Size
de Davutoğlu sanki ortada kalmış gibi gelmiyor mu? Bu durum bir muamma mı
yoksa, enterne edilme hali mi? Öyle ya, Erdoğan'ın kavgalı olduğu, Babacan'ın
istemediği, bu nedenle de Gül'ün uzak durduğu Davutoğlu'nun ekibi de, çok net
değil. Bugün kurucuları arasında olduğu partisi AKP'den istifa edip "yeni
parti sinyali" veren Babacan'ın ekibinin Davutoğlu için bu nedenle,
"Erdoğan'ın ajanı" iddiasında bulundukları da, duyulmuyor değil. Bir
taraftan bu yönlü şüpheler çekilirken diğer yandan Erdoğan Davutoğlu'na
'Mazlum' gibi yaklaşıp: Şehirleri dolaşıyormuşsun, parti kuracakmışsın, diyor.
Anlayacağınız Davutoğlu görünürde, ortalarda bir yerlerde!
Peki,
AKP'nin kurucuları arasında yer alan ve tarihine bakıldığında da böylesi
akademik bir kariyere sahip olan biri nasıl olur da ortada olur ya da yalnızlaşır!
Mesela milletvekili olmadan kabinede yer alan ender politikacılardan biriydi.
Türkiye'nin komşularla ilişkisinde gökten zembille inmişçesine AKP'nin tamamı
ve devlet tarafından da ardından gidilen "Stratejik derinlik"
kitabının yazarıydı.
Hoca
lakaplı Davutoğlu nasıl büyük bir hata yapmış yada suç işlemiş ki Erdoğan ile
kimi konularda kavgalı olmuş! Kitapları esas alınarak Türkiye'nin iç-dış
politikasına yön veren bir şahsiyet, neden kimse tarafından kabul görmez!
Halbuki Sur, Cizre katliam ve yıkımları kendi döneminde olmuş, AKP ve Devlet
nezdinde takdir görmüştü. Yine örgütlenmesi, nasıl eleman devşirdiği, İsrail'e
dokunmaması, Hamas'ı tehdit etmesi, Kürdistan coğrafyasına elinde kılıç ile girerek
Êzidîlere 73. fermanı yaşatan, Kobani'de "burası en son savaşların olacağı
bir yer, bu topraklar bize vaad edilmiş" diyen ve bu anlamda bir 'sır'
olan IŞİD için "öfkeli çocuklar" diyen, yine Davutoğlu'ydu. Kendisi, Kürt
halkına karşı Devlet refleksini en sert haliyle pratikleştiren biriydi. Davutoğlu'nun
Devlet ile hiç bir problemi yoktu. O zaman akıllara şu soru geliyor: Uzun
yıllar ülke dışında olması, Sezer döneminde ödül verilmesi, dışarıdan AKP'ye
dahil edilmesi, Başbakanlığa kadar çıkarılması, Sur, Cizre katliamlarının onun
döneminde gerçekleştirilmesi gibi her şey, bir görevin mi gereğiydi?
Bu
ve buna benzer bir çok sorular sorulabilir ama biraz da Davutoğlu, Gül ve
Babacan'ın AKP tabanındaki gerçek karşılığına eğilmekte fayda var.
Dün,
18 yıldır AKP'li olan biri ile son süreci konuştuk. Erdoğan için öncesinde 'peygamber'
benzetmesi bile yapan, neredeyse ona tapan bu kişi konu, Babacan'ın AKP'den istifa
etmesine gelince, "hepsi aynıdır" diyerek konuşmaya başladı: Ben
nasıl 18 yıldır AKP'li isem, Davutoğlu, Gül ve Babacan da 18 yıldır gücü elinde
bulunduranlardandı. Onlar da neticesinde, iktidarın nimetlerinden faydalanan AK
Partililerdi. Davutoğlu'nun şehir şehir dolaşması, Gül'ün kendini ağırdan
satması, Babacan'ın yeni bir parti kurma yönünde olan açıklamasının benim için
hiç bir önemi yoktur çünkü bunların AK Parti'den hiç bir farkları yok. Yol dediler,
ihalesi verilen yollar bir türlü bitmiyor. Hastane dediler, bizler hala
hastanelerde kuyruklardayız. İlaçlar pahalı, fakirlere ölümden başka seçenek
bırakılmadı. Ekonomi dediler, ben her sene 5 yıldızlı otellerde tatile
giderdim, bu sene çarşıya bile gidemiyorum. Kürt sorunu çözülecek, terör
bitecek dediler, her gün asker cenazesi geliyor. Suriye'de mi bizde mi savaş
oldu belli değil. Suriye'den gelen insanlar savaştan kaçıp bize sığındı.
Kültürümüz farklı, yaşantımız farklı, kimi değer yargılarımız farklı. Topluma
kazandırılması için kamplarda olması gereken Suriyeliler şehir merkezlerine
taşındı. Bu yanlıştı. Uyum sorunu yaşayacakları belli iken, neden böyle
yaptıklarını anlayamadım. Şimdi de kalkıyoruz, en küçük bir hatalarında onları
linç etmeye çalışıyoruz. Onlar isteyerek gelmedi ki, zorunlu olarak buraya
kaçtılar. Urfa şehir nüfusu 1 milyon iken, resmi rakamlara göre Urfa'daki
Suriyeli sayısı 470 bin. Suriyeliler bize geldi, bizimkiler de FETÖ ve PKK'dan
yargılandı, yüz binlerce insan KHK ile ihraç edildi, bir o kadar gözaltına
alındı, yurtdışına kaçtı. AK parti yanlış yaptı. Olmaz, artık hangi eski AK
partili yeni bir parti kursa, çıkıp toplumdan özür dilemedikçe
samimiyetsizdirler, dedi.
AKP'li,
"elim kırılsaydı da oy vermeseydim" demedi ama artık AKP'ye oy
vermeyeceğini kararlılıkla belirtti. Elbet eski bir AKP'linin söylemleri için,
AKP'nin toplum nezdindeki karşılığı budur diyemeyiz. Ama büyük bir kırılma
yaşandığı hem meclis kulisleri, hem AKP'nin yerel teşkilatlarında birbirlerine
düşmesi, hem güç zehirlenmesi yaşayan bürokratların aşırı harcamaları, kişi
kayırmaları, olduğu kurumu aile kurumuna dönüştürmeleri, savurganlık ve
savrulmuşlukları ve hem de partideki resmi kopuşlardan anlayabiliyoruz. Gemi su
mu alıyor yoksa boşalıyor mu, zaman gösterecek ama artık AKP'nin toparlanması
pek ihtimal dahilinde görünmüyor. Kürt hakikati dışında Türkiye'nin diğer
sorunlarını çözse, ekonomik refahı yükseltse, asgari ücreti beş bin TL yapsa
bile 23 Haziran seçimlerinde Kürt'süz olunamayacağını görmüş oldular. Yazı
buraya kadar akmışken, Kürt tarafının artık AKP ile bir çözüm süreci yürütmek
istemediklerini de not olarak buraya taşımakta fayda var.
Gelelim
Davudoğlu'nun neden eline balta aldığına!
Yazının
başlarında: Davutoğlu'nun pratikleri, görevi nedeniyle miydi? diye ortaya, bir
soru bırakmıştık. Stratejik derinlik kitabı esas alınarak uygulanan 'sıfır
sorun' başlık, program ve politikasından başlayabiliriz. Sıfır sorun konusu esasında
ruhu itibariyle, 'sadabat paktı'na varan bir konu oluyor. Hedefte yine
Devlet'in sinir uçlarına dokunan Kürtler ve aynı zamanda mevcut iktidarın
miadını doldurduğu, artık gitmesi için gerekli zeminlerin hazırlanma süreci
var. Bir çizgi, bir hat çizilmesi gerekiyor ki herkes sınırını bilsin. Sıfır
sorun dediysek, sınırsızlık demedik. Sıfır sorun politikası bir kaç uzak ülke
ile yapılan vize serbestisi yada ekonomik ilişkiler değildi. Osmanlı'da
Tanzimat ile denenmek istenen ama hangi ülke için olacağı netlik kazanmayan bir
Fransız modeli üzerinde çalışılacaktı ama keskin bir dönüş ile bu proje
saptırıldı ve sınırların üzerinden tekrar geçildi. Yani Kürdistan coğrafyası
sınırlarının kalın duvarlarla örülmesi öncesi, görüntüde Türkiye sınırlarını büyütme arayışları... Tam
bu sırada gelişen bir Arap baharı ve bu da Ortadoğu'nun yeniden dizaynında yetersiz
kalınca laboratuarda üretilen DAİŞ devreye alındı. İlginçtir kİ DAİŞ ortaya
çıktığı andan itibaren hep, Türkiye ile anılıp ilişkilendirildi. Davutoğlu'nun
da sonradan söylediği gibi, "öfkeli gençler topluluğu" 'sıfır sorun'
için biçilmiş kaftan oldu.
Türkiye'nin
Musul-Kerkük acısını bilmeyen yoktur. Yine ilginçtir ki DAİŞ, buralardan
yayılıp genişliyor ve Türkiye ile doğallığındaymış gibi gelişen ilişkisine ilk
buralarda başlıyor. Şimdiki CHP'li vekil bu ilişkiyi en iyi bilenlerden olarak
zaman zaman, "söylerim haa" minvalindeki tehditleri de herkesçe malum oluyor. Mesela
DAİŞ'in Kuzey Suriye hattı boyunca ilerlemesi ile Suriye-Türkiye sınırındaki
mayınlı arazilerin temizlenmesi meselesinde bahsi geçen km2'lik alan aynı
oluyor. Burada, 2009'da rafa kaldırılan bir projeden bahsediyoruz.
Nasıl
ki Sadabat paktı ile birlikte Dersim'de katliam gerçekleştirilmişse, Sıfır
sorun politikası ile paralel de DAİŞ çıkmış ve Şengal'de Êzidîler bu örgüt
tarafından soykırımdan geçirilmek istenmiş, büyük ölçekli bir katliam
yaşanmıştır. Nasıl ki Dersim'de Alevi Kürtler katledilmiş ve zorunlu göçlerle
dünyanın dört bir yanına dağılmışlarsa, aynı şekilde Êzidî Kürtler katledilmiş
ve verimli hilalin kadim inanç ve halklarından olan Êzidîler dünyanın dört bir
yanına zorunlu göç ile dağılmışlardır. Toprağından, kökünden koparılan halklar
ve inançları bekleyen bir tehlike de, asimile olmak ve yozlaşmaktı. Katliamdan
kurtulan Êzidîler bu tehlikeleri görecek bir zamana sahip olmamış, haklı olarak
canlarının derdine düşmüşlerdi. Binlerce Êzidî kadın ve çocuk kaçırılmış, köle
pazarlarında satılığa çıkarılmış ve tecavüze uğramışlardır. Dersim katliamında
yaşanan vahşet tekrar yaşanmış, Alevi Kürtlere uygulananlar ile Êzidî Kürtlere
uygulananlar arasında fark kalmamıştır. Sadabat Paktı 1937. Dersim katliamı
1937-38. Yine Davutoğlu'nun Foreign Policy Dergisinde " Yeni Dönemde Sıfır
Sorun Politikası " başlıklı makalesi 21 Mart 2013'te yayınlanırken, adı
Irak İslam devleti olan örgüt, Nisan 2013'te Irak-Şam İslam devleti adını aldı.
DAİŞ'in Şengal katliamı 3 Ağustos 2013 tarihinde olurken, Davutoğlu'nun yine
Ağustos ayındaki IŞİD tanımı, "radikal terörize bir yapı olarak görülebilir
ama oraya katılanlar arasında Türkmen, Türk, Arap ve Kürt gençler vardır" şeklinde
bu örgütü meşru çizgiye oturtarak olmuştu. Davutoğlu ve IŞİD arasında bir bağ
var mı, varsa derinliği nedir, bilemeyiz ama Stratejik derinliğin
başlıklarından biri olan 'sıfır sorun' ile Sadabat paktının ruhunun aynı
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yukarıda,
Davutoğlu'nun devlet ile bir problemi olmadığını yazmıştık. Evet, görünürde
devlet için görevlerde bulunan bir profil çizen Davutoğlu'nun 'hangi devlet'
ile probleminin olmadığını tam olarak bilemeyiz. Amerikancı yoksa Rusyacı mı,
bilemeyiz. Sanki devletin içinde olan esas yapıya bağlı gibi duruyor çünkü her
yer ona mesafeli dururken o, Devletin üniter çizgilerine tehdit görülen Kürtler
dışında hiç bir yere mesafeli değil. Devletin esas yapıları Wallerstain'in
"dünya-sistem" dediği bir üst yapıya bağlı ve bu üst yapı tüm
devletleri, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiren büyük ölçekli bir
organizasyon oluyor. Mesela kişi Türk devletinin bir memurudur ama pratikleri
ne devlet ne de milletine değil, bağlı olduğu sisteme hizmet etmektedir.
Türkçülük esasları aidiyet için olmazsa olmazdır çünkü kişinin görev
yapabilmesi için bu esasların argümanlarına sarılması gerekmektedir. Kuşanılan
ideoloji, giyilen kamuflaj sonrası istenilen ameliyat yapılabilecektir. Belki
de Erdoğan'ın "ülkemize ameliyat yaptırmayız" dediği, böyleleri
eliyle yapılmak istenen ameliyattı. Bilemeyiz!
Türkiye'de
1955'ler gibi bir pogrom yaşanır mı, ya da pogromun tekerrür hali bir katliamsa
ve bu da Êzidîler ve IŞİD'in Kuzey Suriye'de uyguladığı vahşetse, bir üst
aşamaya (Menderes sonrası) geçilmiş sayılır ama değilse ve bir pogrom yada
katliam yaşanırsa hedefte hangi kesim/ler olur bilemiyorum ama eğer IŞİD'in
katliamları tarihin tekerrür olmuş hali değilse hedefte yine Kürtler, belki yine
Alevi Kürtler olabilecek. Yine, içinden geçtiğimiz sürecin Menderes süreci ile
benzerliği ortadadır. Kılıçdaroğlu'nun ve çizgisinin İsmet İnönü'ye benzemesi,
yumruk olayı ile İnönü'nün şehre sokulmaması birbirine benzerdir. 15 Temmuz ile
yine Menderes dönemi benzerdir. Menderes iktidarının devamı için yasaklardan
oluşan alınan tedbirler, kendi basınını kurması, iktidar yanlısı olmayan, basın
dahil tüm çevrelerin terörize edilmeleri gibi pratikleri bugün de yaşıyoruz.
Tek fark 23 Haziran seçimleri ile tarihin -bir yönüyle- tekerrür edilmediğidir.
Artık AKP miadını doldurmuştur. Sadece tabanın hayal kırıklığı bir partiyi
yıkmak için yeterli gelmeyeceğinden, kollar sıvanmış ve parti içinden yeni
partilerin çıkması için çalışmalara başlanmıştır. Bunun için hem kafa
karışıklığı gerekiyor, hem üç ayrı partinin oluşma ihtiyacının doğallığındaki
propagandası, hem de bunlara yol açacak bir ormancı. İşte o ormancı
Davutoğlu'nun ta kendisi oluyor. Tıpkı Mesih gelmeden önce, onun yolunu açmak
için elde baltalar ile İsa döneminde vahşet saçan Yahudi partizanlar topluluğu
gibi! (Bu benzetmeyi kullanırken, anti-semitist olmadığımı da belirtmek isterim)
Davutoğlu
misyonu gereği elinde balta ile yol açıyor. Bu, yolun ne Gül ne de Babacan için
olmadığı kesin ama ne Erdoğan, ne Gül ve ne de Babacan bunun farkında değil.
Belki AKP atomlarına ayrılacak ama bunun ötedeki sorumluları hiç bir zaman
bulunamayacak.
10.07.2019
Mehmet
Serhat Polatsoy
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder