatsoy
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder