22 Mart 2013 Cuma

Güneş’in mesajını anlamak!



Akşam saatlerinde vardığımız Amed’de bize yapılan ilk uyarı; “ Platforma yakın olmak istiyorsanız sabah 06.00’da Newroz alanına gitmeniz ya da geceden arabanın içinde alandaki hâkim yerinizi alarak ve mümkünse nöbetleşe uyumanızdır. Sabaha yakın nöbetteki arkadaş baktı ki kalabalık artıyor; hemen sizi uyandırsın ve önceden hazırladığınız nevale ile kahvaltınızı yapıp alanın içine ilk girenler sizler olun; yoksa platform nere siz nere! Biz bu uyarıyı dikkate almadık ve sabah erken kalkar gideriz diyerek alan yerinde duruyor mu durmuyor mu diye son bir kez alanın yanına yaklaştık. Alan içi bomboş ve platform karşıda belirmişti; açıkçası bu bizim için büyük bir şanstı; hemen makinayı çıkartıp bir foto çekelim ve nasıl olsa teknoloji ilerlemiş biz de bilgisayarda da kendimizi kalabalığın içerisine yerleştiririz, diyerek sahtekârlık planları yapıyorduk.

Sabah saat sekiz ve biz tez elden kahvaltımızı yapıp çıktık. Sokakların öyle kalabalık olmadığını görünce içimden; Allah Allah, yoksa bu sene Newroz’a katılım az mı olacak? Hani insanlar nerede demeye kalmadan bütün araçların ana caddeleri tuttuğunu ve bu kalabalık ile anca akşama Newroz alanına varırız diye “keşke gece alanda yatsaydık” diye içimden kendi kendime kızmaya başladım. Üç dört kilometrelik yolu bir saatten fazla aldık ve yarım saatlik yayan yol yürümenin sonunda alana varmayı başarabildik.

E tabi “qefle qefle” alana gelenleri ve alanın içini görünce biz, “haddimizi bilerek” hemen platform arkasındaki yerimizi aldık. İlk yarım saat üzerimizdeki şoku atamadan öylece platform arkasında nöbetteydik. Protokol girişinin dış kapısı yanında biz “alan savunmacılarına” onlar da bize bakıyor ve bizim neden durduğumuzu anlamaya çalışıyorlardı. Nasıl olsa alanda olamayacağız, e “platformu da görmedik” dememek için arka profilinden platformun ihtişamlı görüntüsüne seyre daldık. Şebekenin azizliği olsa ve ara ara gelen telefonlar bizi şaşırtsa da alo dediğimizde karşıdaki kişinin sesini alamasak da; Heval, hevaaal, hevaaaaaal, sen neredesin, vallahi biz platformun ordayız, deyip havamızı basıyorduk. Yalan söylemiyorduk, evet platformun orada ama arkasındaydık.

Derken bir arkadaş, “yav içeride değiliz, en azından çevresinden bir tur atalım”, diyerek bir öneride bulundu. Arkadaşın bu önerisine sıcak baktık ve “hem yakan ve hem de yaşam veren güneşin altında” seyyar satıcıların satış taktiklerine tanık olduk. Ürünler İmralı’dan gelmişçesine; İmralı su’yu, İmralı Şalgam su’yu, İmral’ı cigeri, İmral’ı gözlemesi, İmral’ı tatlısı, İmral’ı bandana, haçimi, puşi ve giysilerinin nasıl kapış kapış alındığını gördük. Mesele Newroz ise, Ekonomik kriz teferruattır deyip cebindeki son kuruşa kadar İmralı yiyecek ve içeceklerinin kapış kapış satıldığını gördük.

Derken Kürt ulusal ve aynı zamanda gerilla kıyafeti satan bir işportacıya denk geldim. Oğlum Şoreşgere bir kıyafet almak için fiyat sordum. Benim pazarlığım bir yana esnaf arkadaşın kurnazlığı şaşırttı. Esnaf arkadaş ile otuz tl ile başlayan pazarlık, yirmi beş’te durdu. Ben, en son yirmi olsun diye diretince o; “olur mu heval, biz bunları parti adına satıyoruz; bize görev verdiler, geliri partiyedir, dedi. Karşılaştığım kişi “taktiği iyi biliyor ve insanlara nasıl yaklaşılacağını iyi bilen ‘beş-kağıtçı’ bir esnaf arkadaştı. Pazarlığı ben kazanmıştım ve neredeyse “al git lanet gelsin”, dercesine bir poşet bile vermek istemeden beni gönderdi. Olsun, uzun uğraşlar sonunda artık Şoreşger’in de bir gerilla kıyafeti vardı.

Herkes pür dikkat Sayın Öcalan’ın mesajının okunmasını bekliyor ve nihayet platformda Pervin Buldan ile S.Süreyya Önder beliriyordu. Biz o sırada platformun batısında çimlerin üzerinde oturuyor ve güneşin yakıcılığını ekarte etmek için çabalar sergiliyor olsak da ne fayda; güneş zaten esmer olan yüzümü iyice karartarak yandırmış ve kömüre dönmüştüm. Derken mesaj okunmaya başlandı ve biz ayağa kalkarak askeri düzende mesajı dinlemeye başladık. Mesaj okundu ve bitti. Hala ayakta ve mesajın içerik analizini yapmaya çalışıyor, güneşin etkisiyle yoğunlaşmamız mesaja anlam yüklemelerimiz, sonuçları vs.ler üzerine beyin fırtınaları gerçekleştiriyorduk.

Bir taraftan güneş bedenimizi yakarken diğer taraftan da yoğunlaşmalarımıza engel olan sesler geliyor; herkes birbiriyle konuşuyor ve dikkatimiz dağılıyordu. Öte taraftan –alandaki herkesin inisiyatifli olduğunu unutarak- ya inisiyatif kullanıp konuşanları susmak için ikna edelim de yoğunlaşmalarımız sadeleşsin ve karara varalım, ya da olmadı gücümüzün yettiğini hemen oracıkta platforma çekip öz eleştirilerini vermeleri için divan kuralım diyorduk.

Evet mesajın şifreleri üzerine olan yoğunlaşmalarımız tamamlanmış ve varılan sonuç; tam anlamıyla Hakikatin yakıcılığı olmuştu. Çünkü yüzümüz yanmıştı! Güneş bir hakikat ve oldukça yakıyordu. Güneş, bizim algımızı sadeleştirmek, zihnimizi anlamlı kılarak hakikatli yorumlara kavuşması için sürekli ışınlarını üzerimize yağdırıyordu. Bir taraftan İmralı su’larını içerken güneşin etkisiyle de mesajı içselleştirmeye ve yorumlarla da olsa yaşamsallaştırmaya çalışıyorduk.

Biz güneş bizi yakıyor diye düşünürken aslında sabahtan beri yakanın mesaj heyecanı ve okunduğu sırada da bizi yakanın, mesajın içeriğindeki felsefi, ideolojik hakikat dizeleri olduğunu sonradan anlıyorduk.

Evet, Sayın Öcalan, Güneş’in ışınlarını direkt olarak yansıttığı gibi net olarak açık seçik, hakikatten bahsediyor ve zulme karşı savaşın da dün olduğu gibi yarınlarda da devam edeceği söylüyordu. Süreç ilerlerse de artık “ne eskisi gibi yaşayacağız ve ne de eskisi gibi savaşacağız” diyerek Kürdistan ve Anadolu halklarının eşit-özgür bir şekilde Yeni Türkiye ve Ortadoğu’da kardeşçe yaşayacağını ve inşanın da Kapitalist Moderniteye karşı Demokratik Modernite ekseninde olacağını haykırıyordu.

Sayın Öcalan milyonların tepesinde bir Güneş ve televizyonlar bu güneşi ve mesajını bütün dünyaya duyurmuşlardı.

Güneşin mesajı netti.

Olacaksa bir Türkiye ve Ortadoğu bu ancak Radikal Demokrasiyle olacak ve olacaksa Radikal Demokrasi, bu sistem Kürdistan ve Anadolu halklarıyla birlikte tesis edilecekti. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder