Akşam saatlerinde vardığımız Amed’de bize yapılan ilk
uyarı; “ Platforma yakın olmak istiyorsanız sabah 06.00’da Newroz alanına
gitmeniz ya da geceden arabanın içinde alandaki hâkim yerinizi alarak ve
mümkünse nöbetleşe uyumanızdır. Sabaha yakın nöbetteki arkadaş baktı ki
kalabalık artıyor; hemen sizi uyandırsın ve önceden hazırladığınız nevale ile
kahvaltınızı yapıp alanın içine ilk girenler sizler olun; yoksa platform nere
siz nere! Biz bu uyarıyı dikkate almadık ve sabah erken kalkar gideriz diyerek
alan yerinde duruyor mu durmuyor mu diye son bir kez alanın yanına yaklaştık.
Alan içi bomboş ve platform karşıda belirmişti; açıkçası bu bizim için büyük
bir şanstı; hemen makinayı çıkartıp bir foto çekelim ve nasıl olsa teknoloji ilerlemiş
biz de bilgisayarda da kendimizi kalabalığın içerisine yerleştiririz, diyerek
sahtekârlık planları yapıyorduk.
Sabah saat sekiz ve biz tez elden kahvaltımızı yapıp
çıktık. Sokakların öyle kalabalık olmadığını görünce içimden; Allah Allah,
yoksa bu sene Newroz’a katılım az mı olacak? Hani insanlar nerede demeye
kalmadan bütün araçların ana caddeleri tuttuğunu ve bu kalabalık ile anca
akşama Newroz alanına varırız diye “keşke gece alanda yatsaydık” diye içimden
kendi kendime kızmaya başladım. Üç dört kilometrelik yolu bir saatten fazla
aldık ve yarım saatlik yayan yol yürümenin sonunda alana varmayı başarabildik.
E tabi “qefle qefle” alana gelenleri ve alanın içini
görünce biz, “haddimizi bilerek” hemen platform arkasındaki yerimizi aldık. İlk
yarım saat üzerimizdeki şoku atamadan öylece platform arkasında nöbetteydik.
Protokol girişinin dış kapısı yanında biz “alan savunmacılarına” onlar da bize
bakıyor ve bizim neden durduğumuzu anlamaya çalışıyorlardı. Nasıl olsa alanda
olamayacağız, e “platformu da görmedik” dememek için arka profilinden
platformun ihtişamlı görüntüsüne seyre daldık. Şebekenin azizliği olsa ve ara
ara gelen telefonlar bizi şaşırtsa da alo dediğimizde karşıdaki kişinin sesini
alamasak da; Heval, hevaaal, hevaaaaaal, sen neredesin, vallahi biz platformun
ordayız, deyip havamızı basıyorduk. Yalan söylemiyorduk, evet platformun orada
ama arkasındaydık.
Derken bir arkadaş, “yav içeride değiliz, en azından
çevresinden bir tur atalım”, diyerek bir öneride bulundu. Arkadaşın bu
önerisine sıcak baktık ve “hem yakan ve hem de yaşam veren güneşin altında”
seyyar satıcıların satış taktiklerine tanık olduk. Ürünler İmralı’dan
gelmişçesine; İmralı su’yu, İmralı Şalgam su’yu, İmral’ı cigeri, İmral’ı
gözlemesi, İmral’ı tatlısı, İmral’ı bandana, haçimi, puşi ve giysilerinin nasıl
kapış kapış alındığını gördük. Mesele Newroz ise, Ekonomik kriz teferruattır
deyip cebindeki son kuruşa kadar İmralı yiyecek ve içeceklerinin kapış kapış
satıldığını gördük.
Derken Kürt ulusal ve aynı zamanda gerilla kıyafeti satan
bir işportacıya denk geldim. Oğlum Şoreşgere bir kıyafet almak için fiyat
sordum. Benim pazarlığım bir yana esnaf arkadaşın kurnazlığı şaşırttı. Esnaf
arkadaş ile otuz tl ile başlayan pazarlık, yirmi beş’te durdu. Ben, en son
yirmi olsun diye diretince o; “olur mu heval, biz bunları parti adına
satıyoruz; bize görev verdiler, geliri partiyedir, dedi. Karşılaştığım kişi “taktiği
iyi biliyor ve insanlara nasıl yaklaşılacağını iyi bilen ‘beş-kağıtçı’ bir esnaf
arkadaştı. Pazarlığı ben kazanmıştım ve neredeyse “al git lanet gelsin”,
dercesine bir poşet bile vermek istemeden beni gönderdi. Olsun, uzun uğraşlar
sonunda artık Şoreşger’in de bir gerilla kıyafeti vardı.
Herkes pür dikkat Sayın Öcalan’ın mesajının okunmasını
bekliyor ve nihayet platformda Pervin Buldan ile S.Süreyya Önder beliriyordu.
Biz o sırada platformun batısında çimlerin üzerinde oturuyor ve güneşin
yakıcılığını ekarte etmek için çabalar sergiliyor olsak da ne fayda; güneş
zaten esmer olan yüzümü iyice karartarak yandırmış ve kömüre dönmüştüm. Derken
mesaj okunmaya başlandı ve biz ayağa kalkarak askeri düzende mesajı dinlemeye
başladık. Mesaj okundu ve bitti. Hala ayakta ve mesajın içerik analizini
yapmaya çalışıyor, güneşin etkisiyle yoğunlaşmamız mesaja anlam yüklemelerimiz,
sonuçları vs.ler üzerine beyin fırtınaları gerçekleştiriyorduk.
Bir taraftan güneş bedenimizi yakarken diğer taraftan da yoğunlaşmalarımıza
engel olan sesler geliyor; herkes birbiriyle konuşuyor ve dikkatimiz
dağılıyordu. Öte taraftan –alandaki herkesin inisiyatifli olduğunu unutarak- ya
inisiyatif kullanıp konuşanları susmak için ikna edelim de yoğunlaşmalarımız
sadeleşsin ve karara varalım, ya da olmadı gücümüzün yettiğini hemen oracıkta
platforma çekip öz eleştirilerini vermeleri için divan kuralım diyorduk.
Evet mesajın şifreleri üzerine olan yoğunlaşmalarımız
tamamlanmış ve varılan sonuç; tam anlamıyla Hakikatin yakıcılığı olmuştu. Çünkü
yüzümüz yanmıştı! Güneş bir hakikat ve oldukça yakıyordu. Güneş, bizim algımızı
sadeleştirmek, zihnimizi anlamlı kılarak hakikatli yorumlara kavuşması için
sürekli ışınlarını üzerimize yağdırıyordu. Bir taraftan İmralı su’larını
içerken güneşin etkisiyle de mesajı içselleştirmeye ve yorumlarla da olsa
yaşamsallaştırmaya çalışıyorduk.
Biz güneş bizi yakıyor diye düşünürken aslında sabahtan
beri yakanın mesaj heyecanı ve okunduğu sırada da bizi yakanın, mesajın içeriğindeki
felsefi, ideolojik hakikat dizeleri olduğunu sonradan anlıyorduk.
Evet, Sayın Öcalan, Güneş’in ışınlarını direkt olarak
yansıttığı gibi net olarak açık seçik, hakikatten bahsediyor ve zulme karşı
savaşın da dün olduğu gibi yarınlarda da devam edeceği söylüyordu. Süreç
ilerlerse de artık “ne eskisi gibi yaşayacağız ve ne de eskisi gibi savaşacağız”
diyerek Kürdistan ve Anadolu halklarının eşit-özgür bir şekilde Yeni Türkiye ve
Ortadoğu’da kardeşçe yaşayacağını ve inşanın da Kapitalist Moderniteye karşı
Demokratik Modernite ekseninde olacağını haykırıyordu.
Sayın Öcalan milyonların tepesinde bir Güneş ve
televizyonlar bu güneşi ve mesajını bütün dünyaya duyurmuşlardı.
Güneşin mesajı netti.
Olacaksa bir Türkiye ve Ortadoğu bu ancak Radikal
Demokrasiyle olacak ve olacaksa Radikal Demokrasi, bu sistem Kürdistan ve
Anadolu halklarıyla birlikte tesis edilecekti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder