6 Şubat 2018 Salı

Toplum ne zaman öfkelenir?

"Ülkede yaşanan bunca alt-üst oluşlara rağmen toplum, neden hareketlenmez" diye, hep sorulur. Tabi bu sorunun sahibi bireyler iken, ilginçtir ki muhatabı da bireyler oluyor. Burada birey, "toplum neden hareketlenmez" diye sorarken aslında soruyu kendi kendisine sorduğunun farkında değildir. Bunun nedenlerinden biri de sanırım bireyin, bu soruyu sorarken kendisini toplumdan farklı bir tekil toplum olarak görmesinden ileri geliyor.
  
Bilinç dünyasında ya kusursuzluk vardır ya da ona göre toplum, onu itmesi ve hareketlendirmesi gereken olmalıdır. Mesela bireyin kendisi çelişkidedir ama bu eksikliğini görmeden yansıtma yaparak toplumun çelişki ya da bazen daha da ileriye giderek, "silikliğinden" dem vurur. Birey kendi kendine, "asıl silik olan benim" diyebilecek bir düşün yapısına sahip olsaydı, zaten başlıktaki soruyu sormazdı.

Her birey çıkınında bir tanrı taşır! Birey, bilinç dünyasında; "Tanrı kusursuz bir insan, insan kusurlu bir tanrıdır" sözünün hep kendisi için geçerli olduğunu düşünür. Bu nedenle birey, tüm soruları ve sorgulamaları ait olduğu topluma yapmaktan çekinmiyor. Burada, birey özgür-iradeli değildir, demiyoruz; aksine bireyci olup burnundan kıl dahi aldırmamasını, kendisini toplumun üstünde görmesinden bahsediyoruz.

Çünkü sen, başlıktaki soruyu sorabilecek kadar bilinçli isen, sorunun cevabının senin çelişkilerinde ortaya çıktığını da bilirsin demektir. "Birey çıkınında bir tanrı taşıyor" derken kastedilenin, "Birey hakikati bilendir" olarak anlaşılması önemlidir.

Bilinir işte, "Birey parça iken toplum, parçaların bütünüdür". Toplumdan beklenen "öfke hareketlenmeleri" tek, tek bireylerin öfkelenmesiyle ortaya çıkar ki, toplum, bireyi yansıtan bir kurum oluyor. Bireyin toplumu dönüştürmesi ise sadece topluma öncülük edenlerin önderliğine hastır. Önderlik denilen kurum da elbet o toplumun içerisinden gelmekte ama yoğunlaşması bireyi değil toplumu esas almaktadır. Onun için, önderlik denmektedir. Tam da burada liberalizm ile komünalizmin ayrışması ortaya çıkıyor; biri "sanat için sanat derken, diğeri "halk için sanat" diyor.

Konumuza dönecek olursak eğer, ortada bir çelişki vardır; çelişki hem bireyin kendini abartması hem de çelişkiye düşerek her şeyi dıştan beklemesidir. Bu, kendi kendisinin toplum dışında ve hatta ayakları yerden kesilen ve sanki kanatlı bir canlı formu olduğunu düşünmesinden ileri gelmektedir. Birey kendi kendisi ile yüzleşmedikçe, toplumun neden öfkelenmediğini anlayamaz. Birey, kendi çelişkilerinin toplumun çelişkileri olduğunu anladığı ve aynı zamanda pratiğe kanalize olduğu an, toplumda hareketlenme başlamıştır demektir ki, tüm hareketlenmeler çelişkilerin aşılmasıyla olacaktır.

Yazının bundan sonraki kısmında başlığın cevabını, beyin ve bilincimize odaklanarak kendimiz bulalım: "Beyin söz konusu olduğunda bilinç, milyarlarca hücrenin kendilerini bir bütünün parçası olarak görmelerini, karmaşık bir sistemin kendi yüzüne ayna tutmasını sağlayan bir araçtır" denilir.

Bilinç, beynin önderidir ki Beyin, toplumun kendisi oluyor. Yani toplumun önderi öyle tek, tek her bir birey değildir. Tek, tek her bir birey milyarlarca hücredir. Milyarlarca hücreler motor nöronların hareketlenmelerini sağlarlar. Beyni olan her insanın bir bilinci vardır muhakkak ama insanlar, sömürgeciliğin yaratmış olduğu toplumsal gerçeklik nedeniyle "robotlaşmış nesneler" olmaktan kurtulamamışlardır. Bu durum, her bireyi, "kendine göre" yani örgütsüz olarak yaşam sürmeye itmiştir. Örgütsüzlük ise bireycileşmeyi doğurarak kendine sevdalı kişilikleri doğurmuştur.

Sömürge toplumlarda "kendine sevdalı" kişiliklerin olması 'normal'dir; çünkü "bilinç kaybolmuştur" ve artık o yürüyen bir ceset ya da başı kesilen tavuğun sağa-sola savrulması gibi bir kişiliğe sahiptir. Nitekim, toplumumuzda taciz-tecavüz olayları ile birlikte, entegre anlamda sadist ve mazoşist eğilimler de oldukça yaygınlaşmıştır.

İşte "bilinç kaybı" denilen süreç de burada ortaya çıkıyor. Bilinç kaybının nedeni, bilincin, sömürgeciliğin laboratuarlarında işlenerek yoğrulduğu sonucunu doğuruyor. Öz, yitiyor. Öz'ün yittiği yer yokluğa dönüşüyor. Yokluk ve hiçlik. Hiçlik duygusu oluştuğu anda saldırganlık başlıyor; çünkü tanrı kusursuz bir insandı!

Saldırgan olan bireyler "özgür-irade, yani özerkliği", "ben toplumun üstündeyim" olarak görürken diğer tarafta da, "Bunca savaşlar oluyor, kan dökülüyor, analar ağlıyor ama toplum neden öfkelenmiyor" diye sorarak da kendini, 'sahibini' aramakla yükümlü hisseden bir çaresize dönüştürüyor. 

Özcesi birey, içe döndüğünde çelişkilerini görür; çelişkilerini gördüğü anda da her soruyu önce kendine sorar; cevabını bulduğu her soru çelişkinin bütünüyle ortadan kalktığı anlamına da gelmez.  Sadece, bulunan çelişkinin getirisi, öfkeyi doğurur. Öfke ise hareketlenmeyi sağlayan bilincin ta kendisidir. İşte bu yüzden "toplum, sen öfkelendiğinde hareketlenir".

06.02.2018 
Mehmet Serhat Polatsoy 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder