Kürt halk önderliği ile yapılan ikinci İmralı görüşmeleri
sonrası Pervin Buldan’ın basına yaptığı ilk açıklama Sayın Öcalan’ın “PKK’nin
elindeki esir askerlerin kısa bir zaman sonra bırakılması” ile ilgili temenni
mesajı ve BDP, Avrupa ve Kandil’e ulaştırılmak üzere olan üç mektup ile
ilgiliydi. Mektuplar üç parça halinde ilgililere ulaştırılmak için heyet
üyelerince yola koyulundu. Mektup BDP ve Avrupa’ya henüz ulaşmış ve Kandil
yolundaydı ki görüşme tutanakları basına sızdırıldı. Bir taraftan mektubu
kimler ve neden sızdırdı sorusu cevabını ararken diğer taraftan son zamanların
en büyük Kandil saldırısı ellerde mektup ile heyet üyelerinin üzerlerine
tonlarca bombaların bırakılmasıyla devam ediyordu. Diğer taraftan da yer yer KCK
operasyonları devam ediyor, tutuklulara ağır cezalar veriliyor ve askeri
operasyonlar Kürdistan’ın birçok bölgesinde artıyor ve sınıra yığınaklar
sürüyordu.
Tüm bu gelişmeler karşısında heyet üyesince yapılan resmi
açıklamadaki temenni mesajı yerini buldu ve KCK’den konuyla ilgili; ”Elimizdeki
esir asker, polis ve kaymakamı bir hafta içinde bırakacağız” açıklaması geldi.
Süreç hassas (!) ve olması gereken de böylesi Türk
hassasiyetini gözeten bir açıklama sonrası pratik yaşanmalıydı. Açıklama oldu
ancak henüz asker, polis ve kaymakamdan oluşan esirlerin bırakılma zemini
yaratılmadı. Derken Türk basını konuyu işledi ve “o’nların da bir ailesi, eşi
ve çocukları var, tez elden bırakılmalı ve ailelerine kavuşmalılar” tarzından
Türk hassasiyetinin tavan yapmış halinin yansıtılma gereği duyuldu. AKP’lilerin
sürecin gidişatını sekteye uğratacak üsluptan kaçınmaları da ayrıca gözlerden
kaçmadı. Bu arada konuyla ilgili Erdoğan’dan da bir açıklama geldi ve “aman
Habur olmasın” tedbiri alınmak istendi.
Evet, tam olarak söylenilmek istenen, esirler bırakılsın
ama ‘şov’ yapılmasındı. Hani Kürtler Habur’da kardeşlerini karşıladıklarında
şov yapmışlardı ve Oslo masası devrilmiş ve süreç tıkanmıştı ya, işte ondan
dolayı PKK’nin elindeki yalnızca birkaç esirin bırakılma anında ‘bu
tekrarlanmasın’ denmek isteniyor.
Dikkat edilmesi gereken, Erdoğan şov derken, öyle davul
zurna ve sevinç çığlıklarından falan bahsetmiyor. Erdoğan’ın bahsettiği tamamen
“güç” meselesidir. ‘Şov’ derken, “PKK’nin gücü resmileşmesin” istiyor. Açlık
grevlerini bitiren olarak nasıl Öcalan’ın Önderliği Türk basını ve dünya
nezdinde resmileşmişse, basına yansıyacak olan esir askerlerin bırakılma
görüntüleriyle de PKK’nin “aslında üç-beş çapulcu ve terörist olmadıkları”
aksine hümanist karakterli bir yapıda olduğu netlik kazanacaktı. Bununla
birlikte PKK’nin NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip bir devleti nasıl zora
soktuğu ve Ortadoğu’da o’nsuz karar alınamayacağını ve dolayısıyla geçit vermez
bir pozisyonda olduğu gerçeği perçinleşecekti. İşte tüm bunlardan dolayı
Erdoğan; aman ‘şov’ olmasın, tedbiri almak istiyor.
Diğer taraftan ‘şov’un tahlilini yapmak için düz mantıkla
bir yaklaşımda bulunursak eğer, bilindik “şov olmasının” değerlendirmesine
karşılık o zaman KCK’liler bırakılsın; Şov başlasın! demek sanırım Kürt
hassasiyeti noktasında önemlidir. Sanırım Kürt halkı için PKK’nin esir asker,
polis ve kaymakamı serbest bıraktığında şov yapmaması ama Türk devletinin
KCK’lileri bıraktığında şov yapması pek önemsenecek bir konu olmaz. Çünkü Kürt
halkı PKK’yi de Türk devletini de tanıyan bir halktır. On yılların özgürlük
mücadelesiyle erişmiş olduğu felsefik düşün eylemiyle politik bilinç düzeyi
Kürt halkındaki bu tarz gereksiz kaygıları çoktan atmıştır.
Bir de ikinci olarak Erdoğan’ın ‘şov’dan ne kastettiğini ve
aslında niyetinin ne olduğunu kestirebilmek ve anlamak için yayınlanan, Roboski
raporunun ciddiyetine bakmak gerek.
Hükümetin Roboski raporundaki ‘kasıt yok’ (!) zihniyetinden
doğru niyeti ile 2009 yılındaki Erdoğan DTP görüşmesi birbirine çok benziyor.
Roboski raporu çok taze olduğundan, belleklere o görüşmeyi
getirecek olursak eğer; bilindiği üzere 2009 yılında Erdoğan’ın “zorunlu”
olarak yaptığı bir görüşme vardı. Zorunluydu çünkü Gül’ün ‘Kürt sorununda iyi
şeyler olacak’ demesine paralel olarak işletilmesi gereken bir “tasfiye süreci”
var ve DTP ile görüşme yapılması ve Türkiye ve Kürdistan kamuoyuyla Kürt
tarafının sürece inanması gerekmekteydi. Her ne kadar da Erdoğan DTP için; “Bulgaristan
Hak ve Özgürlükler Partisi çizgisine gelmeyene kadar görüşmem”, dese de sürpriz
bir şekilde ‘görüşmem’ dediği partiyle görüştü. Erdoğan, Sayın Ahmet Türk ile
yani DTP ile görüştü görüşmesine de, Türkiye Başbakanı değil de “AKP genel
başkanı sıfatıyla” görüştü. Öyle ya kapatılacak olan bir parti ile Başbakan
sıfatıyla nasıl görüşme olsun ki. Eğer Erdoğan Başbakan sıfatıyla DTP ile
görüşmüş olsaydı öyle kapatılma falan olmayacaktı.
İşte şimdi de Roboski raporunda hakikat ortaya serilse ve
failleri açıklanıp olay aydınlatılsaydı, yarınlarda ne yeni katliamlar olacak
ne de kaotik ortam olacaktı. Ya ne peki? Niyet kötü. Niyet ne?
Erdoğan’ın “aman Habur gibi olmasın, aman ‘şov’ olmasın,
aman Oslo gibi masa devrilmesin” kaygısı öyle “barış sürecine olan
hassasiyetinden” değil, öyle olmadığını hem devam eden askeri ve siyasi
operasyonlardan ve hem de Roboski raporundan anlayabiliyoruz. Umudumuz bu
sürecin hakikatli bir şekilde ilerlemesi ve Kürt halkının onurlu bir statüye
kavuşmasıdır ancak söylemler her ne kadar bir barış süreci var gibi gösterilse
de pratikler, zihniyeti değişmeyen bir Erdoğan’ı işaret ediyor.
Ali,
YanıtlaSilHer satırına içtenlikle imza atabileceğimi söylemek isterim.
Yüreğinize dost sıcaklığı gide! Sevgi imanımız ola! Muhabbet mihmanımız ve düşleniz yaşamınız ola.